SOSYAL
REFAH’IN SAĞLANMASINDA YENİ BİR ANLAYIŞ: “REFAH KARMASI” VE SOSYAL REFAH
SAĞLAYICI KURUMLAR
Süleyman ÖZDEMİR
ÖZet
Devlet
(refah devleti), 20. yüzyıl boyunca, sosyal refah hizmetlerini en etkin ve
en rantabl şekilde sunmuştur. Ancak, uzun zaman boyunca tek başına sosyal
refah sağlayan devletin bu işlevi, küreselleşmenin gerçekleşmesi ve liberal
felsefenin önem kazanmasıyla birlikte zayıflama sürecine girmiş, “refah
karması” olarak adlandırılan diğer bazı kurumlar (sivil sektör, gönüllü
sektör, özel sektör ve dini kurumlar) sosyal refah sağlamada devlete
yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ekonomik ve politik felsefe, sosyal alan
dahil olmak üzere, devletin tüm alanlardan elini çekmesini öngörmektedir. Bu
bağlamda, son çeyrek yüzyılda devlet dışındaki diğer sosyal refah
kurumlarının teşvik edildiği, bunlardan yararlanılmak istendiği
görülmektedir. Aslında, bu dönemde de devlet, sosyal refah sağlamada temel
aktör olmayı sürdürmektedir. Ancak, devletin görevinin niteliği değişmiştir.
Devlet, kendisi
hizmet üretmek yerine, bu hizmetlerin gerçekleştirilmesinde bu kesimlere
finansal destek sağlamayı ve hizmetlerin düzenlenmesinden sorumlu olmayı
yöntem olarak benimsemektedir.
ABSTRACT
During
twentieth century, state (welfare state) has accomplished social welfare
functions effectively. The state has provided social welfare on its own for
a long time. Neverthless, this function of the state has been weakened by
emerging of globalization and increasing importance of liberal movement.
Hence, other institutions like civil sector, voluntary sector, private
sector and religious institutions, named as “welfare mix”, have started to
help to the state in providing social welfare services. The new economical
and political philosophy is demanding that the state should not intervene in
any areas, including social area. In this context, during recent two decades,
the other social welfare institutions have been encouraged. As a matter of
fact, the state in today’s world, has been keeping on being the main actor
in providing social welfare functions. However, the characteristics of
functions of the state has dramatically started to change. Instead of
producing social welfare itself, the state has adopted a new welfare model
which prefers financially supporting these institutions in realizing the
services. From now on, the state wants to only be responsible for the
organization of the services.
GİRİŞ
Bu
çalışmada, son çeyrek yüzyıl içinde ortaya çıkan küreselleşme ve
liberalleşme akımları sonucunda gündeme gelen yeni bir anlayışın, sosyal
refah ve sosyal refah sağlayan kurumlar üzerindeki etkileri üzerinde
durulmaktadır. Benimsenen yeni anlayış ve izlenmeye başlanan yeni
politikalar sonucunda, yarım yüzyıldan fazla bir süredir sosyal politika
alanında tek başına olan devletin bu niteliğinin değişmeye başladığı, sosyal
refahı sağlamada karma bir yapının ortaya çıktığı gözlenmektedir.
“Refah
karması” (welfare mix) olarak ifade edilen bu durum, aşağıda tek tek ele
alınacağı üzere, sivil sektör, gönüllü sektör ve özel sektörün, kamu
sektörüne sosyal refah sağlamada yardımcı olmaya başlamasını ifade
etmektedir. Her ne kadar, bunların refah sağlamadaki katkıları henüz çok
küçük boyutta olsa da, artık sosyal refah alanında bir çoğulculuk dönemi
başlamış bulunmaktadır.
Aslında geçmişe
bakıldığında, devlet dışındaki kurumların sosyal nitelikteki görevlerinin
yeni bir uygulama olmadığı, bugüne kadar sosyal refah alanında “tek
sağlayıcı” olan refah devleti öncesi dönemde de, benzer kurumların işbaşında
olduğu bilinmektedir. Ne var ki, toplumların gelişmeye başlaması ve
sorunların karmaşık bir hal almasıyla birlikte, bu geleneksel refah
kurumlarının artık sorunların altından kalkamaz hale geldiği, bu nedenle bu
tür görevleri en büyük toplumsal örgüt olan devletlerin üstlenmeye başladığı
görülmektedir.
Devletler, yarım
yüzyıldan fazla bir süre boyunca, sosyal alanda tek aktör olmuştur. Bu
dönemde (1945 sonrası), “refah devleti” (welfare state) olarak adlandırılan
ve modern toplumların en gelişmiş yönetim biçimi olan büyük kurumsal yapı,
sosyal açıdan insan onuruna en uygun ve dünyanın bugüne kadar görmediği en
iyi toplumsal örgütlenmeyi gerçekleştirmiştir.
Diğer yandan, yeni bir
yüzyıla girilirken, yine bir değişim başgöstermiş, uzun bir süre tek başına
sosyal refah gereksinimlerini karşılamaya çalışan devletlerin, yapısal ve
fonksiyonel olarak aşırı bürokratik, merkeziyetçi ve otoriter olma
eğiliminde olması, sosyal refah hizmetleri de dahil olmak üzere, her tür
hizmetin gerçekleştirilmesi ve sunulmasında başarısız görülmesi nedeniyle,
hizmetlerin sunulmasında yeni arayışlar ortaya çıkmış, bütün bu hususlar
“refah karması”nın doğmasında temel etmen olmuştur.
Aşağıda, önce son
zamanlarda üzerinde durulmaya başlanılan refah karması kavramı ile ilgili
bazı bilgilere yer verilecek, ardından sosyal refah sağlayan kurumların
neler olduğu ve bu fonksiyonlarını nasıl gerçekleştiklerine değinilecektir.
I. SOSYAL REFAH’IN SAĞLANMASINDA YENİ BİR YÖNTEM: “REFAH KARMASI”
Refah literatüründe,
“refah karması” (welfare mix), “refah çoğulculuğu” (welfare pluralism),
“refah üçgeni” (welfare triangle), “refah devletinin ötesi” (beyond the
welfare state) vb. terimlerle, sosyal refah hizmetlerinin sunumunda gittikçe
artan bir paya sahip olan çeşitli refah sağlayıcıları ifade edilmeye
çalışılmıştır. Bu durumu ifade etmek üzere en yaygın olarak kullanılan
kavram, “refah karması”dır.
Bir yandan yeni döneme
damgasını vuran ekonomik ve politik ideolojinin, sosyal harcamalar ve sosyal
hizmetler de dahil olmak üzere, devletin küçültülmesini talep etmesi, öte
yandan devletin sosyal içerikli hizmetlerin gerçekleştirilmesi ve
sunulmasında başarısız görülmesi vb. nedenler sonucunda, bu hizmetlerin
sunulmasında yeni arayışların ortaya çıktığı görülmektedir.
Aslında, refah
devletinin sunduğu birtakım sosyal refah hizmeti benzeri uygulamaların
insanlık tarihi kadar eski olduğu, modern refah devletlerinin oluşumundan
önce de bu hizmetlerin bir şekilde sivil toplum, dini kurumlar, piyasalar,
gönüllü kuruluşlar ve refah öncesi devlet gibi kurumlar tarafından sunulduğu
görülmektedir. İnsanlara sosyal koruma sağlayan bu geleneksel kurumlar,
nispeten daha genç olan refah devletlerinden çok daha yaşlıdır, izleri
tarihin derinliklerine kadar gitmektedir.
Medeniyetin
başlangıcından beri var olan bu kurumlar, toplumların, hastalar, özürlüler,
yoksullar gibi kendi kendine bakamayan kesimlerine hizmet (beslenme,
barınma, giyim vb.) ulaştırmak üzere çeşitli arayışlar içerisinde olmuştur
(bu arayışların günümüzde de halen devam ettiği görülmektedir) (Ersöz,
2000, 1).
