TARAKLI VE
GÖYNÜK ÇEVRESİNDE ESKİ TÜRK İNANÇLARININ İZLERİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Halil İbrahim YAVUZ
ÖNSÖZ ve TEŞEKKÜR
Kültürel etkileşimin
çok yoğun yaşandığı günümüzde, örf ve(ya) âdet dediğimiz geçmişten günümüze
gelen ve hayatımıza yön veren kültür unsurları, giderek kaybolmaktadır.
Geleneklerin kaynağı, Eski Türk İnançlarına, yani İslâm öncesi dönemlere
dayanabileceği gibi, İslâm’ın toplumsal hayatta etkinlik kazanmasıyla oluşan
ve yerleşen İslâmî örf ve âdetler de olabilir. İslâm dinine göre yasaklanmış
olan eski Türk inançları, zamanla ya tamamen ortadan kalkmış, ya da İslamî
bir şekil alarak, hayatiyetini devam ettirebilmiştir. Bununla birlikte,
misafirperverlik, büyüklere saygı ve yardımlaşma gibi eski Türk inançlarının
önemli sosyal unsurları, İslâm dininin teşviki ile daha da gelişmiştir.
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden beri Türk-İslâm
yurdu olan Taraklı ve Göynük köylerinde eski Türk inançlarının izlerini
halen görmek mümkündür. Şehirleşme oranının, okuma yazmanın ve kültürel
etkileşimin son dönemlere kadar düşük olduğu bu bölgede, gelişen teknoloji
ve iletişim imkânları, okuma yazma oranının artması gibi sebeplere bağlı
olarak, eski Türk inançlarının sosyal hayattaki etkinliği, giderek azalsa da
özellikle orta yaş üstü insanlarda bu gelenekler aynen devam etmektedir.
Eski Türk inançlarının izlerinin, diğer bölgelere göre
halen yoğun olarak görüldüğü Taraklı ve Göynük köylerinde araştırma yapmadan
önce Abdülkadir İnan, Bahattin Ögel, İbrahim Kafesoğlu, Emel Esin gibi eski
Türk inançları üzerinde bir çok araştırma yapan bilim adamlarının
eserlerinden yararlandık. Daha sonra, elde edilen bulguları, analiz ve
mukayese etmek amacıyla araştırma bölgemizde yaşça büyük insanların
anlattıklarına ve bizzat kendi gözlemlerimize dayanarak Eski Türk
İnançlarının bölgedeki somut yansımalarını değerlendirdik.
Bu çalışmamda benden hiçbir emeğini esirgemeyen,
çalışmamın her aşamasında bana fikir ve eleştirileriyle yoğun destek
sağlayan tez danışmanım Sayın Yard. Doç. Dr. Recep Yaşa hocama,
katkılarından dolayı Taraklı Belediye Başkanı Sayın Tacettin Özkahraman
bey efendiye, sosyal hadiselere farklı açılardan bakmama yardımcı olan bu
bölgenin insanı Sayın Doç. Dr. Ali Seyyar ağabeyime ve nihayetinde
çalışmalarıma manevî katkı sağlayan eşim Betül hanıma içtenlikle teşekkür
etmeyi bir borç bilirim.
ÖZET
TARAKLI-GÖYNÜK VE ÇEVRESİNDE ESKİ TÜRK İNANÇLARININ İZLERİ
Anahtar Kelimeler:
Eski Türk İnançları; Şamanizm; Gök-Tanrı İnancı
Osmanlıların ilk yerleşim bölgelerinden
olan Taraklı-Göynük ve çevresi, eski dönemlere ait inançlar açısından zengin
bir mirasa sahiptir. Çalışmamızın amacı, geçmişten bugünümüze kadar
gelebilen ve yöredeki varlığını değişik yansımaları ile sürdürebilen Eski
Türk İnançlarının izlerini ortaya çıkarmak ve sosyal hayattaki önemini
belirlemektir. Bunu sağlayabilmek için, çalışmamızın ilk bölümünde yörenin
tarihî özellikleri ile sosyo-kültürel yapısı ele alınacaktır.
Ancak, Eski Türk İnançları, zannedildiği
gibi, kendi içinde de bir mânâ bütünlüğü arz eden bir kavram değildir.
Bundan dolayıdır ki, bu kavramın İslâm öncesi dönemlere ait Şamanizm gibi
diğer inanç sistemleri ile de mukayese edilmesi gerekmektedir. Bu
gerekçelerle yola çıkarak, ikinci bölümde ağırlıklı olarak Eski Türk
İnançlarının kavramsal içeriği üzerinde durulmakta ve eski veya yeni olarak
tanımlanabilen diğer inanç sistemleri ile kıyaslanıp, değerlendirilmektedir.
Üçüncü bölümde ise yörede hâlen geçerli olan ve sosyo-kültürel hayatın bir
parçası olan Eski Türk İnançlarının izleri üzerinde araştırmalar
yapılmaktadır. Doğum, evlenme ve ölüm gibi hayatın hemen hemen her safhasına
ait hadiselerle ilgili inançlar, değişik boyutlarıyla tek tek incelenmekte,
bunların köklerine inilmekte ve Eski Türk İnançları açısından
değerlendirilmektedir.
Taraklı-Göynük ve köyleri ile ilgili Eski
Türk İnançları çalışmaları, genel hatlarıyla bir alan araştırmasıdır.
Kaynakları, tarihî belgelere, bu yöreye ait şahsî araştırmalarımıza ve
gözlemlerimize dayanmaktadır. Yöresel bilgi kaynaklarının önemli bir kesimi,
yaşlı ve tecrübeli köylülerin ifadelerinden ve büyüklerinden duyduklarından
oluşmaktadır. Sorularımızla ilgili aldığımız cevaplar, doğum, evlilik ve
ölüm gibi hayatın safhalarına göre sıralanıp, Eski Türk İnançları açısından
değerlendirilmektedir. Bunun yanında yöresel yaşam tarzının bir parçası olan
bazı önemli halk inançlarını, tutum, davranış, âdet ve gelenekleri, Eski
Türk İnançlarından ayrı bir çizgide düşünemediğimiz için, bunlara da yer
verip, değerlendirmeye tâbi tuttuk.
SUMMARY
TRACES OF OLD TURKİSH BELİEFS İN
TARAKLI-GÖYNÜK AND THEİR SURROUNDİNGS
Key Words: Old Turkish Beliefs;
Shamanism; Belief of Sky-God
Taraklı-Göynük and their surroundings,
which are one of the first settlements of the Ottoman’s, has a rich heritage
of beliefs belonging to old epochs. Old Turkish beliefs, comming from the
past are existing in different variations in this region. Therefore the aim
of this work is to find out the races of old Turkish beliefs in this region
and to point out their importance in social life. To reach this aim the
historical caharacters and the socio-cultural structure of this reagion will
be studied in the first section of this work.
But the term of “Old Turkish Beliefs” isn’t
a term which includes an uniform meaning on the whole. Therefore this term
has to be compared with the other belief systems belonging to non-islamic
epochs like Schamanism. Based on these reasaons in the second section the
definitional meaning of “Old Turkish Beliefs” wiil be dealt with the
connection of other old belief systems.
İn the third section the “Old Turkish
Beliefs” which are valid and a part of the socio-cultural life in this
region will be researched. Events belonging to life phases like birth,
marriage and death will be examined from different dimensions at full length
and valued by “Old Turkish Beliefs”.
The working about “Old Turkish Beliefs” in
the region of Göynük-Taraklı and their villages is a field research. The
sources are based on historical documents, private research and observation
belonging to this region. Important part of the regional information sources
are composed of declaration of old and experienced peasants and of hearing
from their ancestors. The answers of our questions will be put in a row
according to the life phases like birth, marriage and death and valued with
the actuel reality of “Old Turkish Beliefs”. Besides believing that they are
in the same line with the “Old Turkish Beliefs” some of the important
beliefs which are a part of the regional life style will be valued.
GİRİŞ
İnsanların yaşantısını
şekillendiren faktörler arasında tarihî geçmişten gelen inançlar,
milletlerin tarihinde önemli bir yer almaktadır. Bu inançları şekillendiren,
çoğu kez milletçe yaşanmış olan hayat tarzıdır. Hayat tarzını belirleyen
unsurlar içinde de toplumların içinde bulunduğu yakın ve uzak çağlardaki
sosyal münasebetler önemli bir yer tutmaktadır. Türk toplumunun inanç
yapılarını ve bunların bir hayat tarzına dönüşmesini anlayabilmek için, bir
anlamda tarihin çok eski dönemlerinden günümüze kadar ulaşmış bulunan bütün
dinî ve kültürel birikimleri, bilimsel bir anlayışla değerlendirmek
gerekmektedir.
Günümüz, bilimsel ve
teknolojik değişim açısından eski çağlardan çok üstün bir gelişme göstermiş
olmasına rağmen, sosyal ve kültürel değişim açısından özellikle kırsal
alanlarda daha yavaş bir seyir göstermektedir. Bilindiği gibi, sosyal ve
kültürel unsurların ve halk inançlarının, ortaya çıkışı gibi ortadan
kaybolması da uzun bir süreç içerisinde ancak gerçekleşmektedir. Kırsal
kesimde ise, özellikle halk inançlarının varlıklarını daha uzun bir süre
koruyabilmiş veya koruyabilmekte olmaları, halk inançlarının sadece
toplumsal bilinç altında gizli olması ile izah edilemez. Kırsal kesimin,
maddî refah boyutuyla diğer sosyal kesimlerden daha elverişsiz şartlarda
yaşamasına karşılık, âdet ve gelenekler çerçevesinde sosyal dayanışmaya daha
önem verdiği görülmektedir.
Şüphesiz bu da sosyal ve
kültürel unsurların dimdik ayakta kalmasını temin etmektedir. İnançlar ise,
bu hayat tarzının zihinsel temellerini oluşturmaktadır. Kırsal bölgelerde de
Eski Türk İnançlarının anlamı ve mâhiyeti, özellikle İslâm dinînin ortaya
çıkması ile birlikte yeni çağlara kıyasla büyük ölçüde değişse bile,
sosyo-kültürel yansımaları açısından başka bir tarzda devam edebilmektedir.
Eski Türk inançlarından İslâm dinîyle çelişmeyenleri varlıklarını aynen
devam ettirmiş,dine aykırı unsurlar ise ya tamamen ortadan kalkmış ya da
İslâmîleşerek varlığını devam ettirmiştir.
