|
Yoksullukla Mücadelede Ortak Bir Dil ve
Tanım Birliği Oluşturulmalı
1. Türkiye’de
yoksul ailelere yönelik sosyal politikaları değerlendirir misiniz?
Türkiye’de yoksul
ailelere dönük sosyal politikalar, ağırlıklı olarak maddî destekli
olmakla birlikte yoksulluğu bütünüyle ortadan kaldırıcı bir niteliğe
sahip değildir. Bunun sebebi, yoksulluğun bilimsel ve kanunî bir
bütünlük içinde sosyo-ekonomik kriterlere göre tanımlanmamış olmasından
dolayı her bir kurumun kendi sosyal inceleme ve yardım esaslarına göre
gerek süre, gerek nitelik, gerekse nicelik açısından birbirinden farklı
ve-fakat küçük miktarlarda sosyal yardım yapmasıdır. Meselâ, ' Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK)'' 2828 sayılı Kanununa göre,
yoksullukta olan, temel ihtiyaçlarını karşılayamayan ve hayatlarını en
düşük düzeyde dahi sürdürmekte güçlük çeken kişi ve ailelere, ancak
kaynakların yeterliliği ölçüsünde ayni ve nakdi yardım yapmaktadır. Bu
şu anlama gelmektedir, müracaatların fazla olması halinde yiyecek,
giyecek, yakacak ve tıbbî araç-gereç gibi aynî yardımlar
sınırlandırılabilmektedir. Diğer taraftan benzer aynî yardımlar yine
bütçe imkânları nispetinde İl ve İlçelerdeki ‘Sosyal Yardımlaşma ve
Dayanışma Vakıfları” aracılığı ile yapılmaktadır. Bir başka uygulama ise
daha çok 65 yaşın üzerinde olan yoksul yaşlıları korumayı hedefleyen
2022 sayılı kanun kapsamında yapılan nakdî yardımlardır. Bu kanun
kapsamında kimsesiz yaşlı yoksullara 2005 yılına göre ayda 63 YTL nakdî
yardım yapılmaktadır. Halbuki SHÇEK’ye müracaat eden yoksul aile
fertlerine en yüksek devlet memurunun aylığının % 40’ı üzerinden sosyal
yardım yapılmaktadır. Bu da aylık 152 YTL’ye tekabül etmektedir. Temmuz
2005’de kabul edilen yeni ‘Özürlüler Kanunu’nda ise 2022 sayılı kanunda
değişiklik yapılarak aynı kanunundan yararlanan işsiz özürlülerin
aylıkları 63 YTL’den özürlülük derecelerine göre iki ve üç mislisi
artırılmıştır. Yoksul yaşlıların aylıkları artırılmazken özürlüler
kanunu sayesinde aile ortamında yaşayan 18 yaşından küçük özürlüler bile
sosyal koruma kapsamına alınmış ve kendilerine 126 YTL ödenilmesi
öngörülmüştür. Bunun dışında Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğünün
Yönetmeliğinde 1999’da değişiklik yapılmış ve bunun sonucu olarak da
kendisinin, eşinin, çocuklarının ve bakmakla mükellef olduğu kişilerin
ihtiyaçlarını asgari seviyede sağlayamayan, başka bir yerden maaş ve
ücret almayan, çalışarak hayatını kazanmak durumda olan muhtaçlara da
aylık bağlanmıştır. Buna göre bedenî, zihnî ve ruhî yapılarında %40
azalma bulunan, organ yokluğu veya bozukluğuna uğrayan özürlülere de 657
Devlet Memurları Kanununda belirtilen miktarda aylık bağlanmaktadır.