Gerçekten, devletin
henüz sosyal görevler üstlenmediği geçmiş dönemlerde, devlet tarafından
oluşturulan kurumsal bir koruma sistemi sözkonusu olmadığından, ortaya çıkan
ailevi, sosyal ve doğal krizler karşısında, bireylerin gereksinim duyduğu
koruma bu sosyal dayanışma kurumlarınca sağlanmıştır. Bu toplumlardaki aile
ve akrabalık ilişkileri, mahalle–köy–cemaat dayanışmaları, lonca gibi
ekonomik amaçlı kurumların sağladığı dayanışmalar, tarikat ve zaviye gibi
dini içeriğe sahip kurumların sağladığı dayanışmalar vs. sosyal korumanın
temelini oluşturmuştur. Diğer yandan, bu kurumların yanısıra, görece daha
yakın zamanlarda da, kentlerin büyümeye başlamasıyla birlikte, kent
yönetimince yoksullara yönelik kurumsal bir koruma sisteminin oluşturulmaya
çalışıldığı da gözlenmektedir (Ancak, bu çabaların temelinde farklı
kaygıların olduğu bilinmektedir).
Bu tespitlerin hepsi,
hemen hemen bütün toplumlar için benzerdir. Ülkemiz açısından bakıldığında
da, insanların, modernite öncesinden başlayarak, kan bağı ve akrabalık
ilişkilerinden, dini yapının öngördüğü sosyal adalet düşüncesi ve
kurumlardan ve kentlerde de devlet ve yöneticiler eliyle şekillenmiş
kurumlardan oluşan bir refah sistemi içinde oldukları anlaşılmaktadır
(Özbek, 2002, 10).
Zaman içerisinde,
özellikle son yüzyılda sosyal sorunların çözümünde devlet kurumunun (merkezi
ve yerel kamu yönetim aygıtlarının) çok önemli görevler üstlenmeye başladığı
gözlenmektedir.
Sanayi Devrimi ile
birlikte toplumsal yapının ve üretim ilişkilerinin hızla değişmeye
başlaması, kentleşmenin artması, ortaya yeni toplumsal sınıfların çıkması
(çok küçük bir sermayedar/işveren sınıfı yanında, sayıları giderek artan bir
işçi sınıfının doğması) gibi nedenlerle, bu dönemde yaşama ve çalışma
koşulları giderek kötüleşmiş, sefalet artmış, geleneksel kurumlar da sanayi
döneminin doğurduğu bu yeni sorunların üstesinden gelememiş, bu nedenlerle
devletler bu duruma daha fazla kayıtsız kalamamış ve sosyal yaşama müdahale
etmeye başlamıştır (Özdemir, 2004a, 143–145).
Bu dönemde, eski dönemin
sosyal kurumları olan aile, hayır kurumları ve diğer yardım örgütleri
yetersiz kalmış, bunların yerine bu tür gereksinimleri karşılayacak yeni
kurumlara gereksinim doğmuştur. Çünkü, geleneksel sosyal yardım kurumları,
kentlerde yığılan çalışanların iş kazaları ve sağlık bakımları gibi
gereksinimlerine cevap verememiş, yoksul ve işsiz yığınların sosyal yardım
taleplerine yetişememiştir (Koray, 2003, 95).
Bu müdahalelerin giderek
daha da yoğunlaşmasıyla birlikte, bir sosyal politika sağlayıcısı olarak
devlet, 20. yüzyıl boyunca sosyal refah hizmetlerini en etkin ve en rantabl
şekilde, tüm toplumu kapsayacak boyutta sunabilen yegane kurum haline
gelmiştir. Bununla birlikte, yukarıda sıralanan diğer sosyal politika
sağlayıcısı kurumların da, bu dönemde dahi belli bir oranda sosyal
görevlerini ifaya devam ettikleri de bilinmektedir.
Ne var ki, 1970’lerin
sonlarından itibaren yeni bir dönemin başladığı ve devletin sosyal refah
hizmetlerinin sunumuna olan katkı ve sorumluluğunun zayıflama sürecine
girdiği, bu nedenle gözlerin yine bu kurumlara çevrildiği gözlenmektedir.
Çünkü, küreselleşmenin ve onun ideolojisi olan neo–liberalizmin
yaygınlaşmaya başlaması ile birlikte, devletin fonksiyonları ve dolayısıyla
sosyal görevleri ile ilgili bazı temel tartışmalar başlamış, birçok ülkede
zaten yetersiz olan devletin sosyal boyutu, son yıllarda devletin
küçültülmesi tartışmalarıyla daha da tartışılır olmuş, yeni yaklaşımların
geliştirilmesi gündeme gelmiştir.
Bu kısa sosyal refah
tarihçesinden sonra, aşağıda ilk önce refah karması kavramı ile ne ifade
edilmek istendiği üzerinde durulacaktır. Refah karması kavramı ile, devlet
devreden çıkartılmadan, hizmetlerin sunulmasında göreceli bile olsa diğer
sosyal politika sağlayıcı kurumlardan da yararlanma amaçlanmakta; devletin
kendisinin hizmet üretmesi yerine, bu hizmetlerin kamu sektörü, özel sektör,
sivil sektör ve gönüllü sektör tarafından ortak bir şekilde
gerçekleştirilmesi, devletin ise daha ziyade bu kesimlere finansal destek
sağlaması ve hizmetlerin düzenlenmesinden sorumlu olması istenmektedir.
Böylece, toplam refah, “refah karması” olarak ifade edilen bu refah
sağlayıcı kurumların herbirinin ürettiği refahın toplamından oluşmaktadır.
Bu şekilde, sosyal refah
hizmetlerini sağlarken, toplumdaki diğer potansiyel güçlerden yararlanmak da
mümkün olacaktır. Zaten, günümüzün gelişmiş modern refah devletlerine
bakıldığında dahi, sözkonusu refah çoğulculuğunun bir şekilde işlediği
görülmektedir. Ne var ki, bu kurumlardan daha fazla yarar sağlamak
isteniyorsa, devletin bunları daha fazla desteklemesi ve daha kuvvetli
şekilde harekete geçirmesi gerekmektedir (Çevik, 1998,
113–114).
Bütün bunlarla birlikte,
sosyal politika ile ilgilenen bazı yazarlara göre, herhangi bir sosyal
problem ile karşıkarşıya gelindiğinde, çözüm noktasında en birincil
sorumluluk, kişinin kendisine aittir. Kişi, kendi başına bu problemlerin
üstesinden gelemezse, ikincil olarak devreye ailesi, komşuları ve
arkadaşları (sivil sektör) girmelidir. Bu da yetmediği takdirde, dini
kurumlar ve hayırsever kurumlar bu problemlerin çözümünde görev almalıdır.
Bütün bu yolların yetersiz kaldığı noktada ise, devletin sorumluğu
başlamalıdır. Yani devlet, sosyal refah sağlamada son çare olarak
başvurulacak bir kurum olarak kalmalıdır (Ginsberg, 1998,
16–17).
Bu tartışmanın diğer
tarafında olanlara göre ise, devlet, sosyal hizmet sunumunda en temel
kurumdur. Refah devleti (welfare state), devlet refahı (state welfare) ile
aynı anlama gelmektedir. Bunun alternatifi olarak, yani refah sunacak
alternatif kurum olarak “piyasa”nın ve diğer kurumların gösterilmesi, yanlış
bir düşünce tarzıdır.
Bu konuya daha ılımlı
yaklaşanlara göre ise, devlet, herhangi bir ülkede refah sağlayan tek kurum
değildir, yine piyasalar da sadece kâr amacıyla hareket eden kurumlardan
oluşmamaktadır. Dolayısıyla, refahın sağlanmasında ne devlet, ne de
piyasalar tek alternatif olmayıp, karma bir yapı sözkonusudur (Spicker,
2003a, 2).
Diğer yandan, burada
belirtilmesi gereken bir diğer husus da, sosyal refah sağlayıcıları
açısından son dönemde yaşanan gelişmelerin refah rejimlerinin
sınıflandırılması çalışmalarına da yansımasıdır. Önceki dönemlerde yapılan
tüm tasniflerde, refah devletleri benzer niteliklerine göre (genellikle
sosyal harcamaların düzeyine göre) belirli kategoriler altına gelecek
şekilde sınıflandırılırken, 1990’da Gøsta Esping–Andersen’in yaptığı yeni
bir sınıflandırma çalışmasıyla birlikte (Esping–Andersen,
1990), devletler refah karması niteliklerine göre de kategorize edilmeye
başlanmıştır. Esping–Andersen’in sınıflandırmasında, hizmetlerin kimler
tarafından sunulduğu (devlet–piyasa–aile) çok büyük önem taşımaktadır. Yani,
sosyal refahın ana sağlayıcısı devlet midir, piyasa mıdır, gönüllü
kuruluşlar mıdır yoksa aileler midir (Voorhis, 2002, 4)?