Kökünü eski Türk
inançlarından alan halk inançlarını, kavranabilir, bütün teferruatıyla ve
derindeki özüyle anlaşılabilir hâle getirebilmek için, tarihî süreç içindeki
dinî-kültürel gelişim safhaları ile birlikte ele alınması zorunludur.Yüz
yıllar içinde şekillenen hayat tarzı; halkın inançlarını, değer yargılarını,
taşıdıkları müşterek kültür unsurlarını ve geleceğe aktarmak istenilen
ilkeleri ifade etmektedir. Eski Türk inançlarının mahiyetini ve
yansımalarını daha iyi anlayabilmek için, kültürel değerleri ve kültür
çeşitlerini burada kısaca izah edelim:
Kültür ve Kültürel Değerlerin Tanımı
Kültür
(Hars), sosyal hayat süreci içinde ortaya çıkan ve bir millete niteliklerini
veren ve başka millet veya toplumlarda farklılık gösteren ortak inançların,
maddî ve mânevî değerlerin bütünüdür [Seyyar, 2003; 275].
“Bir
topluluğun kendi tarihî tekâmülü hususunda sahip olduğu şuur demektir, o
sûretle ki, bu insan topluluğu, bu tarihî tekâmül şuuruna atfen gelişmesini
sağlar” [Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Plân Özel İhtisas Komisyonu
Raporu].
Millî
kültür, tıpkı millî ahlâk gibi milletin tarih içinde doğan ve milletin büyük
ekseriyeti tarafından benimsenen bir normlar ve kıymetler nizamı olarak
tanımlanabilir [Niyazi, Millî Ahlâk; 2003].
Kültür, bir çok olumlu fonksiyon icra etmektedir. Bunların başında şu
özellikler gelmektedir [İşçi, 2000: 29]:
1.
İçgüdüsel veya kalıtımsal olmaktan ziyâde tarihî
miras, kalıplaşmış inançlar yoluyla yeni nesle aktarılır ve öğretilir.
2.
Sosyal yönü açısından örgütlenmiş grup ve
toplumların eseridir ve paylaşılır.
3.
Ferdî tutum ve davranışlardan farklı olarak ideal
veya idealleştirilmiş kaideler manzumesidir.
4.
Mânevî ve sosyo-kültürel ihtiyaçlarımızı karşılar
ve insanları mutlu eder.
Kültürel değerler ise, kültür yoluyla, nesilden nesile geçen genel
değerlerdir. Somut olarak ifade etmek gerekirse, kültürel değerler içinde
örneğin başarı, disiplinli bir iş ve çok çalışma. ahlâkî değerlere bağlılık,
insancıl olmak, pratiklik ve yeterlilik, kendinî geliştirme, iyi bir hayat
biçimi, eşitlik, hürriyet, uyumlu olmak, bilime olan inanç ve akılcılık,
milliyetçilik ve patriyotizm (vatanseverlik), kendine ve başkalarına saygı.
Cemaat içinde olma ve cemaatle birlikte çalışmaya ve grup başarısına inanç
gibi bir çok unsur bulunmaktadır [Seyyar, 2003: 277].
Toplumsal değişim ve inançlardaki değişim ile birlikte kültürel değerler de
ya değişmekte, ya da bunlara yenileri eklenmektedir [İşçi, 1999: 16].
Eğitimdeki anlayış farklılıkları, dine bağlılık veya dinden uzaklaşma,
ahlâkî erozyon veya güzel ahlâkın toplumda benimsenmesi gibi bir çok
psiko-sosyal faktör, hem inançlardaki değişime, hem de kültürel değişime
sebebiyet vermektedir. Diğer yandan teknoloji, fiziki çevre, başka kültürle
karşılaşma ve kültürün kendi içinden gelen değişmeler [İşçi, 1999: 16] de
eski inançları ya sarsmakta, ya da bunların yerine yeni inançların ortaya
çıkmasını sağlamaktadır.
Eski
Türk İnançları, bütün bu kültürel değişim faktörlerine rağmen şu veya bu
şekilde, yani biraz değişime uğramış olsa dahî ayakta kalabilmiş ise, bunun
iki sebebi olabilir: Kültürel değişime yol açan faktörlerin etkinliği ya
sınırlı kalmış olabilir, ya da toplumsal olarak Eski Türk İnançlarına
bağlılık sarsılmayacak kadar güçlüdür. Elbette bunların bir karışımı da söz
konusu olabilir. Ancak, şu bir hakikattir ki, kültürel değişim faktörlerinin
fazla uğrayamadığı yerlerde Eski Türk İnançlarının izlerini görmek nispeten
daha kolaydır.
Taraklı ve Göynük gibi kırsal alanlarda millî kültürün âdeta bir parçası
hâline gelen Eski Türk İnançlarının varlığından, teknolojik değişimlere
rağmen bahsedilebiliyorsa, bunun sebebini kültürel değişim faktörlerinin
etkinsizliğinden ziyâde yöre halkının Eski Türk İnançlarını, âdet ve
geleneklerine uygun bir biçimde modern değerlerin ve teknolojik yeniliklerle
birlikte yaşamak istemelerine bağlanmalıdır. Bu isteğin kaynaklarını ortaya
çıkarmak ve millî kültür ile Eski Türk İnançlarını mukayeseli olarak
değerlendirebilmek için, kültürün değişik yansımalarını (çeşitlerini)
incelemekte fayda vardır.
Kültür Çeşitleri Açısından Eski Türk İnançları
Kültür, bir toplumda genelde tek bir görüntü ile ortaya çıkmamaktadır.
Farklı norm ve değerlerden dolayı millî kültür içinde dahî bazen değişik
kültürel anlayışlar şekillenmektedir [Seyyar, 2003; 276]. Eski Türk
İnançları ile kültürel varyasyonlar arasında bir bağın olup olmadığını
inceleyebilmek için, kültür çeşitlerini ortaya sermekte fayda vardır.
Çeşitleri veya türleri açısından kültürü birkaç kategoriye ayırmak mümkündür
[Seyyar, 2003; 276].
a)
İdeal Kültür: Toplumu bir arada tutan norm ve
değerlerin sadece kaidelerde geçerli olmasıdır.
b)
Gerçek Kültür: Norm ve değerlerin pratikteki,
günlük hayattaki uygulanış veya bulunuş biçimi.
c)
Yüksek (Seçkin) Kültür: Toplum içinde hususî bir
hayat biçimi, zevkleri, alışkanlıkları olan küçük bir elit grubunun (high
society), zenginlerin ve(ya) eğitim seviyesi yüksek grupların sahip olduğu
kültür (Örn.: Klâsik müzik dinlemek; Tiyatro ve operaya gitmek; İlmî kitap
ve dergileri tâkip etmek; Pul ve antikaya meraklı olmak).
d)
Popüler (Yaygın) Kültür: Büyük halk kitlelerin
benimsediği hayat biçimi, zevkler ve farklı değerler (Örn. TV seyretmek,
futbol maçına gitmek, magazin ağırlıklı gazete ve dergileri okumak).
e)
Alt Kültür (subcultures): Toplumun temel kültürel
değerlerini paylaşan, ancak bunun dışında kendinî diğer gruplardan ayıran
değer, norm ve hayat biçimleri olan gruplardır.
f)
Karşıt Kültür (counter culture): Bir alt kültür
olup değer, norm ve hayat biçimleri açısından içinde yaşanılan kültüre ters
düşen tutum ve davranışları içeren bir kültürel farklılaşma.
g)
Yerel (mahallî) Kültür: Belirli bir toplum için
geçerli olan kültür. Belirli bir kültürde görülen ve adlandırılan bir
davranışın, görüldüğü kültüre ait olduğunu iddia eden yerel yaklaşım. Bu
terim, böyle bir kültür ortamında belirli bir davranışın karışıklığını
anlayabilmenin yolunun, o davranışın içinde oluştuğu kültürlerden geçtiğini
ifade eder.
h)
Etik Kültür: Belirli bir kültürde elde edilen
sonuçlarının, evrensel doğrular olduğunu iddia eden etik yaklaşım. İnsan
davranışının ve psikolojik süreçlerinin, kültürden bağımsız olduğunu ve
ahlâkın da evrensel olduğunu savunan bir terim.[Seyyar, 2003; 276].
Bir
toplumun kültürel zenginliğini de yansıtan bütün bu kültürel çeşitlilikler,
aslında millî kültürün bir parçası olmakla birlikte, genel kültür
anlayışının dışında da tezahür eden kültürel unsurlardır. Dolayısıyla Eski
Türk İnançlarını, millî kültürden ziyâde millî kültür içinde yer alan
kültürel varlıklarla mukayese etmek belki de daha isabetli olacaktır. Çünkü,
son yıllarda teknoloji, bilim ve hatta kültür alanında bir çok yenilikler,
hem halk inançlarını, hem de kültürel değerleri değiştirmeye muktedir
olmuştur. Bundan dolayıdır ki, artık genel bir yaklaşım ile Eski Türk
İnançlarının da millî kültürün vazgeçilmez bir parçası olduğunu iddia etmek
gittikçe güçleşmektedir. Her şey değişime uğradığına göre elbette kültür ve
bununla birlikte inançlar da, diğer alanlardaki hızla olmasa da zamanla
değişime uğramaktadır. Burada belki de sorulması gereken şudur: Kültürel
değerler ve dolayısıyla bunun bir parçası olan halk inançları, hangi
kültürel alanlarda ve hangi bölgelerde hangi faktörlerin etkisiyle daha
hızlı veya daha yavaş değişmektedir.
Kültür
çeşitlerini yeniden ele alacak alırsak, bu soruya cevap vermenin de o
nispette kolay olacağını düşünmekteyim. Burada yerel kültür ve alt
kültür kavramları, önemli bir yer almaktadır. Taraklı ve Göynük
ilçelerinin köylerinde Eski Türk İnançlarının izlerinden hâlen
bahsedilebiliyorsa, bunu, bu iki kültürel olgu ile izah etmek mümkün
olacaktır. Eski Türk İnançları, şehirleşme ve batılılaşma süreci içinde
genel anlamda millî kültürün bir parçası olma hususiyetini gittikçe
yitirirken, kırsal bölgelerde varlığını sürdürebilmesi, onu daha çok yerel
bir konuma kaydırmaktadır. Buna binaen, Eski Türk İnançlarının yerel
kültürün ta kendisi veya önemli bir unsuru olduğunu iddia edebiliriz.
Diğer
taraftan Taraklı ve Göynük insanın yanı yerel halkın, kendine has bütün bu
inanç özelliklerine rağmen milletin temel kültürel değerlerini de
paylaştığını düşünecek olursak, yerel kültürün yanında bir alt kültürün
oluştuğunu tespit edebiliriz. Konu ile ilgili olarak son tahlilde şunu
söylemek mümkündür: Millî kültürden ziyâde son yıllarda daha çok yerel ve
alt kültürlerin bir parçası olduğunu düşündüğüm Eski Türk İnançları, her ne
kadar milletçe bilinse dahî, pratik olarak bir hayat tarzı olarak daha çok
kırsal kesimde yaşayan topluluklara ait bir inanç sistemidir. Bu inanç
sisteminin somut yönleriyle hayatiyetini koruyabilmesi, bölge insanın büyük
çapta âdet, gelenek, örf, dinî ve millî şuura sahip olması ile yakından
ilgilidir. Eski Türk inançlarının izlerini klâsik hayat tarzının yaygın
fakat şehirleşme oranının düşük olduğu, Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri
Türk ve İslâm yurdu olan Taraklı ve Göynük köylerinde görmek mümkündür.