Görüldüğü gibi, mevzuat karmaşıklığından ve muhtaçlık kriterleri
açısından farklı ölçütler uygulandığından dolayı sosyal yardım kapsamına
giren değişik yoksul kesimlere farklı gerekçelerle ve yöntemlerle birden
fazla kurum tarafından farklı miktarlarda yardım yapılmaktadır. Bu da
suiistimallere ve mükerrer yararlanmalara yol açabilmektedir. Bir başka
ifadeyle, kurumlar arasında sosyal yardım alanında koordinasyon
eksikliğinden dolayı yoksulların bir kısmı aynı anda birden fazla
kuruluştan yardım alırken, özellikle yaşlı yoksulların önemli bir kesimi
ya az bir yardım ile yetinmek mecburiyetinde kalmakta, ya da hiç yardım
alamamaktadır.
2. Kalkınma ve
sosyal devlet arasındaki ilişki nedir?
Sosyal devletin asli
işlevi, toplumsal kalkınmayı sürekli olarak ileri bir noktaya
taşımaktır. Kalkınmayı sadece ekonomik-maddî anlamda algılamamak
gerekir. Sağlam bir sosyal dokunun garantisi olan millî ve manevî
değerlerin korunması, toplumsal gelişme için bir ön şarttır. Bir
milletin sağlıklı bir kalkınmayı gerçekleştirebilmesi sadece paraya,
birtakım yapısal ve hukuki düzenlemelere bağlı değildir. Mesela, Dünya
Bankasının gelişmekte olan ülkelere kalkınmaları için yaptığı maddî
destek ve önerdiği yapısal reformlar çok işe yaramadığı ortaya
çıkmıştır. Yapılan araştırmalar, kalkınmada emek ve sermaye
etkileşiminin beklenenden çok fazla karmaşık olduğu göstermiştir.
Aslında sermaye denilen kaynak çok çeşitlidir. Fizikî sermaye, insan
sermayesi, ahlâk sermayesi, bilim-kültür sermayesi ve sosyal sermaye
gibi türlerinin her birinin kalkınma için ayrı bir öneme sahiptir.
Katılımcı demokrasi ve uzlaşma kültürünü de buna eklersek sosyal devlet,
aynı zamanda birbirinden bazen farklı toplumsal talepleri de kamusal
alana çekerek, siyasî yönden uzlaştırıcı bir rol üstlenir. Katılımcı
demokrasi yöntemleriyle kalkınmayı sağlamak isteyen bir sosyal devlet,
halkın sosyo-ekonomik sorunlarına çözüm ararken, kendi ideolojik
hükümranlığını topluma dayatmak yerine, örgütlenebilen ve örgütlenemeyen
sosyal kesimlerin ihtiyaçlarını dikkate alarak, mümkün mertebe
muhataplarıyla birlikte karar alır. Resmî ideolojileriyle toplumu
dizginlemeye uğraşan ve dolayısıyla çoğulcu, özgürcü ve katılımcı
demokrasi uygulamalarından korkan bir sosyal devlet, değil sosyal
kalkınma ve sosyal adalet gibi üst hedeflere ulaşmak, toplumsal barışı
dahî uzun dönemli olarak temin edemez. Haddizatında böyle bir devlete
“anayasal sosyal devlet” yerine sosyal politikayı kerhen ve sembolik
(sınırlı) olarak uygulayan “anayasalı sosyal devlet” demek yerinde olur.
Dolayısıyla sosyal devlet ile kalkınma arasında gerçek anlamda pozitif
bir ilişkinin varlığından bahsedebilmek için, anayasal sosyal devlet
yapısının ve sosyal politika enstrümanlarının katılımcı demokrasi
ilkelerine göre biçimlendirilmiş olması gerekmektedir. Her iki kavramın
tahlili iyice yapılmadan kalkınma ile sosyal devlet birbiriyle
özdeşleştirilemez. Meselâ, kalkınma hedefi içinde gelir adaleti ilkesine
yer vermeyip bundan sadece ekonomik büyümeyi ve millî geliri artırmayı
amaçlıyorsanız, böyle bir maddî kalkınma sosyal politika programları
uygulamadan da gerçekleştirilebilir. Öyle ise sosyal siyaset kapsamında
kalkınma, ekonomik büyümenin yanında sosyal adâlet, sosyal koruma,
sosyal sermaye gibi sosyal bütünleşmeyi sağlayan unsurlarla birlikte
anılmalı ve değerlendirilmelidir. Bu durumda, (maddî) kalkınma ile
sosyal devlet arasında zorunlu bir pozitif ilişki bulunmamaktadır.