Esping–Andersen’e göre,
üç temel “refah rejimi”nden
birisi olan İskandinav modelinde, devlet diğerlerinin çok üzerinde bir öneme
sahiptir. Kıta Avrupası (ve Güney Avrupa) modelinde ise, aile ve gönüllü
kuruluşlar (örneğin, Katolik Kilise), diğerlerine oranla daha önde
gelmektedir. Halbuki, liberal refah rejimlerinde ise başta piyasalara, daha
sonra da sivil ve gönüllü sektöre daha fazla önem atfedilmektedir
(Kuhnle–Alestalo, 2000, 7).
Bu kısımda, sosyal
refahın sağlanmasında rol oynayan kurumlar incelenecek ve bunların katkı ve
katılımları geniş bir şekilde değerlendirilecektir.
A. Sivil Sektör
Yukarıda da belirtildiği
gibi, devletin sosyal refah hizmetleri sağlamaya başlaması, insanlık
tarihiyle karşılaştırıldığında görece çok yeni bir durumdur. Devletlerin
sosyo–ekonomik yaşama müdahale etmeye başlamaları, ulus–devletlerin oluşması
ve sanayileşmenin doğuşu ile başlamıştır. Devlet kurumunun varolduğu günden
yakın zamanlara kadar, devlet yalnızca dış saldırılara karşı savunma ve iç
hukuku ve düzeni sağlama görevini üstlenmiştir.
Dolayısıyla, bu dönemde sosyal sorunlarla karşıkarşıya kalan insanların
yardımına aileleri başta olmak üzere, akrabaları ve arkadaşları koşmuştur
(Pinch, 1997, 7).
Sosyal örgütlenmenin en
eski örneğini oluşturan aile, akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık gibi
kurumlar, bir bütün olarak “sivil sektör” olarak ifade edilmektedir.
Özellikle aile, dayanışmanın en güçlü olduğu toplumsal birimdir.
Aileler, günümüzde dahi
geleneksel sosyal refah hizmetleri görme açısından fonksiyonlarını hâlâ
kaybetmemiştir. Gerçekten, aileler, bugün bile karşılaşılan sorunlara ilk
müdahalede bulunan kurumdur. Eğer soruna aile, arkadaş ve akrabalardan
oluşan sivil kesim tarafından bir çözüm bulunamazsa, o takdirde diğer sosyal
refah kurumları devreye girmektedir. En gelişmiş ülkelerde bile, ailelerin
kısmen bu rolünü sürdürdüğü, özellikle, Afrika ve Asya’nın çoğu gelişmemiş
ülkelerinde, ailelerin geleneksel refah sağlama işlevinin, toplumda tek
sosyal refah kurumu olarak varlığını sürdürdüğü görülmektedir
(Chatterjee, 1996, 8; Ersöz, 2003, 131–132).
Geleneklerle aralarındaki
ilişki daha sıkı olan bu toplumlarda, ailenin hasta üyeleri, ana–babasını
kaybeden çocukları, yaşlı bireyleri, ailenin diğer fertleri tarafından
korunmakta, bu bir hak olarak görülmektedir. Ailenin genç yetişkinleri ve
orta yaşlılarından, ailenin çok genç ve çok yaşlılarına doğru “aile içi
gelir transferi” gerçekleşmektedir. Miras sonucu, ailenin yaşlılarından orta
yaş aile bireylerine kalan gelir ve mülkiyet de, “refah transferi” olarak
kabul edilmektedir.
Sivil sektörün, hem
devletin sosyal içerikli müdahalelerde bulunmadığı dönemlerde, hem de daha
yakın zamanlarda devletle birlikte (özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde) sosyal refah sağlama görevini sürdürdüğü gözlenmektedir. Öyle ki,
bu ülkelerde gerçekleştirilen sosyal harcamaların boyutuna bakıldığında,
geleneksel ailelerin, muhtaç duruma düşen aile fertlerinin bakımlarını
üstlenerek ve onlara destek olarak, harcama düzeyini pozitif yönde
etkilediği, daha düşük kamu sosyal harcamasına yol açtığı görülmektedir.
Halbuki, aile kurumunun
daha zayıf olduğu gelişmiş ülkelerde gerçekleşen sosyal harcamalara
bakıldığında, bunların önemli bir bölümünün, toplumun sosyal refah
hizmetlerine gereksinim duyan kesimlerine ayrıldığı, bu kişilere sosyal
refah kurumlarında ya da kendi yaşadığı mekanlarda sunulan hizmetlerin
parasal değerinin önemli miktarlara ulaştığı gözlenmektedir.
Dolayısıyla, her ne
kadar geleneksel toplumların ya da bir toplumdaki aile kurumunun, gelişmiş
refah devletlerine nazaran refah hizmeti sağlama potansiyeli çok sınırlı bir
düzeyde de olsa, sosyal hizmetlere bütçesinden çok sınırlı bir kaynak
ayırabilen ülkelerde, aile kurumunun sahip olduğu böylesi bir sosyal
fonksiyon, toplumsal huzur ve refah açısından önemlidir.
Ülkemizde de, her ne
kadar geniş aile türünden çekirdek aileye doğru bir geçiş yaşanmaktaysa da,
ailelerin hâlâ yaşlı ana–babayı, kardeş ve yakın akrabaları korumaya ve
desteklemeye devam ettikleri, zaten devletin bu amaç için ayırdığı finansal
kaynağın batı ülkelerinin ulaştığı sosyal harcama düzeyine varamadığı
görülmektedir. Dolayısıyla, sosyal hizmet noktasında, Türk ailesi hâlâ çok
hizmet üreten bir kurumdur.
Bununla birlikte, sivil
kesimin ürettiği hizmetler her zaman süreklilik ve düzenlilik arzetmeyebilir
ve sivil kesimin sunduğu sosyal hizmetler genelde yaşlıların ve çocukların
bakımı gibi kişisel sosyal hizmetlere yöneliktir. Ancak, bu haliyle bile
aile işlevsel açıdan önemli bir sosyal refah kurumudur (Çevik, 1998,
118–119).
En eski dinlerden beri
hayırseverlik, iyilik, yoksullara yardım, sosyal adaletin sağlanması gibi
hususlar teşvik edilmiştir. Bütün dinler, toplumsal yardımlaşmayı ve
yoksulların desteklenmesini öğütlemiştir. Din kurumunun, sosyal hizmetlerin
sunumunu bazen zorunlu, bazen gönüllü hale getirerek bu alanda önemli bir
işleve sahip olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir.
Büyük dinler, bağış
yapmayı ve hayırseverliği dini bir görev haline getirmiştir. Dünyadaki
insanların birçoğunun bağlı bulunduğu üç büyük din olan İslamiyet, Yahudilik
ve Hristiyanlık, toplumdaki kişiler için kollektif sorumluluk duygusu
taşınmasını zorunlu hale getirmektedir (Spicker, 2003b, 2).
Dini kurumlar,
devlet bu alanda etkin bir rol üstlenmeye başladığı zamana kadar, tarihsel
süreç içerisinde birçok toplumda aileden sonra sosyal refah hizmeti sunan
ikinci kurum olmuştur. Yoksullara yönelik ayni ya da nakdi yardımlar ve
hizmetler, o dinin üyelerine ya da potansiyel üyelerine, doğrudan bu kurum
tarafından ya da bu kurumun varlıklı üyelerince sunulmaktadır
(Chatterjee, 1996, 9).
Din, hem insanlara
yardımlaşma, dayanışma ve merhamet duygusu aşılamaya çalışmış, hem de emir
ve tavsiyeleriyle kamu yönetimi aygıtının işleyişini de etkisi altına
alarak, devletin sosyal politikalar izlemesine zemin hazırlamıştır
(Dereli, 2002, 2).
Genelde dinlerin bu rolü
hâlâ devam etmektedir. Her üç büyük din de, getirdiği kural ve kurumlarla
binlerce yıldan beri sosyal dayanışmanın sürdürülmesinde rol oynamaya devam
etmektedir.