Çalışmanın Amacı
İfade edildiği üzere
Taraklı ve Göynük köyleri, eski Türk inançlarının izlerinin hâlen görüldüğü
bölgelerimizden birisidir. Amacımız, çağımızda görülen sosyal değişim ve
dönüşümün tarihî dokusuyla özel bir yere sahip olan bu bölge üzerindeki
etkinlerini araştırmak ve bölge insanın kültürel mirasımızın bir parçası
olan eski Türk inançlarını koruma yönündeki direncini ve bu direnci sağlayan
psiko-sosyal ve kültürel unsurları ve(ya) sebepleri tahlil etmektir. Bununla
birlikte, bir halk bilim (folklor) adamından farklı olarak bölgedeki
inançların tarihî köklerini ortaya çıkartarak, bu inançların Selçuklularda,
Osmanlılarda ve günümüzdeki uygulanış biçimlerini tespit etmek, konumuz
itibariyle en önemli amacımızdır.
Çalışmanın Yöntemi
Hazırlık aşamasında
Abdülkadir İnan, Bahattin Ögel, İbrahim Kafesoğlu, Emel Esin gibi eski Türk
inançları üzerinde bir çok araştırma yapan bilim adamlarının eserlerinden
yararlanılacaktır. Daha sonra, bu kaynaklardan elde edilen bulgular, alan
araştırmasında değerlendirilecektir. Araştırma yaparken, yaşlıların ve bu
konuya vakıf olan yerel uzmanların ifadelerine ve bizzat kendi
gözlemlerimize dayanarak, eski Türk inançlarının bölgedeki somut yansımaları
değerlendirilecektir.
Çalışmanın Bölümleri
Birinci bölümde Taraklı
ve Göynük çevresinin ilk çağlarda, Selçuklularda ve Osmanlılarda tarihî
süreç içinde geçirdiği safhalar incelenecektir. İkinci bölümde eski Türk
inançları dediğimiz Gök Tanrı inancı, atalar kültür, tabiat, su, ateş,
demir, dağ-ağaç, taş-kaya kültleri tahlil edilecek ve bu inançların günümüze
yansımaları belirlenecektir. Üçüncü bölümde, doğum, ölüm, evlenme gibi
günlük yaşantının olayları ve bunların eski Türk inançları içindeki yeri
değerlendirilecektir.
1.
ESKİ TÜRK İNANÇLARI AÇISINDAN TARAKLI-GÖYNÜK VE ÇEVRESİNİN SOSYO-KÜLTÜREL
YAPISI VE ÖZELLİKLERİ
1.1.
Selçuklulardan Önce Bölgenin Tarihi
Taraklı ve Göynük, antik çağlarda Anadolu’da yer alan eski bir yerleşim
yeridir. “Bitinya (Bytinia)” bölgesinde yer alan Taraklı ve Göynük
Anadolu’nun yaşadığı tüm tarihî devirleri yaşamıştır Bitinya bölgesi,
bugünün Bursa, Eskişehir Kocaeli üçgeninde Taraklı ve Göynük’ü de içine
alan, tarım yönünden elverişli mümbit bir bölgedir. Bu özelliklerinden
dolayı, bu bölge için bir çok savaş yapılmıştır. Taraklı antik dönemlerde
Da(e)blis; Dablais; Doris; Dablai gibi isimlerle anılmıştır [Acun, 1996: 1].
Anadolu’ya ilk yerleşenlerin M.Ö. 5 (beş bin) yılında Proto-Hititler olduğu
kabul edilmektedir. M.Ö. 2 (iki bin) yılında Anadolu’ya gelen Arilerle
karışarak, Hitit Devlet yönetiminde özgür Beylikleri (Etiler) kurdukları
için, Anadolu halkına genelde Etiler denilmektedir [Çapar, 1998: 13].
M.Ö.
1200 (bin iki yüz) yıllarında Anadolu’ya gelen Frigler, Hitit Devletini
yıkarak, Anadolu’nun Kuzey-Batısına (Eskişehir-Kütahya-Afyon Civarı) Frigya
Devletini kurmuşlardır (M.Ö. 1200-620). Frigler, Batıya doğru ilerleyerek,
Bitinya denilen bölgeyi almışlardır. Friglere ait en eski yazılı belge,
Göynük’ün Soğukçam (Germenos) köyünde bulunmuştur [Çapar, 1998: 13].
Frigyalılardan sonra M.Ö. 620 (altı yüz yirmi) ‘de Lidyalıların eline geçen
bu bölge, bu dönemde de önemli bir mevkiye sahip idi. Lidyalılardan sonra
Pers İmparatorluğu, ondan sonra da Makedonyalı İskender’in hakimiyetine
girmiştir. Romalılar döneminde de askeri açıdan önemli bir şehir olan
Dadastan’ın da Göynük olması muhtemeldir [Şahin, 200: 351].
M.S.
395 (üç yüz doksan beş) yılında Roma İmparatorluğu, ikiye ayrıldığı zaman
Taraklı ve Göynük’ün de içinde bulunduğu Bitinya bölgesi, Bizans’ın payına
düşmüştür. Bizans, bu bölgede 11. asra kadar hâkimiyetini sürdürmüştür. Roma
ve Bizans dönemlerine ait kalıntılara Akçapınar, Hacıaliler, Kilciler,
Boyacılar, Narzanlar, Kayabaşı, Niğit köylerinde rastlamak mümkündür.
1.2.
Selçuklular Döneminde Bölgenin Tarihi
Türkiye tarihi 11. yüzyılda Oğuz veya Türkmen denilen Türk ırkının en
kalabalık bir kolunun Anadolu’nun kapısını açarak kendine vatan yapmasıyla
başlar. 1015-1020 yılları arasında ilk akınları ile Anadolu’yu zapta
başlayan Oğuzlar 1047 yıllarından itibaren esaslı bir şekilde uzun ve kanlı
savaşlardan sonra Anadolu’nun kapılarını açarlar [Yavuz,1999 :21].
Türklerin Anadolu’ya yöneldiği 11. yüzyılda Bizans askeri, siyasi ve
ekonomik açıdan bitmiş bir vaziyette idi. Sasani’lerin ardından Müslüman
Arap devletlerinin saldırılarıyla Bizans büyük yıkıma uğramış ve çok
güçsüzleşmişti.Ardı arkası kesilmeyen taht kavgaları Anadolu’daki büyük
aristokratların merkezi hükümete karşı düşmanca bir tavır alması Bizans’ı
çok yıpratmıştı. Bu dönemde Peçenekler Balkanlardan sürekli Bizans illerine
saldırıyorlardı [Köksal, 1999: 31-32].
Bu
sebeplerden dolayı Tuğrul Bey ve Çağrı Bey’ler zamanında bizzat bu
hükümdarlar tarafından yada görevlendirilen şehzadeler tarafından
Anadolu’nun fethi hızlandırılmıştı. Emir Dinar, Saltuk, Afşin, Gümüş Tekin,
Ahmet Şah, Hasan, Kutalmış, İbrahim Yinal Anadolu’da fetih hareketinde
bulunan önemli kumandanlardır. Çağrı Bey’in 1018’deki Anadolu seferi sonraki
dönemlerde Türk akıncılarının çok işine yaramıştır. Bu seferde Anadolu’nun
önemli ve stratejik noktaları tespit edilmiştir [Köksal, 1999:
31-32][Köymen, 1995: 17-23].
Anadolu’da şiddetlenen Selçuklu-Bizans mücadelesinde Malazgirt Savaşı bir
dönüm noktası olmuştur. Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’nun kapısı
Türklere ardına kadar açılmıştır. Bu zaferden sonra Micheal Ducas ile Romen
Diyojen mücadelesinde Romen Diyojen’in Alparslan’dan yardım istemesi Türk
akınları için önemli bir bahanedir [Cahen, 1992: 24]. 1071’deki bu zaferden
sonra Anadolu’da Saltuklu, Mengücekli, Sökmenli, Artuklu, Danişmentli
beylikleri kurularak Anadolu’da Türk hakimiyeti pekiştirildi. Bu dönemde
göçebe Türkmenler Selçuklu sultanları tarafından Orta Asya’dan Anadolu’ya
sevk ediliyordu. Bu göçebe Oğuz Türkmenleri hem Bizans’la mücadele ediyor
hem de Anadolu’yu yurt edinîyorlardı [Turan,1980 :71-74] [Cahen,
1992:24-27].
Melikşah’ın tahta çıkmasından sonra Kutalmış’ın dört oğlu Anadolu’ya gelerek
fetih hareketlerine başladılar. Süleyman Şah ve kardeşi Mansur Orta Anadolu
üzerinden Marmara’ya kadar ilerleyerek 1075 yılında Bizans’ın başkenti
İstanbul’un yakınında olan İznik’i fethettiler. Urfalı Mateos Selçukluların
Anadolu’yu fethetmeleri ile ilgili; Türkmenler bütün Doğu’nun sahipsiz
kaldığı görünce kuvvetli ordularla bir sene içinde İstanbul’un kapılarına
kadar ilerlediler. Bütün Rum eyaletlerini, liman şehirlerini ve Adalarını
zaptettiler. Grek halkını mahkum gibi İstanbul’un içine kapattılar,
demektedir [Mateos, 1987:119-134].
Süleyman Şah İznik’i merkez yaparak Bursa, İzmit, Sakarya havzası, Kocaeli
yarımadası ve Marmara kıyılarını ele geçirdi ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin
temellerini attı. Bizans’ta sık sık meydana gelen iktidar kavgaları
Türklerin işini kolaylaştırıyordu. Bizans’ın iç işlerine müdahele eden
Süleyman Şah bu sayede Üsküdar ve Kadıköy’e kadar tüm Anadolu yakasına
(1078) hakim oldu [Öztuna, 1986: 55-56] [Köksal, 1999: 36].
Süleyman Şah Bizans’la mücadele ederken Büyük Selçuklu sultanı Melikşah,
Süleyman şahın fazla güçlenmesini istemediği için Emir Porsuk komutasında
50.000 kişilik orduyu sefere göndermiş, Emir Porsuk İznik’i kuşatmış fakat
düşürememiştir [Turan, 1965: 57].