Ancak, bir bütünlük içinde sosyo-ekonomik dengeleri esas alan bir
toplumsal kalkınma anlayışı ile sosyal devlet arasında müspet bir bağın
varlığından bahsetmek mümkündür.
3. Türkiye’de
yoksulluğun önlenmesinde STK’ların rolleri ve önemleri nelerdir?
Sosyal boyutlu
STK'lar, kamu kuruluşlarının eksik bıraktığı veya ulaşamadığı yerlerde
tamamlayıcı bir fonksiyon icra etmekte ve toplumda var olan sosyal
dayanışma ve yardımlaşma duygusunu örgütlü bir şekilde canlı
tutabilmektedirler. Bazı Avrupa ülkelerinde yoksullukla mücadeleden
sorumlu resmî sosyal yardım kurumları ile STK’lar arasında ciddî
işbirlikleri mevcuttur. Bazı ülkelerde ise özellikle sosyal hizmetler
faaliyetlerinin hemen bütünü kilise ve diğer dinî cemaatlere bağlı
STK’lar tarafından yürütülmektedir. Ülkemizde ise yoksullukla mücadele
çalışmalarında kamu kurum ve kuruluşlarının yanında STK’ların özel
çabaları da yetersiz kalmış ve sonuç olarak da yıllar içinde yoksulluk
varlığını arttırarak devam etmiştir. Bunun bir çok sebebi var. Kendi
başına bir tez konusu olacak kadar çok boyutlu olarak üzerinde
durulabilir. Ama biz burada bu konuya kısaca temas edeceğiz. Bir kere
Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık 40 yıl sonra sosyal devlet
olma özelliğini kazanmıştır. Devletin sosyal politikaları ise çok dar
anlamda algılanmış ve daha çok ücretli kesime yönelik
biçimlendirilmiştir. Ancak, 70’li ve 80’li yıllardan sonra merkezî
sosyal politikalar bazı yoksul kesimlere dönük işlev görmüştür.
Yoksullukla topyekûn mücadelede devlet merkezli politikaların tek başına
bir çare olmadığı bilindiği halde, devlet, sosyal politika alanında ne
kendi başına etkin mücadele yöntemleri geliştirebilmiş, ne de sosyal
politikalarına ortak olabilecek STK’lere destek vermiştir. Destek vermek
bir yana sosyal alanda faaliyet göstermek isteyen özellikle zengin
dindar kesim tarafından oluşturulmak istenen STK’ların bir çoğu devletin
resmî ideolojine rakip olabilir düşüncesiyle sakıncalı bile görülmüştür.
Dindar kesim de devletin bu tavrı karşısında “cami yaptırma ve yaşatma
derneği” gibi isimler altında daha çok fizikî yapılanmalara dönük sivil
inisiyatif oluşturmuştur. Yoksullukla mücadelede özellikle maddî yönden
önemli bir destek kapasitesine sahip olan diğer zengin kesimler ise, iş
dünyalarını örgütlemek, menfaatlerini geliştirmek ve baskı grubu
oluşturmak adına yardım derneklerinden çok sanayi dernekleri
oluşturmuşlardır. Göç nedeniyle memleket hasreti çekenler ise hemşerilik
anlayışı çerçevesinde dayanışma ve yardımlaşma dernekleri kurmuşlardır.