İslam dininin
benimsendiği ülkelerde, sosyal yardımlaşma ve dayanışma oldukça önem
kazanmıştır (Güloğlu, 1998, 34). İslam dini, sadaka, fıtır, zekat,
karz–ı hasen gibi (karşılıksız yardımlaşma) dini yardımlaşma kurumlarıyla
eşitsiz toplum yapısını daha adil bir toplum yapısına dönüştürmeye
çalışmaktadır. Bu amaca yönelik birçok ayet ve hadis mevcuttur. Kuran–ı
Kerim’de, yoksulluğu giderme amacına yönelik ayni veya nakdi gelir
transferleriyle ilgili en az 88 ayet vardır. İslam’ın beş temel koşulundan
birisi de, zekat vermek, yani gereksinim sahibi yoksullara yardımda
bulunmaktır (Yazgan, 1992, 365–368).
Orta Çağ boyunca İslam dünyasında dinsel motiflerle ortaya çıkan, daha
ziyade yoksullara yönelik olan kamu yardımları geniş oranda
uygulanagelmiştir.
Hristiyanlık’ta ise,
sadaka verme Kilise tarafından bir kurtuluş aracı olarak değerlendirilmiş,
sadakaların kontrolü de Kilise tarafından yapılmış, 15. yüzyıla kadar
Kilise’nin hazırladığı yasalarda, yoksulların desteklenmesi zenginler için
bir zorunluluk olarak ifade edilmiştir. Kilise sandıkları, yoksul insanlara
yardım etmiştir.
Hristiyanların kutsal
kitabı İncil’de, insanların birinci mahsülü aldıktan sonra, ikinci kez
mahsül almak amacıyla tarlalarına, zeytinliklere, üzüm bağlarına gitmekten
sakınmaları ve bu ikinci ürünün yabancı, dul ve yetimlere ait olduğu
bildirilmekte, bu emirlere uyanların Tanrı tarafından kutsanacağı ifade
edilmektedir.
Hristiyanlık dininin
kurumlaştığı yer olan Kilise, bugün de sahip olduğu refah organizasyonları
yoluyla yoksul ve evsiz insanlara gıda maddeleri yardımı yaparak, bu
görevini etkin bir şekilde yerine getirmektedir.
Özellikle sosyal güvenlik harcamalarının düşürülmesi ve devlet görevlerinin
azaltılması bağlamında, ABD’de ve diğer bazı ülkelerde hazırlanan reform
programlarında, bazı sosyal refah hizmetlerinin sunulmasında Kiliselerin
aracılığı üzerinde durulmaktadır.
Yine, Yahudiliğin de,
M.Ö. 14. ve 12. yüzyıllar arasında karşılıklı iyilik faaliyetlerini
gönüllülükten çıkarıp dinsel bir görev kabul ettiği anlaşılmaktadır. Musa
peygamber, yoksullara eziyeti ve baskıyı yasaklamış, sosyal adaletten söz
etmiştir (Çalışkan, 2001, 23–24; Spicker,
2003a, 2).
Öte yandan, ülkemizde de
sosyal refah hizmetlerinin ortaya çıkışında dini, ahlâki ve felsefi
temellerin önemli ve etken olduğu belirtilmektedir.
Türk toplumunda toplumsal dayanışmaya çok önem verildiği, zekat, sadaka,
yetimlere ve dullara yardım gibi kurumlarla, sosyal dayanışmanın bir nevi
ibadet haline getirildiği görülmektedir. Vakıf ve lonca teşkilatı gibi Türk
toplumuna özgü sivil toplum kuruluşlarının temelinde de bu kurumların çok
büyük bir rolü olmuştur (Fer, 1968, 3).
Ancak, dini değerler
insanlar üzerinde ne kadar etkili olsa da, kapsamlı ve etkili sosyal refah
hizmetlerinin ortaya çıkışı, devletin gelişim sürecine paralel bir şekilde
gerçekleşmiştir. Devletin geçirdiği evrimin bir sonucu olarak ortaya çıkan
modern ulus–devletler, özellikle II.D.Savaşı sonrasından itibaren, sosyal
alanın devlet tarafından organize edilmediği, daha ziyade insanların ve
hayırsever kuruluşların bireysel gayretlerine bırakıldığı dönemden çok
farklı olarak, sosyal politikaların neredeyse tümünü üstlenmiştir.
Gönüllü sektör
de, sivil sektör gibi hem geçmişte, hem de günümüzde oldukça önemli
fonksiyonu olan sosyal refah kurumlarındandır. Sanayi Devrimi’ne kadar olan
çok uzun zaman boyunca, gelişmiş ülkelerde ve diğer ülkelerde sosyal
politika uygulamalarının gönüllülük ve karşılıklı yardım esasına dayalı olan
hayırsever organizasyonlar tarafından sağlandığı görülmektedir (Ersöz,
2000, 1, 19).
Bu durum çok uzun bir
süre devam etmiştir. Ancak, Sanayi Devrimi ortaya çıkıp da sosyo–ekonomik
yapı büyük oranda değişmeye başlayınca, sosyal politika sağlayan kurumların
da değiştiği, sanayileşmeyle birlikte, sosyal refah hizmetlerinin
sağlanmasında devletin önplana geçtiği, uzunca bir süre, devletin sosyal
refah sağlama işlevini tek başına üstlendiği gözlenmektedir. Çünkü, bu
dönemde sosyal yardıma gereksinim duyan toplum kesimleri genişledikçe,
gönüllü sektör kendi kaynaklarıyla tek başına bu sorunun üstesinden gelemez
olmuş, devletin sosyal yaşama müdahalesi zorunlu hale gelmiştir.
Ancak, 1970’li yıllardan
itibaren ortaya çıkan neo–liberal akımın, devleti verimsiz ve etkinsizlikle
suçlayarak, diğer birçok alanla birlikte sosyal politikadan da çekilmeye
zorlaması sonucunda, gönüllü kuruluşların nitelik ve nicelik olarak yeniden
gelişmeye başladığı görülmüştür.
Gönüllü kuruluşların
önem kazanmasında, herşeyi değiştiren ve dönüştüren küreselleşmenin, refah
devletlerinin küçültülmesi yönündeki baskıları önemlidir. Bu baskılar
sonucu, piyasalar ve gönüllü kuruluşlar sosyal refah hizmetlerinin sunumunda
önem kazanmaya başlamıştır.
Gönüllü kuruluşlar,
1980’lerden itibaren özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde sosyal politikanın
sağlanmasında yeni bir yöntem olarak tekrar ilgi görmeye başlamıştır.
Merkezi yönetim, yerel yönetimler ve gönüllü kuruluşlar arasında hizmet
paylaşımı ortaya çıkmış, devletin, gönüllü kuruluşlarla ileri düzeyde
işbirliği yaptığı gözlenmiştir. Devlet, bazı hizmetleri üretmek yerine bu
kurumlardan almayı tercih etmiştir. Özellikle 1970’lerden sonra canlanmaya
başlayan bu süreç, çoğu ülkede karma refah hizmetlerinin önemli bir kısmını
oluşturmaktadır (Uslu, 1999, 8–10).
Başta ABD, İngiltere
olmak üzere birçok ülkede, yapılan yasal ve yönetsel değişikliklerle,
devletin sosyal refah hizmetlerindeki finansman ve denetim sorumluluğu devam
ederken, hizmetlerin üretim ve dağıtım sorumluluğu gönüllü kuruluşlara
devredilmiştir. (Bu kuruluşların bütçelerine bakılırsa, birçoğunda
gelirlerin neredeyse tamamının kamusal kaynaklı olduğu görülecektir).
Ne var ki, devletin
(kamu sektörü) sosyal görevlerinin bütünüyle diğer sosyal refah sağlayıcı
kurumlar (özel sektör, sivil sektör, gönüllü sektör) tarafından yerine
getirilmesi de bazı yazarlar tarafından mümkün görülmemektedir. Gerçekten
de, hastalık, yaşlılık, işsizlik gibi büyük hacimli risklerle devlet
olmaksızın baş etmek mümkün görülmemektedir (Marangoz, 2001, 112).
Sosyal refah
hizmetlerinin sağlanmasında en önemli kurum, devlet aygıtıdır. Birçok eski
medeniyette devletler, toplum içinde sosyal refah için temel oluşturmuştur.