Süleyman Şah’ın 1086’da Alparslan’ın oğlu Dımaşk Sultanı Tutuş ile yaptığı
savaşı kaybetmesi ve Tutuş’un askerleri tarafından öldürülmesinden [Mateos,
1987: 68-69] veya yenilgiyi hazmedemeyip yanında taşıdığı bıçağı ile intihar
etmesinden [İbnü-l Esir, 1987, C.:10: 135-136] sonra İznik’te vekil
bıraktığı Ebu’l- Kasım otoriteyi sağlayarak devletin merkezi İznik’i
korumuştur. İzmir Türk beyi Çaka Bey ve Balkanlardaki Peçeneklerle ortak
hareket edip Bizans’la mücadeleye devam etmiştir. Bu dönemde Ebu’l- Kasım
hem Bizans’la hem de Büyük Selçuklu komutanlarıyla mücadele etmiştir
[Köksal, 1999 :37]. Bu dönemde Ebu’l- Kasım, Büyük Selçuklu komutanlarından
Emir Bozan’la yaptığı mücadeleyi kaybetmiş ancak Melikşah’ın ölümü üzerine
Emir Bozan Urfa’ya geri dönmüştür [Mateos, 1987: 78].Böylece Anadolu
Selçuklu Devleti bağımsızlığını koruyabilmiştir.
Büyük Selçuklu sultanı Melikşah’ın 1092 de vefat etmesinden sonra Süleyman
Şah’ın gözaltında tutulan iki oğlu Kılıçarslan ve Davut serbest kalarak 1093
de İznik’e gelerek yönetimi devraldılar. Kılıçarslan’ın İznik sultanlığı ile
1086 dan beri süre gelen saltanat boşluğu giderilmiş ve Melikşah’ın
vefatının da tesiri ile Büyük Selçuklu baskısı sona ermiştir. I. Kılıçarslan
saltanat boşluğunda doğan sebeplerle oluşan Anadolu’daki dağınıklığı
gidermeye çalışırken, Haçlı seferleri bu çabalarına engel olmuştur [Yavuz,
1999 :22].
Öncü
haçlı orduları 1096 yılında İznik’e ulaşamadan imha edilmiştir. Bunun
üzerine Avrupa’nın hemen her yerinden oluşan I. Haçlı ordusu 1097 de
İstanbul’a oradan da Bizans’la birleşip Anadolu’ya geçmiştir. İzmit’i alıp
İznik’i kuşatan Haçlı ordusu direnişle karşılaşsa da İznik’i teslim almıştır
[Köksal, 1999: 38].
İznik’ten çekilen Kılıçarslan Haçlılarla mücadele için Anadolu’daki
Danişment, Kayseri Selçuklu beylikleriyle ittifak yapsa da çok güçlü olan bu
orduyu durduramamıştır. İznik’in kaybı ve Haçlı ordusu Türkiye Selçuklu
devletini çok sarstı. I. Haçlı seferinden sonra Marmara, Ege ve tüm sahil
bölgeleri Bizans’ın eline geçti. Türk hakimiyeti Anadolu’nun içlerine
atıldı. Haçlı seferleri Bizans imparatorluğunu mutlak bir yıkılıştan
kurtarmıştır [ Öztuna, 1986: 55].
Kılıçarslan Konya’yı kendine merkez yaparak devleti Orta Anadolu’da
teşkilatlandırmıştır. 12. yüzyıl boyunca Anadolu Selçuklu sultanları zaman
zaman Artukular ve Danişmentliler’le bazen de ayrı olarak Bizans’la mücadele
etmişler, II. Haçlı ordularına başarıyla mukavemet etmişlerdir [Turan,
1965: 83-94].
II.
Kılıçarslan zamanında 1176 Miryakefalon savaşıyla Bizans ağır bir yenilgiye
uğratılmış ve Bizans’ın Anadolu’yu ele geçirme planları yok edilmiştir.
Anadolu Selçuklu sultanlarının takip ettikleri Anadolu Türk Birliği siyaseti
Moğol istilasının başlamasıyla sona ermiştir [Turan, 1965: 237-254].
Moğol istilasından kaçan kalabalık kitleler halindeki Türk boyları Moğol
baskısından uzak sahil bölgelerini ve uç bölgeleri kendilerine yurt
edinmişler ve bu bölgeleri Türkleştirip İslâmlaştırmışlardır
[Şeker,1999:37-45].
Bütün İslâm dünyası gibi Anadolu içinde felaket olan Moğol istilası Anadolu
Selçuklu devletini önce nüfuzları, daha sonra himayeleri altına almışlar,
1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra tamamen ortadan kaldırmışlardır [Alptekin,
1992: 345-356].
Moğol istilası Anadolu’yu zenginlik ve kültür açısından bitirdiği gibi
birlik ve beraberliğini bozmuş ve Anadolu 200 yıl maddî ve manevi açıdan
harap olmuştur. Orta kesimlere hakim olan Moğollar, kendi boyunun başında
bulunan ve sahil kesimlerde yaşayan Türkmen beylerinin direncini
kıramamışlar ve onların bağımsızlıklarını kabul etmek zorunda kalmışlardır
[Yavuz, 1999 :23-24] [Turan, 1980: 558-570].
Selçuklulara bağlı uç Beyleri de İlhanlılar’a vergi vererek, varlıklarını
devam etmişlerdir. Bu beyliklerden biri de, Göynük Beyliği idi. Bazı
kaynaklarda Umurbey Beyliği olarak da geçmektedir. Şu anda Göynük’e bağlı
Umurlar Köyü ve Geyve’ye bağlı Umurbey Köyü mevcuttur [Çapar, 1998: 15].
1.3.
Osmanlı Devleti Döneminde Bölgenin Tarihi
11.
yüzyıldan itibaren yoğun bir şekilde Anadolu’ya gelen Türkmenlerin bir kısmı
göçebeliği bırakıp yerleşik hayata geçti. Bunlar daha ziyade köyler ve
kasabalar kurarak veya eski köy ve kasabalara yerleşerek yerleşik hayata
geçiyorlardı. Selçuklu Devleti’nin uyguladığı göçebe Türkmenleri Anadolu’ya
geçirme siyaseti sayesinde hem Anadolu da Bizans’a karşı gaza ve cihat
yapılıyor hem Anadolu Türkleşip İslâmlaşıyordu [Turan, 1980: 71-74].
Anadolu’ya yerleşen, yerleştiği merkezi Türkleştirip İslâmlaştırmaya çalışan
ve ele geçirdiği bölgeyi kendi boyuna yurt yapan boy beylerinden biri de
Ertuğrul Gazi’dir.
Aşıkpaşazade Ertuğrul Gazinin babasının isminin Süleyman Şah olduğunu
belirtmekte ve Nuh Peygambere kadar ulaşan bir silsile saymaktadır. Süleyman
Şah acem teşviki ve zorlamasıyla 50.000 göçebe Türk’ün komutasında
Anadolu’ya girmiş, fetihlerde bulunmuş ancak maiyetindekilerin Anadolu’ya
uyum sağlayamamaları üzerine Caber önlerine gelmiş, burada Fırat nehrinde
boğulmuş ve oraya gömülmüştür. Askerlerinin bir kısmı orada kalmış, bir
kısmı Anadolu’ya dönmüş bir kısmı da Süleyman Şah’ın üç oğlunun yani Sungur
Tekin, Gündoğdu ve Ertuğrul’un etrafında toplanarak Pasin ovasına ve Sürmeli
çukuruna toplanmışlardır. Ertuğrul’un diğer kardeşleri memleketlerine geri
dönerken Ertuğrul 400 kadar maiyetiyle o bölgede kalıp fetihler yapmış
oğullarından Savcı’yı Anadolu Selçuklu sultanı Alaaddin’e göndererek ondan
yurt istemiştir. Sultan da kendisine Söğüt, Domaniç ve Ermeni belini vermiş
Ertuğrul da bu bölgeye yerleşmiş ve burada vefat etmiştir [Aşıkpaşazade,
1992: 12-13].
Aşıkpaşazadeye göre Ertuğrul Gazi yerli halk ile iyi ilişkiler kurmuş ve
tatar akınlarına karşı halka güvence olmuştur. Ancak Osman bey yerli
Hıristiyan halka göstermelik iyi davranmış, Germiyanlılarla mücadelesinden
dolayı Hıristiyanlarla iyi geçinmiştir [Aşıkpaşazade, 1992: 15-16]. Ertuğrul
Gazi’nin 1280 yılında 90 yaşında ölümünden sonra Kayı boyunun başına daha
sonra kurulacak devlete adını verecek olan 23 yaşındaki Osman Bey geçmiştir.
Konur Alp, Turgut Alp, Abdurrahman Gazi, Akça Koca gibi komutanların
gazalardaki ve idaredeki yardımlarından başka Türkmenler arasında büyük bir
nüfuza sahip olan ahi reisi Şeyh Edebali’nin damadı olması Osman Gazi’nin
çok işine yaramış ve yeni devletin kuruluşu kolaylaşmıştır [Şahin, 1992:
138-139].
Gazalara devam eden Osman Bey Hicri 691 Miladi 1291 Eskişehir civarındaki
Karaca hisarı aldıktan sonra Taraklı’yı almayı düşünür ve Harman kaya Rum
beyi Köse Mihal’e fikir danışır. Köse Mihal Sakarya suyunu geçebilmesi için
yolu tarif eder. Bu yoldan Mudurnu’yu vermesini ve böylece bu bölgedeki
Hıristiyanların içinde yaşayan Samsa Çavuş’un yardımının alınabileceğini
söyler. Samsa Çavuş Ertuğrul Gazi’nin arkadaşı olup İnegöl kafirlerinin
baskısından kaçıp Mudurnu’ya yerleşmiştir [Aşıkpaşazade, 1992: 20-22].
1291
yılında Osman Bey; Samsa Çavuş ve onun kardeşi Sülemiş ile Harmankaya Rum
beyi Köse Mihal’in yardımlarıyla Göynük, Sorkun, Taraklı taraflarına akınlar
yapıp ele geçirmiştir [Hoca Sadettin Efendi, 1992: 41-44] [Danişment, 1971:
7-9].
Müneccimbaşı Taraklı halkının kaşık yapıp sattığını bu sebeple çok zengin
olduğunu bu yüzde de Osman Gazi’nin Taraklı’nın yağmalanmasına müsaade
etmediğini yazar [Müneccimbaşı, t.y.: 65-67].
1313’te Osman Gazi’nin dostu Köse Mihal Müslüman olmuştur.Bundan sonra
beraberce Lefke (Osmaneli), Mekece, Akhisar, Geyve, Gölpazarı kaleleri
alınmıştır. [Uzunçarşılı, 1995: 110-111].
Bizans’ın boşluğunu dolduran Osmanlı Beyliği bunu zorla yapmamaya özen
göstermiştir [İnan, 1999: 61]. Osman Gazi direnişle karşılaştığı Mekece ve
Akhisar’ı aldıktan sonra Geyve’yi direnişle karşılaşmadan almış ele
geçirilen yerleri tımar erlerine vermiş ve bölge halkının emniyet içinde
yaşamasına çalışmıştır [Aşıkpaşazade, 1992: 25-26].