Bu derneklerde kısmî de olsa sosyal yardımlar yapılsa da genelde
muhtaçlık ölçütleri esas alınmadan daha çok hemşeriler arasında
gerçekleşmektedir. Türkiye devleti, özellikle dinî ve sosyal boyutlu
STK’ları siyasî yönden kendine bir rakip olarak gördüğü için, sosyal
yardımlaşmayı örgütleyebilecek sivil oluşumlarının önünü uzun yıllar
tıkamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, demokratik gelişme ile birlikte
katılımcılık ilkelerini de esas alacak olursa yönetişim anlayışı
gereğince, yoksulluk ile ilgili politikaların oluşturulmasında ve
uygulanmasında STK’larla işbirliğine gidecektir. Bunun yanında
yoksullukla mücadele, fakirlere maddî destek sağlamak ile mümkün
olabileceğine göre, özellikle zengin kesimin daha sosyal duyarlı hale
getirilmesi ve sosyal amaçlı STK’lara katılmaları da sağlanmalıdır.
Ancak maddî yönden güçlü ve sosyal duyarlı STK’lar yoksullukla
mücadelede sosyal devlete katkı sağlayabilir.
4. Bir makalenizde
“Yoksulluk Kanunu” ihdas edilmelidir diyorsunuz. Bu kanunun
gerekliliğinden ve sonuçlarından bahseder misiniz?
Türkiye Cumhuriyet devletinde, gerek ekonomik
yetersizliklerden, gerekse resmî ideolojinin dayattığı ilkelerden dolayı
yoksulluk uzun yıllar âdeta inkâr edilmiş, sosyal yapıyı tehdit eder
noktasına eriştiğinde ise bir sosyal sorun olarak kabul edilmiş ve
demokratik gelişme ile beraber geç de olsa sosyal politika kapsamına
alınmıştır. Bununla birlikte, yoksulluğun ne olduğu, neden ortaya
çıktığı, tezahürlerinin neler olduğu ve yoksullukla nasıl ve hangi
sosyal politika yöntemleriyle stratejik olarak mücadele edilmesi
gerektiği hususlar belirlenmeden iyi niyetli ve-fakat birbirinden
tamamen kopuk uygulamalara ve yöntemlere başvurulmuştur. Yoksulluk ile
doğrudan ilgilenen kamu kuruluşlarının sayısı artmasına rağmen,
yoksullukla mücadelede etkin sonuçlar elde edilememiştir. Yoksullukla
ciddî anlamda mücadele edilmesi isteniyorsa buna ister “Yoksulluk
Kanunu” isterse “Sosyal Yardım Kanunu” diyelim önemli olan yeni ve
toparlayıcı bir kanunî düzenleme ile yoksullukla mücadelede takip
edilecek temel esasların ve somut uygulamaların belirlenmesi şarttır.
Yapılması gerekenler kısaca şunlardır:
a)
Yoksulluk, genel bir sosyal risk olarak kabul
edilmeli ve sosyal güvenlik sistemi içinde değerlendirilmelidir.
Yoksulluğa karşı sosyal politikalar, bir bütün olarak ele alınmalı ve
tek bir bakanlık (kurum) çatısı altında toplanmalıdır. Sosyal yardım
yapan kurumların işbirliği içinde hareket etmeleri, bürokratik yönden
zor ve maliyetli olduğu için, il ve ilçeler bazında da yoksullukla
mücadelede tek bir kurum sorumlu tutulmalı ve sosyal yardım programları
da bir kurumsal çatı altında sistematik olarak yeniden
yapılandırılmalıdır. Bu kurum, yoksulluk olgusunu ortaya koyan ve bu
alanda gerçekçi bir veri tabanı oluşturan saha araştırmaları ve
performans değerlendirmeleri, bağımsız kuruluşların denetimi altında,
sürekli olarak yapmalıdır.
b)
Sosyal yardımdan sorumlu kurum, etkinliğini
artırmak maksadıyla sivil toplum kuruluşları ve yerel yönetimlerle
işbirliğine gitmeli ve ortak hareket etmelidir.
c)
Maddî yoksulluğu ve bunun muhtemel olumsuz
sosyo-kültürel yansımalarını (yoksulluk kültürü) topyekûn olarak ortadan
kaldırmak maksadıyla sosyal yardım ve sosyal hizmetler faaliyetleri
birlikte yürütülmelidir.