Ancak, ilkçağlarda devletlerin günümüzdekilere benzer bir şekilde sosyal
düşünceler güttüğünü iddia etmek zordur, çünkü bu dönemde devletin sosyal
niteliği gelişmemiştir.
Devlet, ancak 200 yıldan
beridir (Sanayi Devrimi sonrası) geleneksel kurumlardan bu görevi devralmaya
başlamış, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise sosyal refah alanının neredeyse
tek hizmet sağlayıcı olmuştur. Bunun başta gelen nedeni, sanayileşmenin
geleneksel kurumları yok etmesi ya da önemli ölçüde değiştirmesidir.
Dolayısıyla devlet, bu geleneksel kurumların refah fonksiyonlarını üstlenmek
ve çalışan nüfusu sanayileşmenin zorluklarından korumak üzere müdahale etmek
zorunda kalmıştır (Dereli, 2002, 3).
Gerçekten, Sanayi
Devrimi ile birlikte, bir yandan sosyal politikanın kapsamı, bir yandan da
sosyal politikaların sağlanmasında görev alan kurumlar farklılaşmaya, sivil
toplum yerine, sosyal refah hizmetlerinin sunumunda devlet görev almaya
başlamıştır. Sanayi Devrimi, ekonomik ve sosyal yaşamda büyük bir değişim
yaratmış, yeni sosyal sınıflar ortaya çıkmış, üretim ve çalışma ilişkileri
yeniden şekillenmiştir. Yeni dönemin ortaya çıkardığı sefalet, sivil
sektörün ve gönüllü kuruluşların üstesinden gelemeyeceği bir büyüklüğe
ulaştığından, devletin, sosyal politika önlemlerinin alınmasında diğer
aktörlerin önüne geçmesine yol açmıştır (Ersöz, 2000,
1–2).
Sanayi Devrimi, hem
geleneksel sosyal yardım kurumlarını zayıflatmış ya da tamamen ortadan
kaldırmış, hem de beraberinde yeni tehlikeler getirerek insanların sosyal
güvenlik gereksinimini artırmıştır. Diğer yandan, Sanayi Devrimi’nden sonra
ortaya çıkan yüksek işsizlik ve düşük ücretler gibi olumsuz koşullar
dolayısıyla, sosyal güvenlik gereksiniminin bireysel olanaklarla
karşılanması da imkansız hale gelmiştir.
Bu nedenlerle devlet,
sanayileşmenin doğurduğu kitlesel sefalet sonucunda, insani, dini, askeri,
ekonomik, kültürel ve işçi sınıfının baskılarıyla başta çalışma ilişkileri
olmak üzere sosyal alanda önlemler almaya yönelmiş,
çalışma saatlerini düzenlemiş, toplum sağlığını tehdit eden problemleri
ortadan kaldırmak, konut kalitesini geliştirmek vb. için yasal düzenlemeler
yapmıştır (Pinch, 1997, 9).
Özellikle sosyal sigorta
kurumlarının devreye girmesiyle, devletin sosyal güvenlik alanında doğrudan
sorumluluk üstlendiği ve zamanla çeşitli sosyal refah hizmetleri sunmaya
başladığı görülmüştür. Daha sonraları ise, merkezi ya da yerel hükümet
bütçelerinden finanse edilen kamu sosyal güvenlik harcamalarının veya kamu
yardımları ve kamu hizmetlerinin geliştiği görülmüştür
(Ekin–Alper–Akgeyik, 1999, 124, 126).
II. Dünya Savaşı’ndan
sonra, liberal ekonomi politikalarının başarısız oluşu ve Keynezyen
politikaların devreye girmesiyle, refah devletlerinin ortaya çıktığı ve
“refah yılları” (altın çağ) olarak tanımlanan bu dönemde, sosyal refah
önlemlerinin alınmasında (eğitim, sağlık, konut, sosyal güvenlik ve kişisel
sosyal hizmetlerin sağlanmasında) devletin birincil aktör haline geldiği
gözlenmiştir. Yine, kamu yönetim aygıtının bir parçası olan yerel
yönetimlerin de, artan sosyal hizmetlerin yerel düzeyde sağlayıcısı
oldukları görülmektedir.
Dolayısıyla, 1970’lerde
ortaya çıkan krize kadar, devletin fonksiyon ve görevlerinin sürekli
genişlediği, bu tarihten günümüze kadar ise, devletin ekonomik ve sosyal
yaşamdaki konumunun azaltılması çabalarının başladığı, ancak yine de
devletin en büyük sosyal refah uygulayıcısı olmayı sürdürdüğü görülmektedir.
Yeni dönemdeki eğilim,
hem merkezi hem de yerel yönetimler üzerindeki sosyal sorumluluğun, özel
sektör başta olmak üzere, gönüllü kuruluşlara ve sivil sektöre transfer
edilmesidir. Bu anlayışa göre, devlet, yalnızca planlama, finansman ve
denetim hizmeti sağlamalı, üretim ve dağıtımı diğer aktörlere bırakmalıdır.
Diğer taraftan, merkezi
devletin, sosyal refah önlemlerini çoğu ülkede yerel yönetimlerle
paylaştığı, yerel yönetimlerin merkezi idarenin lokal düzeyde temsilcisi /
partneri olduğu görülmektedir. Ayrıca, yerel yönetimler merkezi idareden
bağımsız olarak, kendileri tarafından üretilen hizmetlerle de önemli sosyal
politika işlevi görmektedir. Genelde bu yönetimlerin sunduğu sosyal refah
önlemlerinin türleri, kapsamı ve niteliği ülkeden ülkeye farklılıklar
arzedebilmektedir. Örnek olarak, İngiltere’de sağlık hizmetlerinin ulusal
düzeyde, İsveç’te ise yerel düzeyde sunulması gösterilebilir (Ersöz,
2000, 2, 26).
Gelişmekte olan
ülkelerin hemen hemen hepsinde olduğu gibi, ülkemizde de eğitim, sağlık,
sosyal hizmetler vb. konularda merkezi devletin ağırlığı çok fazladır; bu
hizmetlerin hepsi merkezi yönetimin kontrolü altında gerçekleşmektedir.
Ancak, devlet, sosyal niteliği açısından incelendiğinde görülmektedir ki,
henüz sosyal refah hizmetlerinin sağlanmasında istenilen düzeye
gelememiştir. Herşeyden önce, finansal kaynak sıkıntısı, devletin sosyal
niteliğinin gelişememesine ve bu hizmetlerin yetersiz kalmasına yol
açmaktadır. Diğer yandan, aşırı merkeziyetçilik de, hizmetlerin planlanması,
yapılması ve gereksinim duyanlara aktarılmasını aksatmaktadır (Çevik,
1998, 114).
E. Özel Sektör
Son zamanlarda, özel
sektörün sosyal refah sağlamadaki yönünün iyice belirginleşmeye başladığı ve
hem tartışmalarda hem de uygulamada özel sektörün sosyal refah hizmetlerinin
sağlanmasında önplana çıkmaya başladığı görülmektedir. Bu trendin ortaya
çıkmasında etken olan neden, 1975’lerden itibaren neo–liberal düşüncenin ve
politikaların yeryüzüne hakim olmasıdır.
Liberalizmin temelinde, her türlü sınırlamalardan arındırılmış piyasa
ekonomisi yatmaktadır.
Piyasa ekonomisi
taraftarları, fiyat mekanizmasının (görünmez el’in) kendi içerisinde sosyal
refahı da en iyi şekilde sağladığını, aslında toplum refahının
ençoklanmasının ve pozitif net sosyal yarar sağlanmasının devlet
müdahaleleri ile değil, en iyi şekilde serbest piyasa ekonomisinin ilke ve
kurallarının uygulanabilmesinden geçtiğini ileri sürmektedir. Aksi takdirde,
devletin piyasada oluşan refah dağılımına müdahalesi, piyasadaki doğal
düzenin devlet eliyle bozulmasına yol açmakta ve olası bir düzgün dağılımı
daha da bozmaktadır. Piyasa, mal ve hizmetlerin üretilmesi ve topluma
sunulmasında en başarılı ekonomik yapıdır (Akalın, 2002, 51).