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu bölgede kısa sürede önemli bir güç olmasının
başlıca nedenlerini şöyle sıralayabiliriz. Osmanlılar Bizans hududunda
bulunuyordu. Bizanslılarla gaza ve cihat ruhuyla mücadele ediyorlardı.
Osmanlılar diğer Türk beylikleriyle iyi ilişkiler kurmuşlardır. Bizans’ın
tarihinin en kötü döneminde olması Osmanlı için önemli bir şanstır. Osmanlı
sultanları çok dirayetli kimselerdir. Göçebe Türkmenler Karasi Beyliğinin
alınmasından sonra Rumeli’deki zengin topraklarda tımar sahibi olmak için
Anadolu’daki diğer beyliklerden ayrılıp Osmanlıların himayesine girmişlerdir
[Köprülü, 1988:105-109].
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra, sürekli Batı’ya genişleme siyaseti
sebebiyle ihmal edilen Taraklı ve Göynük bölgesinde ayaklanmalar çıkmış,
Murad Hüdavendigar’ın ağabeyi Bursa valisi ve Osmanlı Devleti’nin veziri
olan Süleyman Paşa, 1337 yılında isyanları bastırarak, otoriteyi sağlamakta
muvaffak olmuştur. Süleyman Paşa’nın hoşgörülü ve şefkatli yönetimi,
yöredeki pek çok kişinin Müslüman olmasına vesile olmuş ve bölge hızla
Türkleşmiştir [Hammer, 1991: 17]. Göynük’te Gazi Süleyman Paşanın yaptırdığı
cami ve hamam, hâlen mevcut olup, hizmet vermeye devam etmektedir.
Fas
asıllı ünlü Arap seyyahı İbni Batuta (1304-1368-69), 1333 yılında Bursa,
İznik, Mekece üzerinden Sakarya vadisini ulaşarak, Geyve ve Taraklı’dan
geçmiş [TDV, 1999:362] ve bu kasabaya “Yenice” diyerek, gördüklerini
eserinde şöyle aktarmıştır [İbni Batuta; 1971: 121]:
“Burası
şirin ve büyücek bir kasabadır. Orada yine bir Ahi tekkesi aradık. Yolda
gezginci dervişlerle karşılaştık. Ona, bu Ahi tekkesi midir diye sorunca,
evet cevabını almış ve Arapça bilen biriyle karşılamaktan ötürü sevinç
duymuştum. Ancak, mevzuu biraz karıştırınca dervişin Arap dilinden sadece
evet kelimesini bildiği ortaya çıkmıştı. Zaviyeye indiğimiz zaman Ahi orada
bulunmadığı için, hizmetimizi bir öğrenci gördü ve bize yemek çıkarttı.
Onunla ahbaplığı ilerlettik. Bizim dilimimizi bilmemekle beraber elinden
gelen misafirperverliği gösterdi. Belde naibi ile konuşarak, onun
sipahilerinden birini bize koşmasını sağladı. Bu sûretle hep birlikte
Göynük’e doğru yöneldik”.
Bilindiği gibi, Ahilik, esnaf ve tüccarlar arasında sosyal dayanışma esasına
dayalı olarak kurulmuş bir teşkilattır [Wittek, 1971: 37]. Bu ifadelerden,
Taraklı’nın fethinin üzerinden birkaç yıl geçmeden bu bölgede kurulmuş olan
bir Ahi tekkesinin gerek yabancılara, gerekse yöre halkına gerekli ilgiyi
göstermiş olduğunu söyleyebiliriz. Bugüne kadar bu bölgeye yönelik Ahi
teşkilatı ile ilgili çalışmalar yeterli olmadığından, Ahi tekkelerinin
Taraklı’nın fethinden önce mi yoksa sonra mı kurulduğu kesin değildir.
Anadolu Türklerinin biçimlendirilmesinde ve yöre halkının
İslâmlaştırılmasında önemli fonksiyonlar icra eden Ahi Tekkeleri, tarikat
endeksli ahlâkî-meslekî örgüt olmaları hasebiyle, fethedilmemiş bir çok
bölgede de varlıklarını sürdürebilmişlerdir. İbni Batuta’nın verdiği
bilgiler, Ahi tekkelerinin özelliklerine yönelik olmakla birlikte diğer
kaynaklarda verilen bilgiler ile aynı paralelliktedir. Örneğin ziyaretçilere
yönelik misafirperverlik, konukların sosyal ihtiyaçlarının karşılanması,
binek hayvanlarının bile istirahat yerinin bulunması veya ziyaretçilerin
ulaşmak istediklere yerlere ulaştırılmaları, Ahi tekkelerine has
özelliklerdir [Kara, 1980: 362].
Yıldırım Beyazıt döneminde 1399 yılında İstanbul kuşatılmış, fakat o dönemde
Anadolu’ya doğru ilerleyen Timur tehlikesi sebebiyle Bizans İmparatoru
Juannis ve onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu II. Manuel ile anlaşma
yapılarak, Türkler tarafından kuşatma kaldırılmıştır. Bu anlaşma gereği,
İstanbul Sirkeci’de Türk mahallesi kurulmuş ve cami yaptırılmıştır. Bu
anlaşma uyarınca açılan Türk mahallesine Taraklı ve Göynük’ten 700 hane
getirilip, yerleştirilmiştir [Aşıkpaşazade, 1992: 61] [Şahin, 1992: 161].
Buraya yerleştirilen halk, sonradan Müslüman olmuş Rumlar değil, İslâm’ı
özümsemiş gerçek Türklerdir [Köprülü, 1988: 82].
Ancak, Osmanlı ordusu, Ankara savaşında Timur’a yenilence Bizans İmparatoru,
Taraklı-Göynük yöresinden getirilen Türk ailelerini İstanbul’dan çıkartmış
ve yaptırmış olduğu camii yıktırmıştır. İstanbul’dan çıkarılan bu Türk
aileleri ile birlikte görevli imam ve kadı, Osmanlı hükümranlığı altında
olan Tekirdağ yakınlarında Göynüklü köyüne ve İstanbul yakınlarında
Kınıklı’ya yerleştirilmişlerdir [Hammer, 1991: 61].
Yıldırım Beyazit’in Ankara Savaşında Timur’a yenilmesinden sonra oğulları
arasında taht kavgaları başlamıştı. Yıldırım Bayezıt’ın oğlu Emir Süleyman
Bey, İsfendiyar Beyliği Beyi olan İsfendiyar ile Göynük’ün bugün “Bey kavağı
veya Bey bahçesi” denilen mevkiinde buluşmuş ve burada günlerce eğlence
düzenlemişlerdir [Çapar, 1988: 17].
Göynük’te ikamet eden ve burada eğitim veren Sultan II. Mehmet ’in hocası
Şeyh Akşemseddin, geleceğin İstanbul Fatih’i olacak olan Sultan Mehmet
tarafından İstanbul’un kuşatmasına davet edilmiştir. Şeyh Akşemseddin,
kuşatmanın en şiddetli olduğu zamanlarda Vezir-i Azam Çandarlı Halil
Paşa’nın Avrupa Haçlı Birliğinin tepkisinden çekinerek, kuşatmasının
kaldırılması ve Bizans’ın vergi isteğinin kabul edilmesi fikrini kabul
etmemiş ve fethin manevî müjdesini aldığını belirtmiştir [Öztuna, 1986:
162].
Fetihten önce Şeyh Akşemseddin’in rüyasına giren Hz. Halit bin Zeyt (Ebu
Eyyub El Ensari), fethin müjdesini vermiş ve naşının gömülü olduğu yeri
belirtmiştir. Bu kabrin keşfedilmesi, keramet sayılmış ve İstanbul’un
fethine yardım etmiştir [Hammer, 1991: 175].
Şeyh
Akşemseddin, fetihten sonra Göynük’e dönmüş ve burada 1459 (bin dört yüz
elli dokuz) yılında vefat etmiştir. Vefatından beş yıl sonra 1464 (bin dört
altmış dört) yılında Göynük’te Fatih tarafından türbesi yaptırılmıştır
[Şahin, 2000: 351-354].
Osmanlı orduları, Doğu ve Güneydoğuya yaptıkları seferlerle Taraklı ve
Göynük istikametini ikmal ve konaklama merkezi durumuna getirmişlerdir. Bu
sebeple ilk Bağdat yolu, bu güzergah üzerinden açılmıştır. Bu yol, kervan ve
nakliye yolu olarak kullanılmıştır [Çapar, 1998: 19].
Örneğin, Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine giderken, Taraklı çevresinde
konaklamıştır. Veziri Yunus Paşa’ya, Taraklı merkezinde 1517 yılında burada
bir cami yaptırmıştır. Yunus Paşa Cami, halk arasında kubbeli kurşun
olmasından dolayı Kurşunlu Cami olarak anılmaktadır [Sakarya Valiliği, t.y.:
130]. 487 yıldır bütün özelliği ve ihtişamıyla bugün dahî yörede kalmış
müstesna eserlerden biridir. 1993 yılında aslına uygun olarak restore
edilmiştir.
Taraklı hakkında en teferruatlı bilgiyi, Evliya Çelebi (1611-1688) ünlü
Seyahatnâmesinde vermektedir. Seyahatnâmesinde, Taraklı’nın 150 akçelik bir
kaza olduğu, Bursa Tekfuru tarafından yaptırıldığı (imar edildiği) ve
kalesinin de virane bir durumda olduğundan bahsedilmektedir. Ayrıca, bugün
de olduğu gibi, bağlı-bahçeli, akarsulu (Göynük Suyu kastedilmektedir) bir
dere içinde, 500 mamur evli, tahta ve kiremit örtülü şirin bir kasaba olduğu
belirtilmektedir [Çelebi; 1999: 244-245].
O
tarihten kalma bugün bu vasıftaki evler bulunmasa dahî, Taraklı, hâlen 300
yıllık Osmanlı evleriyle meşhurdur. Tarihî dokusuna zarar gelmemesi için,
sit alanı kapsamındadır. Bir çok gözlemcinin ifadesiyle Taraklı ve
çevresinde Safranbolu’yu aratmayacak tarza tarihî evler bulunmaktadır
[Çınar, 2000: 16].