d)
Nakdî sosyal yardımlar, özellikle işgücü
niteliğine sahip olan yoksullara belirli sosyo-kültürel şartlara bağlı
(meslekî eğitim veya okuma yazma programlarına katılma; çocuğunu okula
gönderme vb.) ve kişinin ekonomik bağımsızlığına kavuşması durumunda
(kısmî) geri ödemeli olarak yapılmalıdır. Bazı durumlarda sosyal yardım
yerine sosyal teşvik kapsamında yoksul girişimciler için mikro-finans
projeler geliştirilmelidir. Çalışmaya muktedir olmayan yoksul özürlü,
malul ve yaşlılara, şartsız olarak sosyal yardım yapılmalıdır.
e)
Yoksullukla mücadele konusunda ortak bir dil
ve tanım birliği oluşturulmalıdır. Tek bir muhtaçlık tanımı yapılmalı,
ölçütleri belirlenmeli ve sosyal yardım miktarları, asgarî sosyo-kültürel
ihtiyaçları karşılayacak seviyede ayarlanmalıdır. Miktarlar, AB sosyal
kriterlere uygun olarak belirlenmelidir. Gelir merkezli yaklaşıma göre
tanımlanan mutlak yoksulluğa veya gelir yoksulluğa karşı mücadele
yöntemi olarak AB’de uygulanmakta olan “Ortalama Net Gelirin
Eşdeğerliliği” prensibi benimsenmelidir. Gelir merkezli yaklaşımda
yoksulluk, gelir eksikliği ile belirlenmekte ve ortalama kişi başına
düşen gayri safi milli gelirden sapan gelir miktarı olarak
tanımlanmaktadır. Gelir yoksulluğunu ortadan kaldırmak maksadıyla AB
ülkelerinde ödenen asgarî sosyal yardım miktarı, fert başına düşen
ortalama millî gelirin % 40 ile % 60 arasında değişmektedir. Bu şekilde
belirlenen ve ödenen para, diğer sosyal grupların ortalama refah
düzeyine yaklaşık olarak eşdeğerde görülmektedir. Ülkemizde sosyal
yardım miktarı, ilk merhalede fert başına düşen millî gelirin % 30’u
üzerinden hesap edilebilir. Bu oran, 5-10 yıl içinde % 40 ve % 50’lere
yükseltilmelidir, ta ki mutlak yoksulluğun yanında göreceli yoksulluk da
ortadan kaldırılabilsin ve diğer sosyo-kültürel ihtiyaçlar
karşılanabilsin.
f)
Ailenin sosyal refahını artırmak için, çocuğun
getireceği ekonomik yükün hafifletilmesini amaçlayan aile ödenekleri
sistemi modern bir sosyal güvenlik vasıtası olarak kurulmalıdır. Aile
ödeneklerinin kapsamı, sadece ücretlilerle sınırlı tutulmamalı, sosyal
güvenliği olmayan tüm çocuklu aileler de yararlandırılmalıdır. Aile
ödenekleri, gelire bağlı olmaksızın sosyal bir hak olarak kabul
edilmeli, ödenek miktarları çocukların zaruri ihtiyaçlarını ve diğer
sosyal giderleri karşılayacak şekilde tespit edilmelidir.
g)
Aile ödenekleri ve sosyal yardım sistemi,
gelir dağılımı politikaları, konut politikaları, eğitim politikaları,
aktif istihdam politikaları ve genel sağlık politika ve hizmetleriyle
bir arada ele alınmalı ve birbirini tamamlayıcı bir anlayışla
uygulanmalıdır.
h)
Aile ödeneklerinin yanında sosyal yardım ve
hizmetlere yeterli kaynak aktarılmalıdır. Kaynaklarının maksadına uygun
olarak kullanımını sağlamak için, fonlar bağımsız kuruluşların ve
STK’lerin denetimine açık olmalıdır.
|