Piyasalar, liberal
düşünce sahiplerine göre, özgürlük temeline dayalı olup, genel refahı
azamiye çıkarırlar. Bu yüzden, devletin sosyal refah hizmetleri alanındaki
yetkileri piyasalara ve sivil sektör ile gönüllü sektöre kaydırılmalıdır.
Buna yönelik olarak son yıllarda aktif girişimlerin sözkonusu olduğu da
bilinmektedir (Pierson, 2001, 309).
2. Özel
Sektörün Sosyal Refahın Sağlanmasındaki Rolü
Yaklaşık yarım
yüzyıldır, devlet, sosyal refah hizmetlerinin sağlanmasında geniş bir rol
üstlenmiştir. Refah devletlerinin, “daha iyi bir toplum düzenine” ulaşmak
amacıyla toplumda eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmak üzere çeşitli sosyal
refah programları uyguladığı, gelirin yeniden dağılımına çeşitli araçlarla
müdahalede bulunduğu bilinen bir gerçektir.
Ancak, özel sektörün de
sosyal refah hizmetlerinin önemli bir oranını ürettiği bilinmektedir. Bazı
yazarlara göre, genelde sosyal refahı, devletin sorumluluğunda olan bir olgu
olarak kabul edenler varsa da, başta Amerika olmak üzere, bazı ülkelerde
sosyal refahın özel sektörün faaliyetleri sonucu büyüdüğü akıldan
çıkarılmamalıdır. Devlet, sorumluluğu gönülsüzce sonradan üstlenmiştir.
ABD’de toplam sosyal
refah harcamalarının büyük bir kısmını özel sektör gerçekleştirmektedir.
Tahminlere göre, özel sosyal refah sektörü tarafından yapılan harcamalar,
özel ve kamu tarafından yapılan toplam sosyal refah harcamalarının % 40’ını
oluşturmaktadır (1992 yılında, kamu sosyal refah harcamaları 65 milyar dolar
iken, özel sektörün harcamaları 25 milyar dolar civarındaydı). Harcamaların
büyük kısmı sağlık,
özel emeklilik planları,
sakatlık yardımları, ölüm sigortaları vb.ni içermektedir.
Bu tür mesleki yararların primleri işverenler tarafından, bazen de kısmen
işçiler tarafından ödenmektedir (Wormer, 1997,
79–80).
Dolayısıyla, yukarıdaki
örnekten de anlaşılacağı üzere, sosyal harcamalar sadece kamu yardımlarıyla
sınırlı değildir, bazı ülkelerde özel düzenlemelerden kaynaklanan yararlar
gittikçe artmaktadır. Bazı özel sosyal yararlar,
kamu sosyal yararlarına göre daha az açık olduğundan, bunların bazen
belirlenmesi zorlaşmaktadır.
Yukarıda da ifade
edildiği gibi, liberal yaklaşıma göre sosyal refah hizmetlerinin
sağlanmasında özel sektör ve gönüllü sektör başat bir rol oynamalıdır.
Bunların yanında, aile ve diğer kendiliğinden yardım türleri de hizmetlerin
sunulmasında yararlanılabilecek yöntemlerdir. Devletin buradaki rolü, en alt
düzeyde sözkonusu olmak üzere, ancak özel sektörün üretmek istemediği
hizmetler veya girmek istemediği hizmet alanlarında görev üstlenmektir veya
piyasaların ürettiği hizmetlere gücü yetmeyen yoksullara yardım etmektir:
Öte yandan, vatandaşların lehine olan özel sektör hizmetlerine destek
vermek, bunlara sübvansiyon sağlamak ve faaliyetlerini teşvik etmek de
liberal devletin tercih ettiği bir yöntemdir (Çalışkan, 2001,
10–11; Çevik, 1998, 117).
Günümüz itibariyle, bazı
ülkelerde devletin uzun zamandır tek başına üstlendiği birtakım
faaliyetlerin, yaşanan ideolojik dönüşüm sonucunda kamudan özel sektöre
kaydırılmaya başlandığı görülmektedir (sosyal güvenlik programlarının
özelleştirilmesi ya da sosyal refah sorumluluğunun kamudan özele kayması
bunlar arasındadır). Bazı ülkelerde, kamu programlarının yüzyüze olduğu
etkinlik sorunları ve bu programların bütçe üzerindeki yükünün azaltılması
düşüncesi, hükümetleri, özel sektörün sosyal programlara katılması
düşüncesine yöneltmiştir (Wormer, 1997, 61; Adema, 2001, 9).
1980’lerden itibaren
önce İngiltere’de başlayan ve sonra tüm dünyaya hakim olan özelleştirme
politikası, sosyal refah alanında da özel sektörden yararlanma olanaklarını
artırmıştır. Artık, toplum refahına yönelik olan sağlık, eğitim, konut,
sığınma evleri vs. her konu, özelleştirme bağlamında ele alınır olmuştur.
Genelde, bu hizmetlerin finansmanı ve sunumunun sorumluluğu kamu kesiminde
olmakta,
ancak hizmetlerin üretim ve dağıtımı
özel sektör tarafından gerçekleştirilmektedir (Ersöz, 2000, 21).
Bu yönelişin bir sonucu
olarak, son çeyrek yüzyıldır giderek artan bir şekilde sorun olmaya devam
eden sosyal güvenlik bunalımını aşmada, bu alandaki yükümlülüklerin
bireylere ve özel sektöre aktarılması ve bu şekilde bu darboğazdan
çıkılması, politik eğilimlerden birisi olarak gündeme gelmektedir. Bu yeni
anlayışa göre, devlet herkese minimum bir düzeyde sosyal güvence (gelir
garantisi) sağlayacak, bunun üzerinde bir güvenceye kavuşmak özel
programlarla / sigortalarla mümkün olabilecektir. Dolayısıyla, kamu ve özel
sektör birlikte sosyal koruma sağlayacaktır (DPT, 2001, 13).
Dünya Bankası, diğer
uluslararası kuruluşlar ve birtakım düşünce üretme merkezleri, yaşlılık
sigortası (emeklilik sistemi) başta olmak üzere, neredeyse bütün sigorta
kolları için özel programları teşvik etmekte, bu yöndeki zihniyet dönüşümüne
rehberlik etmektedir.
Bazı yazarlar, bütün
bunlara rağmen, özel kesimin bu alandaki rolüne dair cevaplanması gereken
birçok soru olduğunu ifade etmektedir. Her ne kadar diğerkamlık, insan
doğasının bir parçası olsa da ve sosyal adaletin gerçekleştirilmesinde
önemli bir rol oynasa da, özel kesimin gerçekleştireceği sosyal hizmetler,
beraberinde bir takım sorunlar da getirmektedir. Şöyle ki:
Birinci olarak, özel
sektörce gerçekleştirilecek sosyal hizmetler büyük bir olasılıkla yeterli
ölçüde bir büyüklüğe ulaşamayacaktır. İkinci olarak, bazı risklerin özel
sektörce kavranması mümkün olamayacaktır. Üçüncü olarak ise, özel kurumlar
arasındaki koordinasyon eksikliği, kurumlar arasında istenmeyen rekabete yol
açabilecek ve böylece refahın gerçekleşmesini sınırlayacaktır. Dolayısıyla,
kamu mallarının üretilmesinde, piyasanın pareto–optimal miktarda gelir
dağılımı sağlayacağı beklenmemektedir. Bu nedenle, bu tür zorluklarla en iyi
başa çıkabilecek kurumun devlet olduğu, refah devletinin, sosyal adaletin
bir gereği olduğu üzerinde durulmaktadır (Fouarge, 2003, 14).
Yine, benzer bir
şekilde, sosyal refah alanında özel sektörün gittikçe güç kazanması ve
piyasaların sosyal refah hizmetlerini üstlenmeye başlamasına yönelik olarak
aşağıdaki itirazlar sözkonusudur. Bunların başlıcaları şu şekilde ifade
edilebilir:
Birincisi, eğer insanlar
piyasada seçim tercihine sahip değilse (monopolistik bir yapılanma sözkonusu
ise, örneğin sağlık alanında), piyasalar düzgün çalışmayacak, başarısız
olacaktır. İkincisi, piyasalar bazı risk türlerini (piyasalar, sakatlık,
hastalık ve yaşlılık gibi uzun süreli sosyal sorunların giderilmesinde
yetersiz kalmaktadır) ve ekstrem gereksinimleri olan insanları
dışlamaktadır. Üçüncüsü ise, piyasalar yalnızca bireysel gereksinimlere
karşılık vermekte, sosyal gereksinimler cevapsız kalabilmektedir (özel
sektörün işleyiş mantığında kâr amacı önde geldiğinden, bir okul, bir
hastane veya bir bakımevini en fazla gelir getirici yerlerde açmaya
yönelecek, gereksinim duyulan yerler hizmetsiz kalabilecektir. Bu sebeple,
bunları teşvikler ve desteklerle istenilen bölgelere çekmek gereklidir)
(Spicker, 2003a, 2; Çevik, 1998, 117).