Evliya Çelebi, Taraklı’nın yedi mahalleden oluştuğunu tespit ettikten sonra
mimarî yapılanması hakkında ayrıca şu bilgilere yer vermektedir: “Çarşı
içindeki camii (Yunus Paşa Camii) çok güzeldir. Bir hamamı, beş hanı,
altı çocuk mektebi ve 200 dükkanı vardır. Hepsi kaşık ve tarak yapımıyla
uğraştıklarından, şehre Taraklu derler. Dağlar safi şimşir ağacıyla kaplı
olduğundan halkı bunları işleyip, Arap ve Aceme gönderirler. Suyu ve havası
çok güzeldir. Bütün dağları, ormanlarla kaplı av yeridir. Deresi içinden
aktıktan sonra diğer bir nehir vasıtasıyla Sakarya nehrine kavuşur”
[Çelebi; 1999: 245].
16.
yüzyılın ikinci yarısında Taraklı ve çevresinde suhteler (eşkıyalar) sorunu
ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devletinin iç güvenlik teşkilatının ve
tedbirlerinin bu bölgede yetersiz olmasından istifade eden çeteler ve
eşkıyalar, halkın can ve mal güvenliğini ciddî şekilde tehdit etmişlerdir
[İşsever, 1994: 75].
Taraklı ile ilgili 19. yüzyıl öncesine ait istatistikî bilgiler sınırlıdır.
Dolayısıyla sayısal kaynaklar daha çok 19. asra yöneliktir. 1831 Osmanlı
nüfus sayımına göre, Taraklı; Cezayir-i Bahr-ı Sefid Eyâleti’ne bağlı
“Kocaeli Livâsı” içinde yer almaktadır. Nüfusu, yaklaşık olarak 2 bin
Müslüman erkekten meydana gelmektedir. 1846 Devlet Salnâmesinde ise
Taraklı’nın “Kocaeli Livâsı”nın Kastamonu Eyâleti’ne bağlı olduğu beyan
edilmektedir. 1867 tarihli Vilâyet Nizamnâmesinde ise Taraklı’nın, Kocaeli
Sancağı’nın Hüdavendigâr Vilâyetine bağlı olduğu belirtilmektedir. 1870
Hüdavendigâr Vilâyet Salnâmesinin kayıtlarına göre Taraklı’daki Müslüman
erkek nüfusu 2.545’dir. 1892 Devlet Salnâmesinde ise Taraklı’nın bağımsız
bir statü içinde yer alan Kocaeli Sancağına bağlı bir kasaba olduğu
belirtilmektedir [Taraklı Kaymakamlığı; 2003: 5].
1888
yılına ait Devlet Salnâmesi kayıtlarına göre, Taraklı’da bir rüştiye
bulunmaktadır. Öğrenci sayısı 60 olarak belirtilmektedir. 1903 Maarif
Salnâmesine göre bu rüştiyede 39 erkek öğrenci okumaktadır. Eğitim kurumları
açısından 19. asırda Taraklı’nın diğer yörelere göre epey gelişmiş olduğunu
söyleyebiliriz. Nitekim bazı kaynaklar (Cuinet’in verdiği bilgilere göre),
1890 yılında Taraklı’da rüştiyenin dışında 5 medresede 45, 1 idadide 50 ve
20 sübyan mektebinde (ilk okulda) 252 öğrencinin okumuş olduğunu belirtirler
[Taraklı Kaymakamlığı; 2003: 6].
Cuinet, Taraklı hakkında ayrıca şu bilgileri nakletmektedir: Taraklı’nın “29
köyü vardır. Toplam nüfusu, 5.470 Müslüman, 3.832 Ermeni ve 291 Rum’dan
oluşan toplum, 9.593 kişidir. Nahiyenin merkez nüfusu, 1.318 Müslüman’dır.
Nahiye’de 10 büyük cami, 20 mescit, 5 medrese, 1 hamam, 10 çeşme, 6 fırın,
12 han ve otel, 83 dükkan, 20 çiftlik ve 20 değirmen vardır” [Taraklı
Kaymakamlığı; 2003: 6].
Göynük’e gelince, 1871 Kastamonu Salnâmesine göre bu kasabanın (Torbalı’nın)
nüfusu, 26 (yirmi altı) bin civarındadır. 1877 Salnâmesine göre, Göynük
Rüştiye mektebinde 35 öğrenci bulunmaktadır. Cuinet’e göre II. Abdülhamit
döneminde Göynük’ün 119 köyü ve 18 bin üzerinde nüfusu vardır. 1908’de Bolu
Mutasarrıflığı, müstakil hâle gelmiştir. 1916 Bolu İl Yıllığında Bolu’nun
kazaları Devrek, Düzce, Gerede, Göynük, Mudurnu ve Zonguldak’tır [Çapar,
1998: 22].
1.4. Milli Mücadele Döneminde Bölgenin Tarihi
Kuvayı Milliye’nin son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde çoğunluğu elde ederek
Misak-ı Milli’yi ilan etmesi üzerine İngilizlerin İstanbul’u ve Osmanlı
hükümetini işgal etmesinden sonra Temsil Heyeti bir takım tedbirler almıştı.
Bunlardan biri de Anadolu içlerine karşı İstanbul’dan başlayacak bir
hareketin önüne geçebilmesi için Geyve ve Geyve boğazının tahkim edilerek
bir üs haline getirilmesi planı idi. Geyve ve Geyve boğazı Milli Mücadelenin
sonuna kadar pek çok saldırıya rağmen devamlı elde tutulan en önemli üs
olmuştur. Bölgedeki kara yollarının çoğu, demiryollarının tamamı ile
İstanbul ve Anadolu’nu haberleşmesini sağlayan telgraf hatlarının önemli bir
bölümünün Geyve’den geçmesinden dolayı Kuvayı Milliye karşıtlarının önemli
bir hedefi olmuştur [Arslan, 1999: 161-174].
Geyve
Orta Anadolu ve Kuvayı Milliye’nin merkezi olan Ankara’nın güvenliğinin
sağlanmasında en önemli merkez olmuş, isyanların Anadolu’ya yayılmasına
engel teşkil etmiş, Kuvayı İnzibatiye ve daha sonra Yunanlıların
saldırılarına karşı durmuş ve direnmiştir. Geyve boğazını geçemeyen
Yunanlılar 31 Mart 1921 de püskürtülerek Sakarya nehrinin batısına
atılmıştır.
Adapazarı’ndan Kadıköy’e kadar bölgedeki Kuvayı Milliye’nin faaliyetlerinde
temel teşkil etmiş, Marmara denizine açılmada Ankara Hükümeti için sigorta
işlevi görmüş, İstanbul ve civarından haber, silah, mühimmat ve insan gücü
aktarımında kilit konumunu muhafaza etmiş kısaca Geyve ve Geyve boğazı Milli
Mücadelede bir cepheye bedel olmuştur [Arslan, 1999: 161-174].
1919
Yunan işgali ile esaret altında kalan Taraklı, Bursa ve çevresinin kurtuluşu
ile tekrar hürriyetine kavuşur [Acun, 1996: 3]. Millî Mücadele döneminde
Ankara hükümetine karşı olarak ortaya çıkan Bolu, Düzce ve Hendek isyanları,
Taraklı’da da kısmen etkili olmuştur.
1920
yılında Mart-Nisan aylarında Göynük üzerinden gelen yaklaşık 300 kişilik
Padişah yanlısı silahlı bir grup, Taraklı’nın Çiğdemlik Tepesinin ardına
sığınarak, Kuvay-ı Millîye taraftarlarının etkinliklerini kontrol altına
almaya çalışmışlardır. Bu saldırılar tekrarlanınca Geyve’deki binbaşı Çolak
İbrahim Bey’in önderliğinde 30 kişilik bir makineli tüfek birliği,
Taraklı’ya gelmiş ve teknik donanımın üstünlüğü ile 3 gün içinde Padişah
taraftarlarını Taraklı’dan uzaklaştırabilmiştir. Millî Mücadele günlerinde
Mustafa Kemal Paşa, Geyve Boğazı’ndaki birliklerini teftiş etmek için, 15
Haziran 1922 günü Beypazarı, Nallıhan, Göynük ve Taraklı yoluyla Geyve’ye
geçmiştir [Taraklı Kaymakamlığı; 2003: 6].
Göynük halkı ise, Millî Mücadeleye büyük destek vermiş olup, bu desteğini
anıtlaştırmıştır. 1922 yılında Kaymakam Hurşit Beyin önderliğinde Sakarya
zaferi anısına ilçeye hâkim bir tepeye “Zafer Kulesi” yapılmıştır. Bu kule,
1960 yılında onarımdan geçmiş ve şu anda saat kulesi olarak kullanılmaktadır
[Çapar, 1998: 60].
1.5.
Cumhuriyet Döneminde Bölgenin Tarihi
Osmanlı Devleti döneminde kaza olan Taraklı, Cumhuriyetin kurulması ile
Bucak (Nahiye) olarak kalmıştır. Belediye teşkilatı ise ancak 1954 yılında
kurulabilmiştir. Taraklı, 1987’ye kadar Geyve İlçesine bağlı bir kasaba
iken, bu tarihten itibaren, Sakarya İline bağlı İlçe merkezi hâline gelir
[Taraklı Kaymakamlığı; 2003: 7].
10
Ekim 1923’te Bolu Mutasarrıflık dönemi kapanmış ve bunun üzerine Bolu,
Vilayet olmuştur. Bolu İlinin ilk kazaları da Düzce, Gerede, Mudurnu ve
Göynük olmuştur [Çapar, 1998: 23]..
1.6.
Eski Türk İnançları Ekseninde Bölgenin Tahlili
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu bölge olan Taraklı-Göynük ve çevresi, kültürel
miras yönünden çok zengindir. Bu bölgenin insanları, Osmanlı’nın kültür
varlıklarını bugüne kadar koruyup yaşatabilmişlerdir. Bununla beraber kökü
Eski Türk İnançlarına dayanan ve İslâm’la çatışmayan örf, âdet, gelenek ve
göreneklerini yaşatmakta mahir davranmışlardır. Bayramlar, doğum, düğün,
ölüm âdetleri gibi kültür unsurları, geçmiştekine benzer bir şekilde devam
etmektedir.
Taraklı, Göynük ve köylerinde yaşayan insanlara verilen ad olan Manav
kelimesini ve Manavları kısaca açıklayalım. Manav bir yere sonradan
gelenleri, yerleşik olanlardan ayırt etmek için kullanılan ve önceden
yerleşmiş olan yerlileri ifade eden yöresel bir mefhumdur. Kırsal bölgelerde
yaşayan Manavlar, genelde epey çekingen, uysal, mülayim ve başkası
tarafından söylenenlere fazlı karşı çıkmayan sosyal uyumu ağır basan
insanlardır. Kendi ifadelerine göre, “yedi kez düşünmeden adım atmayan,
yavaş davranan, gereksiz tartışmalara girmeyen” temkinli bir insan portresi
çizmektedirler [İşsever, 1994: 23-31].
Manavlar, Osmanlı Devletinin kurulduğu bölge sayılan Aşağı Sakarya, Batı
Anadolu’da Bursa çevresi, Batı Karadeniz de Kastamonu ve çevresine
yaşamaktadırlar. Özellikle Aşağı Sakarya kesiminin Taraklı, Geyve,
Pamukova çevresinde yoğun olarak yerleşmişlerdir. Buralarda kendilerine has
yaşam süren manavlar örf ve adetlerini devam ettirmektedirler. Manav
köylerinde eski Türk kültürüne ait izler çoktur. Bu bölgelerin hala tarım ve
hayvancılıkla uğraşmasından, Bayat, Emirler, Demirler, Yahyalı, Akpınar gibi
Türkmen boy ve oymaklarının isimlerini taşımasına barındırdıkları maddî ve
manevî kültür kadar pek çok örnek verilebilir. Manavlar Türkmen gruplarında
olup çok eskiden beri köy hayatına hatta şehir hayatına geçmiş yerlilerdir.
Buna göre manav adının etnik bir manası yoktur, manavlardan Oğuz
Türklerinden gelmektedirler [Yaşa, 1999: 293].
Sakaya
ve çevresindeki manavlar, bu bölgenin 1290’larda Osman Gazi tarafından
fethedilmesiyle buralara yerleşmişlerdir. İlk Türk yurdu olan bu bölgenin
yerli Türklerine hep “manav” denilmektedir ve bu bölgede manav, “yerli
Türk” manasında kullanılmaktadır [Yaşa, 1999: 288].
Manav
sözcüğünün; Türkistan’daki Kazak-Kırgız ve Sibirya’daki Yakut Türklerinde
kullanılan koruyucu soylu kişi ve boy beyi manasına gelen “manap” ve
“manag”dan geldiği tahmin edilmektedir. Eski Türklerde “v” sesi olmadığı
için “manap”taki “p” ve “manag” daki “g” sesleri yumuşayıp “manav”
kelimesini oluşturmuşlardır [Yaşa, 1999: 289].
Çağatay Türklerinde “asilzade” manasına gelen manap, Kırgız Türkçesi’nde
ağa, bey anlamında kullanılmaktadır. Türkçe dışında dil bilmeyen topluluk
üyelerine yerli Türk anlamında manav denilmektedir [Aktaş,2002: 10].
Batı
Anadolu’ya ve Taraklı’ya Türklerin ilk yerleşimi 1291’den hemen sonradır.
Yıldırım Bayazıt döneminde İstanbul Sirkeci’de kurulan Türk mahallesinin
halkı Taraklı ve Göynük’ten götürülmüş manavlardır [Aktaş, 2002 :12].
Taraklı ve Göynük köylerinde yaptığımız araştırmalar neticesinde
İslâmlaştırılmış olmakla beraber bir çok eski Türk inancının izlerini görmek
mümkündür. Konuşma dilindeki ortak birçok kelime davranışlardaki,
giyinişlerdeki bir çok benzerlik manavların oğuz Türklerinden olduğunun
işaretleridir. Yerli Türk sanılan manavlar daha Osmanlı devleti kurulmadan
bu bölgelere yerleştirilmişlerdir.
Taraklı ve Göynük, Manav denilen yerli halkın kendi kültür ve geleneklerine
bağlı olarak yaşadığı göçmen bulunmadığı Sakarya İli açısından istisnaî bir
bölgedir. Manav kültürünün korunduğu ve yaşatıldığı bu bölgenin dilleri,
beslenme, giyim, kuşam, müzik ve eğlence biçimi tamamen kendi örf ve
âdetlerine uygun olarak devam etmektedir [Sakarya Valiliği; t.y.: 130].
Dikkatle incelenir ve araştırılırsa, yöreye mahsus örf ve âdetlerin perde
arkasında da Eski Türk İnançlarının gizli olduğu görülebilir.
2.
TARİHÎ VE KÜLTÜREL BOYUTUYLA ESKİ TÜRK İNANÇLARININ MAHİYETİ, KAVRAMSAL
AÇILIMI VE DİĞER UNSURLAR ARASINDAKİ İLİŞKİSİ
2.1. Eski Türk İnançlarının Tanımı ve Tarihî Süreç içindeki Gelişimi
Eski
Türk inançları, genel anlamı itibariyle “başlangıçtın beri varlığı bilinen
Türk inançları”dır [Kalafat, 1990: 6]. Böyle genel bir tanımdan da
anlaşılacağı üzere, Türklere mahsus bu inançlar, Türklerin tarih sahnesinde
varlığından beri bilinen bütün inanç türleridir.
Daha
somut bir ifadeyle açıklamak gerekirse, eski Türk inançları, Türklerin İslâm
öncesi farklı dönemlere ait olan ve sosyal hayata karışan semavî, semavî
dışı ve(ya) şamanist inançların bütünüdür [a.g.e., 10].
Tarihî boyutuyla eski Türk inançlarının gelişimini ele alacak olursak,
bunları üç ana kriter etrafından toplamak mümkündür.
1.)
Günümüze kadar aynen yaşayan eski Türk inançları.
2.)
Günümüze kadar kısmen ulaşmış eski Türk inançları.
3.)
Günümüze kadar ulaşmayan eski Türk inançları.
2.1.1.
Günümüze Kadar Aynen Yaşamaya Devam Eden Eski Türk İnançları
Günümüze kadar ulaşan ve hemen hemen hiçbir şekilde değişmeyip, semavî
dinlere rağmen, kendinî korumuş olan eski Türk inançlarının sayısı az bile
olsa, bazı bölgelerimizde görmek mümkündür. Bunların bir kısmı, İslâm
dinîne göre daha çok hurafe veya batıl inançlar olarak değerlendirilebilse
dahî, eski Türk geleneklerinin hâlen varlığının korunduğunun bir işaretidir.
Dilek ağaçlarına çaput bağlamak, taşlara veya su kaynaklarının etrafına bez
bağlamak, mezarlardan medet ummak gibi âdetler, İslâm dinî tarafından
benimsenmemesine rağmen, hâlen tatbik edilen örneklerdendir.
2.1.2. Günümüze Kadar Kısmen Ulaşmış Eski Türk İnançları
Kısmen
de olsa, bugün bile görebileceğimiz bir çok inanç çeşitliliği var ki,
aslında bunların köklerinin eski Türk inanç sistemine dayandığını
söyleyebiliriz.
Eski
Türk inançlarının günlük hayatımızın içine bazı değişimlere uğrayarak bugüne
kadar girebilmiş olabilmelerinin bir çok sebebi vardır. Ancak, bunların
başında bu inançların önemli bir kısmının, özellikle Türklerin müşerref
oldukları İslâm dinî ile bağdaşmış olduğunu gösterebiliriz. Bu inançların,
değişik dinî faktörlere rağmen, kendilerini korumaları, ancak yeni dinîn
inanç sistemi ile uygunluk göstermiş olmaları ve bu yeni hayat içinde
kendilerine yaşama alanı bulmalarıyla izah edilebilir [Özönder, 1987:
420-427].
Mahiyet ve içerik itibariyle değişime uğramasına rağmen, aslî fonksiyonları
itibariyle şu veya bu şekilde fillî olarak etkinliklerini sergileyebilen bu
inançlar, Türk-İslâm sentezi hâlinde varlığını bugüne kadar
sürdürebilmiştir.
Bunun
neticesi olarak, değişik isimler altında bile olsa, bazı eski Türk
inançları, bizzat İslâm dinî tarafından korunmuş ve günlük hayatın
vazgeçilmez bir kültür aracı olmuştur. Bundan dolayı, İslâm ile imtizaç
etmiş olan eski Türk inançlarını, hem İslâm öncesi, hem de İslâm sonrası
tarihî gelişim içinde görmek mümkündür. Örneğin Saçı ve Kurban gibi âdet
veya inançlar, hem eski Türk inançlarında, hem de İslâmî inanç sistemi
içinde var olan önemli sosyal dayanışma veya dinî motiflerdir.
Nasıl
ki atalarımız olan Türkler, İslâm öncesi dönemlerde yılın belirli bir
zamanında Tengri, iyeler, ata ruhlar ve arvaklar için düzenlendikleri
âyinler çerçevesinde bir şükran ifadesi olarak kurbanlar kesiyorlardı ise
[Kalafat, 1990: 11], bugün de aynı kurban kesme ibadetini bu sefer, sadece
Allah rızasını kazanmak inancı ile ifa edilmektedirler.
Eski
Türklerde tertiplenen törenlerde, mutlaka kurban âdeti vardı. Ancak,
bunların ekseriyeti, bugünün temel İslâmî inanç sistemlerine tamamen aykırı
olduğunu da hatırlatmak gerekmektedir. Meselâ, at ve koyun dışında değişik
hayvanların kanı akıtılarak, sunulan kanlı kurbanların yanında ateşe kansız
kurbanların atılması veya ruhlara adanıp kırlara salıverilmesi, bugün
uygulanmayan eski Türk âdetlerin başında gelmektedir.
Her
varlığın bir iyesi yani görülmeyen ruhu olduğuna inanan Türkler, Tanrıların
iyiliklerini görme ümidiyle saçı bırakırlardı. Bugün de aynı gelenek
düğünlerde , doğum geleneklerinde bereket getireceği ümidiyle
uygulanmaktadır.
Bu inançlardan başka eski
Türklerin sosyal yaşamında önemli bir yeri olan büyüklere saygı,
misafirperverlik, hediyeleşme gibi adetler İslam dini tarafından da teşvik
edildiği için Türkler İslâmîyet’in kabulünden sonra bu güzel vasıflarını
daha da geliştirerek insanlığa hizmet etmişlerdir [Turan, 2000: 109].
2.1.3. Günümüze Kadar Ulaşmayan Eski Türk İnançları
Tarih sahnesinde kaybolmuş olan ve bugün dahî pek rastlanmayan eski Türk
inançlarının önemli bir kısmı, toplumun belirli bir kesimi tarafından teorik
olarak bilinse bile, çoğu kez günlük hayatta etkisini kaybetmiş inançlardır.
Bunların ekseriyeti, semavî dinler ve özellikle İslâm dinî tarafından
benimsenmediği için, varlıklarını koruyamamışlardır.
Örneğin Eski Türk inançlarından ve daha ziyadesiyle şamanî unsurlardan
sayılan ateşe-ocağa saygı gösterme ve mezarlara kıymetli eşyalar koyma, ölüm
merasimlerinde yüzlerini çizme, elbiselerini ters giyme gibi adetler [İnan,
1976: 16-18] bugün araştırma alanımız olan Göynük ve Taraklı çevresinde
artık tatbik edilmemektedir.
2.2.
Eski Türk İnançlarının Unsurları
2.2.1.