Dolayısıyla, sosyal
politikanın ve sosyal refah hizmetlerinin, asıl amacı kâr etmek olan özel
sektöre devri
hoş karşılanmamaktadır. Bu hizmetler piyasa koşullarında sağlanmaya
başladığında, yeterli gelire sahip olmayan yoksul bireylerin, bunlardan
yararlanamayacağından endişe edilmektedir. Bu nedenle, devletin zorunlu
sigorta ve sosyal programları sağlama görevine devam etmesi istenmektedir
(Pinch, 1997, 8).
Fakat, ileri sürüldüğüne
göre, özel kesim her zaman kendi çıkarı peşinde koşmamaktadır. Özel kesimin
kendi çıkarları dışında, toplumsal yarar sağlayan faaliyetleri de başarılı
bir şekilde yürüttüğü görülmektedir. Örneğin, ABD’deki gönüllü kuruluşlar
buna en güzel örnektir. Bu kuruluşlar, çoğunlukla kamusal olmayan finansman
kaynaklarıyla toplum içinde sosyal politikanın sağlanmasında devletle
işbirliği içinde çalışmaktadır. Uygulama göstermektedir ki, bu kuruluşlar
birçok kamu kuruluşuna kıyasla daha başarılı bulunmaktadır (Uslu, 1999,
167).
Yaşanan tartışmalar ve
uygulamalar, sosyal refah hizmetlerinin sorumluluğunun tamamıyla özel
sektöre devrinin sözkonusu olamayacağını, ancak, özel sektörün bu alandaki
payının tüm ülkelerde artmakta olduğunu, sosyal refah hizmetlerinin üretim
ve dağıtımının rekabete açıldığını göstermektedir.
Sosyal refah
hizmetlerinin yerine getirilmesi bağlamında son zamanlarda ortaya çıkan ve
kamu ve özel kesim arasındaki işbirliğini vurgulayan “quasi–market”
(piyasa–benzeri) kavramı, aşağıda açıklanan kâr gütmeyen kuruluşlar ile
piyasaları birlikte kavrayan bir kavramdır.
Quasi–market, genel
olarak bir mal ya da hizmetin ne tam anlamıyla özel, ne de tam anlamıyla
kamu tarafından sağlanmadığı bir piyasa yapısını ifade etmektedir. Bu
piyasa, mal ve hizmetleri sağlarken, unsurlardan bir kısmını “normal” bir
piyasadan alan ve bunları kamu sektörü müdahalesiyle birleştiren bir
sistemdir.
Burada önemli olan,
finansman ile hizmetin sunumunun birbirinden ayrılmasıdır. Devlet,
finansmanı sağlamaya devam ederken, sunumu ise “piyasa–benzeri” terimiyle
ifade edilen piyasa oluşumları yerine getirmektedir. 1990’lardan itibaren,
sağlık, eğitim, konut ve sosyal güvenlik gibi sosyal refah hizmeti
alanlarında quasi–marketlerin hızla yaygınlaştığı görülmektedir. Burada odak
noktası, piyasa ve devlet arasındaki ilişkidir; devletle piyasa arasındaki
çizgi, devletten piyasaya doğru kaymaktadır. Kavram, 1980’lerden sonra
İngiltere’de başlayan “refah devletinin özelleştirilmesi” uygulamalarından
sonra yoğun olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Yine, bu tür piyasanın
serbest piyasadan bir diğer farkı, tedarikçilerin kâr dürtüsüne sahip
olmalarının gerekli olmadığıdır. Müşteriler de her zaman için paraya sahip
değildir, bunun yerine kuponlara ve işlem haklarına sahiptir.
Piyasa benzeri yapıların
gelişimi, devlet müdahalesi olasılığını bütünüyle azaltmaksızın, devlet
monopolünü kırmanın bir yolu olarak görülmektedir.
“Bunlar ‘piyasa’dır,
çünkü monopolistik kamu hizmet sağlayıcıları, rekabet edebilen bağımsız
sunucularla yer değiştirir. ‘Benzeri’dir, çünkü geleneksel piyasalardan (…)
farklıdır. Farklılıklar hem arz hem de talep boyutundadır. Arz boyutunda (…)
(geleneksel piyasalardan farklı olarak) sunucular ille de kârlarını
maksimize etmek hedefinde olmadıkları gibi; özel mülkiyete ait olmak
durumunda da değillerdir. (…) Talep boyutunda, tüketicinin alımgücü (para
yerine) (…) belli bir hizmetin satınalınması için kullanıcıya ya da devletin
merkezi bir birimine tahsis edilmiş bir bütçe ya da ‘senet’ (kupon) biçimini
alabilir.”
Fakat, yapılan araştırma
bulgularının gösterdiğine göre, “piyasa–benzeri” bir trendden ziyade,
“devlet–benzeri” bir trendin geçerli olduğu görülmektedir. Hizmetlerin
sunumunda devlet ile piyasa arasındaki çizgi, devletin daha önplanda
olduğunu göstermektedir. Refah devletinin yapısında ciddi bir değişim
gözlenmemiş, örneğin, İngiltere’nin 1978’deki toplam refah harcamalarının
GSYİH’ya oranı, 1996’da da değişmemiştir (sırasıyla % 23 ve % 22,8).
(Greve, 1998, 99; Marangoz, 2001, 115–117).
4. İşyerleri ve İstihdamdan Kaynaklanan Sosyal
Yararlar
Ekonomide üretimin
gerçekleştirildiği birimler olan işyerleri, sundukları istihdam olanakları
ve çalışanlara ödedikleri ücretler ile sağladıkları mal ve hizmetler
dolayısıyla işgücünün refahını yükseltirler. İşyerleri, hem çalışma
yaşamındaki işgücüne günlük yaşamını sürdürecek ücret geliri sağlar, hem de
bir paket halinde ücretlerine ek sosyal ödenekler ve mesleki ödenekler ilave
eder. Bir işçinin, bir işverene olan toplam maliyeti, yalnızca işçinin
cebine giren net ücreti değildir. Ücret yanında, vergiler, primler, sosyal
yardımlar ve devletin sosyal görevlerinin bir kısmını işletmelere devretmesi
sonucunda (sağlık sigortası ve özel emeklilik sigortası gibi) oluşan
maliyetler vb. de sözkonusudur. Örneğin, İngiltere’de devlet, hastalık
ödeneklerindeki sorumluluğunu işverenlere devretmiştir.
İşyerleri, hastalık, iş
kazası, meslek hastalıkları, işsizlik vb. gibi bazı sosyal sigorta
kollarında, ülkeden ülkeye değişen bir şekilde, primlerin ya bir kısmını ya
da tamamını üstlenmekte, bu şekilde istihdam edilmiş kişilerin refaha
kavuşturulmalarında rol üstlenmektedir.
Gelişmiş refah
devletlerinin birçoğunda, sosyal güvence kapsamına alınma, yalnızca o
ülkenin vatandaşı olma ya da o ülkede ikamet ediyor olma ile ilgili iken
(evrensel sosyal güvence), diğer birçok ülkede ise, iş piyasasında istihdam
edilme koşuluna bağlı kılınmıştır (katkıya dayalı sosyal güvence).
Formel sektörlerde yasal bir şekilde istihdam olanağı bulan ve ücretinden
çeşitli sosyal güvenlik primleri kesilen bireyler, kamu sosyal güvence
kurumlarının sorumluluğu altına girmektedir. Ülkemizde de, bireylerin sosyal
güvenlik kapsamına alınmaları, ancak istihdam olunmaları ile mümkün
olmaktadır (Özdemir, 2004c, 597).
İşletmelerin sosyal
refah sağlamada başka görevleri de vardır. Örneğin, ABD’de işletmeler,
çalışanlarına çocuklarının eğitimi, konut, taşınma, boşanma vb. amaçlarla
ödenekler vermektedir. Yine, çocuk bakımı, alkol ve uyuşturucu
bağımlılığının önlenmesi gibi amaçlara sahip olan “Çalışanlara Yardım
Programları”nı finanse etmektedir vb (Gilbert, 1998, 6).
Ancak, işletmelerin
sosyal rolleri ile ilgili olarak ifade edilmesi gerekir ki, onların sahip
olduğu bu sorumluluğun düzeyi, devletin bu konuda takındığı tutum ve sahip
olduğu anlayışla doğrudan alakalıdır. Daha açık ifadeyle, aslında bu düzey,
devletin işletmeleri yasalarla zorunlu kılmasına bağlıdır. Örneğin, sosyal
güvenlik kurumlarına ödenen primlerin ne kadar olacağı yasalarda
belirlenmiştir, bazı ülkelerde sağlık sigortası ve yaşlılık sigortası
özelleştirilmiş ve bu konudaki sorumluluk işverenlere devredilmiştir vb.
Devletin, kamu sosyal
yardımlarının kapsamını ve düzeyini düşürmesi, çalışanları, toplu pazarlık
görüşmelerinde istihdam bazlı sosyal korumaya yöneltmiş ve bu durum,
çalışanları risklere karşı korumada işverenlerin rolünü artırmıştır. Bazı
durumlarda da, özel sosyal yararlar, özel emeklilik planlarında olduğu gibi,
kamu yararlarını tamamlayıcı olarak ortaya çıkmıştır (Adema, 2001, 9).
Birçok kişiye göre,
günümüzde de işletmelerin bu şekildeki işlevlerinin artarak sürmesi
beklenmektedir. Çünkü, küreselleşme ve neo–liberal politikaların
benimsenmesiyle birlikte, devlet, üzerindeki sosyal sorumlulukları
işletmelere devretme, böylece harcamaları azaltmanın yollarını aramaktadır.
Özellikle, sosyal güvenlik harcamalarını azaltma arayışları, işletmeleri
doğrudan ilgilendirmektedir.
Dolayısıyla, bütçelerin
sınırlandığı ve daha küçük kamu aygıtının tercih edildiği böylesi bir
ortamda, sosyal refah sağlamaya dönük menfaatleri işverenlerin sağlamasını
düzenleyen programlar, devlet tarafından tercih edilebilmektedir.
Aslında, bu durumdan
işletmelerin ve piyasaların rahatsız olduğu gözlenmektedir. Çünkü, bu
düzenleyici önlemler, işletmelerin rekabet gücünü ve etkin–maliyet
stratejisini engelleyici unsurlar olarak görülmektedir. Oldukça ironik bir
durumdur ki, işletmeler ücret–dışı maliyetleri, özellikle işçilere sağlanan
menfaatleri azaltabilme konusunda büyük endişe içindeyken, devlet, özel
sektörden yani işverenlerden en kısa zamanda bu yükü yüklenmesini
beklemektedir.
Diğer yandan, açık bir
şekilde görülmektedir ki, her ne kadar devletler sosyal sorumluluklarını
işletmeler ve piyasalar ile paylaşmayı arzulasa da, küreselleşme sadece
devlet refahının küçültülmesini değil, işletmelerin sağladığı refahın da
azaltılmasını zorunlu hale getirmektedir. Aşırı rekabetçi bir dünyada,
işletmelerden işçi menfaatlerini omuzlamalarının istenmesi, serbest ticaret
ilkesini ihlal edecek ve bir biçimde korumacılık anlamına gelecektir
(Mishra, 1999, 28).
SONUÇ
Yukarıda anlatılageldiği
üzere, son dönemde gündeme gelen yeni yaklaşımlar doğrultusunda, “refah
karması” ya da “refah çoğulculuğu” üzerinde, yani sosyal refah hizmetlerinin
sunumunda yetersiz kalan merkezi ve yerel yönetimlerin yanında, sivil
sektörün (aile, komşuluk, arkadaşlık), özel sektörün (piyasa ve işletmeler),
gönüllü sektörün (vakıf, dernek gibi kâr gütmeyen kuruluşlar) birlikte görev
yapması üzerinde durulmaktadır (Çevik, 1998,
109–111). Çünkü, insanlığın ilk dönemlerinden itibaren, zaman
zaman değişse de, bu kurumlar önemli işlevler üstlenmiştir ve üstlenmeye de
devam edeceğe benzemektedir (Kuhnle–Alestalo, 2000, 6).
Refah karması
bağlamında, sonuç olarak şu şekilde bir değerlendirme yapmak uygun
olacaktır. Tarih içinde, devlet, piyasa, toplum ve aile, sosyal refahın
sunumunda daima içiçe olmuştur. Bu ilişkilerin günümüzde yeniden
düzenlenmesi, devletin bu hizmetlerden çekilmesi anlamına gelmez. Bunu daha
farklı anlamak da mümkündür. Yani, karmaşık ve karma bir refah ekonomisinin
yeniden inşası çerçevesinde anlamak gereklidir (Pierson, 2001,
310–312).
Ancak, şu husus da
unutulmamalıdır ki, çok geniş kapsamlı olan ve süreklilik arzetmesi gereken
bu hizmetlerin, liberal görüşü savunanlar tarafından savunulduğu gibi,
tamamen piyasaya ve diğer kurumlara terk edilmesi, çoğu ülkede devlet
gücünün bile bu hizmetlerin sunulmasında yetersiz kaldığı düşünülecek
olursa, uygun bir çözüm olmayabilir (Serter, 1994, 40). En uygun
çözüm, devletin bu kurumlarla ortak hareket etmesi olacaktır.
Diğer yandan, her ne
kadar diğer aktörlere denklemde bir yer verilse bile, bunların devletin
alternatifi olamayacağı, dolayısıyla, devletin (merkezi devlet ve yerel
yönetimler) yine baş aktör olarak kalacağı bilinmelidir. Olağanüstü bir
büyüklüğe sahip olan devletin bu açıdan yerini alacak bir kurum henüz ortada
yoktur.
Tablo
SEQ Tablo \* ARABIC 1: Sosyal Refah Sağlayan Kurumlar ve Fonksiyonları
Sosyal Politika Kurumları |
Türleri |
Temel Fonksiyonları |
Sosyal Refah Fonksiyonları |
Sivil Sektör |
Aile, akraba, arkadaş, komşu |
Üreme, sosyalleşme, koruma,
dostluk, manevi destek |
Bağımlı aile üyelerinin bakımı,
aile içi mali destek |
Din |
Dini kurumlar |
Ruhi gelişme |
Bağlılarına refah, sağlık,
eğitim, sosyal hizmetler sağlamak ve danışmanlık hizmetleri |
Gönüllü Sektör |
Gönüllü kuruluşlar, gruplar |
Karşılıklı yardım, insan
sevgisi, yardımseverlik |
Kendi kendine yardım,
gönüllülük, topluma yönelik sosyal hizmetler |
Kamu Sektörü (Merkezi ve
Yerel Yönetimler) |
Merkezi yönetimler ve yerel
yönetimler |
Toplumsal amaçlarla kaynakların
yönlendirilmesi ve dağıtılması |
Yoksulluğun önlenmesi, ekonomik
güvenlik, sağlık, eğitim ve konut hizmetleri |
Özel Sektör
(Piyasa) |
Üreticiler (işletmeler) ve
tüketiciler (aileler) |
Mal ve hizmetlerin değişimi |
Mal ve hizmetlerin ticari
sosyal refahı |
(İşyerleri) |
İş organizasyonları |
İstihdam |
Ödenekler |
Kaynak:
Neil Gilbert, Paul Terrell, Dimensions of Social Welfare Policy,
Massachusetts: Allyn–Bacon Publ., Fourth Edition, 1998, s. 3.
KAYNAKÇA
DPT,
Sosyal Güvenlik Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Sekizinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı, Ankara: DPT Yay., 2001.
Gilbert,
Neil, Paul Terrell, Dimensions of Social Welfare Policy,
Massachusetts: Allyn–Bacon Publ., Fourth Edition, 1998.
|