Tanrı
Tabiat ekseninde gelişen
eski Türk inançlar zincirinde bir çok tabiî varlık kutsal olduğu gibi,
bunları yaratan farklı ilahî güç ve ruhlar da bulunmaktadır. Bu ilahî
güçlere ve ruhlar, her yerde hazır ve nazırdır. Eski Türk inançlarına göre
bir yanda gök yüzünü mesken tutmuş iyilik tanrıları, bir yanda yer altının
karanlığına gömülmüş kötülük tanrılarının ve ağaçta, taşta, dağda, suda,
ateşte, ayda, güneşte uyuyan ruhların varlığına inanılır. Eski Türklerde iyi
ruh, "Bay Ülgen", kötü ruh "Erlik" diye adlandırılmıştır. "Bay Ülgen" aynı
zamanda iyi ruhların başında bulunan, onlara emir veren bir Tanrıdır
[İnan,1976:1325].
Tanrı ve en büyük semavî
ruh, semanın en üst tabakasında bulunan insan şeklinde bir varlık olarak
tasavvur edilmiştir. Gökte yaşadığına inanılan bu en büyük ruh, insanları,
ovaları, ateşi, yeri, güneşi, ayı, yıldızları yaratmış, kainatın nizamını
sağlamıştır. Yine eski Türk kavimlerine göre, gökte ve yerde meydana gelen
çeşitli tabiat olayları, birtakım ruh ve tanrıların eseri idi. Hastalık gibi
ölüm de, onlara göre, kötü ruhların bir eseri sayılıyordu [İnan, 1995;
26-29].
Eski
Türklere göre her şeyi yaratan ve her varlığın sahibi olan kutsal şey
gökteki biricik Tanrı idi.Aslında göğün kendisi bir tanrı değildi.Çünkü
gökte yer gibi maddî birer varlıktı ve Tanrı tarafından yaratılmıştı.Eski
Türkler dış tesirlerinde sebebiyle gökleri yedi veya dokuz kat tarif etmeye
başladılar [Ögel, 1997 :36-39].
Gök-Tanrı (Kök Tengri) dinînin Türkler’e özgü bir inanç olduğu, “Tanrı”
(Tengri) kelimesinden anlaşılmaktadır: Bu kelime, belirli fonetik farklarla
(Başkurtça dışında) bütün Türk lehçelerinde yer almasının ötesinde, birçok
Asya topluluğu dillerine giren ortak bir kültür unsurudur [Köprülü, 1966:
58].
Türkler disiplinli bir hayat ve toplum düzenleri yüzünden tek tanrı
düşüncesine çok erken çağlarda erişmişlerdir. Türkler göğün kendisine Gök
Tanrı derlerdi.Göktürk yazıtlarından anlaşılacağı üzere gök ile yer yaratıcı
değillerdi. Onlar yaratılmış kutsal birer varlık idiler.Bunları yaratan
bütün varlıkların üstünde olan tanrı idi. Türkler tanrının biçimini tarif
etmemişlerdir. Bu İslâm’daki “vacib-ul vücud” inancına benzemektedir.Yani
Tanrının vücudu kendince nasıl gerekmişse öyledir inancı vardır. Onu bilmek
kimsenin haddi değildir [Ögel ,1997, C: 2: 86-89].
İslâm
inancına göre Tek Tanrının özel adı Allah’tır. Bu kelime erkeklik, dişilik,
teklik, çokluk kabul etmez. Tek bir ilah vardır. O doğmamış ve
doğrulmamıştır. Allah her şeyin sahibidir ve O’nun her şeye gücü yeter.Tek
hakim O’dur [ Hamidullah, 1996: 73-75].
Eski
Türklerde Gök Tanrı dinî hakimdi.Gök Tanrı bozkır kavimleri inancında tek
yaratıcı olarak görünmekte ve din sisteminin merkezinde yer almaktaydı.
Hunlar, Göktürkler, Uygurlar gibi tarihi Türk topluluklarında kurbanlar
sunulan kutsal varlıkların başında ve hepsinin üstünde geliyordu. Tanrı tam
iktidar sahibiydi [Kafesoğlu, 1980: 54-63].
Orhun
Abidelerinde Tengri şeklinde ifade edilen Tanrı;Türk milleti yok olmasın
diye kağanı gönderdiği belirtilmiş ayrıca yapılan işlerin Tanrının rızasıyla
yapıldığı çeşitli bahislerde görülmüştür [Ergin, 1973: 81].
Türk
inanç sistemiyle ilgili ilk bilgiler Hun Türkleriyle ilgilidir. Hun Türkleri
Tengri’ye, yir-sub iyelerine, ata arvaklarına kurban keserlerdi. Yılın
beşinci ayında Hun Türkleri kağanı halkı bir araya toplar kurban merasimi
yaparlardı. Sonbaharda toplanan ayinden sonra kağan halkı ile ormanın
etrafında dolaşırlardı [Eberhard, 1996: 80-87].
Hun
çağından sonraki Türk devletlerinin yaşayış biçimlerini aktaran kaynaklar
Türklerin Tanrı’ya, yer-su ruhlarına, güneşe, aya, atalar ruhuna, büyük
dağlara kurban kestiklerini belirtmektedirler [Esin, 2001: 39-93]
Göktürkler zamanında gökle alakalı olmakla beraber mücerret manası ile tek
bir Tanrının varlığı inancı mevcuttu. Orhun yazıtları yer, gök tüm
mahlukatın yaratıcısı, insanların iyi veya kötü kaderlerinin tayin edicisi
bir Tanrı fikrinin teşekkül ettiğini göstermektedir [Turan,2000:48] [İnan,
1976: 17-18].
Tanrı merkezlî bir inanç yumağı etrafında yardımcı ve koruyucu gök ve yer
iyeleri yok değildi (Ata ruh veya Arvak), ancak netice itibariyle İslâm
öncesi dönemlerde dahî Türklerin şu veya bu şekilde bir Yaratana
inandıkları, bu inanç doğrultusunda da tevhit dinî olan İslâm’ı benimseyecek
manevî atmosferin varlığının da bulunmuş olduğu ortadadır.
Şamanist inançlara yakın veya benzer bir şekilde bazı Türk kavimleri, dört
temel unsur olan toprağı, ateşi, suyu ve havayı takdis etmekle beraber,
sadece, yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan bir Tanrı’ya taptıkları da
belirtilmektedir. Gök yüzünde olduğu düşünülen Tanrı’ya tapan bazı Türk
kavimleri, tanrısal rızayı kazanmak ve onun gazabından kurtulmak ümidiyle
O’na at, sığır ve koyun kurban keserlerdi [Turan, 2000: 48].
Özellikle Gök-Türkler’in Tanrı inancında, Tanrı, hem gök, hem de Yaratıcı
anlamında kullanılmaktaydı. Dolayısıyla, eski Türklerin dinînde Tanrı,
semavî dinlerin tevhit inancından farklı olarak, göklerin Tanrısı veya
göklerde varlığını sürdüren bir ilâh idi [Turan, 2000: 49].
Her
ne kadar böyle bir Tanrı inancı, İslâm’ın monoteist anlayışına ters gelse
de, bazı Türk boyların içinde hâkim bu inanç sistemi, yine de İslâm’a en
yakın olanı idi. Unutmamak gerekir ki, aynı dönemlerde şamanist
cereyanlarından kurtulamayan bazı Türk kavimleri de (örn. Başkırtlar ve
Kırkızlar) ya bir çok Tanrı’yı kendilerine mabut edinmiş, ya tabiî
varlıklara ilâhlık sıfatı vermiş ya da Hindular gibi ölülerini yakmışlardır
[Turan, 2000: 50].
Göktürklerde yer-su’ların kutsal sayılması Hunların güneşe ve aya tazim
etmesi semavi mahiyetteki tek tanrılı inancını gölgelendirmez. Tarihte
Tanrının yanına kutsal sayılan ikinci derecede yan varlık inançları
görülmektedir. Örnek olarak Hıristiyanlıkta üç olan Tanrı kişiliğinden başka
Meryem ana, melekler, azizler ve ölü ruhları kutsaldır [Kafesoğlu, 1980:
62-67].
Göktürkler zamanında uluhiyet fikrinin tek Tanrı inancına yükseldiği
görülmektedir. Tengri kelimesi ilk zamanlarda mavi gök anlamında
kullanılmıştır. Sonraları hem gök hem Tanrı yerine kullanılmıştır.
Göktürkler zamanında yeri göğü bütün kainatı yaratan insanların iyi ve kötü
kaderlerini tayin eden ve göklerde bulunan bir tek Tanrı inancına
ulaşılmıştır. O Tanrıya ibadet edilir, kurban kesilir [Köseoğlu, 1991: 35]
[İnan, 1976: 15-19].
Bizans
tarihçisine göre Türkler toprağa ve yere ayin ve tören yaparlar. Fakat onlar
Gök ve yerin yaratıcısına karşı gösterdikleri ibadet ve imanı diğerlerine
göstermezler. Bu ulu Tanrı’ya ait sığır ve koyun kurban ederler. Onların
gelecekle ilgili haber veren rahipleri, şamanları vardır [Ögel, 1988: 710]
[İnan, 1976: 16-19].
Din
tarihçisi Hikmet Tanyu Türklerin dinînin Şamanizm olduğunu reddetmiş eski
Türklerin dinîni cahiliyye çağı Arabistan’ın Hanifler dinîne benzetmiştir
[Ocak,1983 :23].
Eski
Türklerde ruhların insan biçiminde tasavvuru olmadığı için putlara da
rastlanmaz. Türklerin gizli kuvvetinin bulunduğunu düşündüğü tabiat
varlıklarını görüldüğü gibi kabul etmişler ve sadece onlara kutsallık
atfetmekle yetinmişlerdir [Kafesoğlu, 1980: 45].
Türkler yüksek Tanrı telakkisine ulaşmakla beraber başlangıçta Onu gökte
düşünmektedirler. Bu sebeple Tanrı kelimesi hem gök hem de Allah manasında
kullanılıyordu. Nitekim Türkler Allah’ı Gök Tanrı adı ile anıyorlardı
[Turan, 2000: 49-53] [Ocak, 1983: 29-31].
Abbasiler döneminde Türklerin kitleler hâlinde Gök-Tanrı inancı yerine
İslâm’ı kabul etmeleri, Gök-Tanrı inancının temel özellikleri ile yakından
ilgilidir. Çünkü, İslâm öncesi Gök-Tanrı inancında Yaratan’a iman esasının
bulunması, Türklerin İslâm’ı benimsemeleri kolaylaştırmıştır [Tümer-Küçük,
1988: 60].
Tanrı’nın gökte, yukarda bulunduğuna dair inancı Dede Korkut boylarında
görmekteyiz. Alkışı alkış olan yani dualarının kabul olunduğuna inanılan
Oğuz beyleri ellerini açıp,yüzlerini göğe doğru tutarak dua ederlerdi
[Ergin, 1960: 26].
Oğuzlarda bir kimse zulüm gördüğü zaman yada bir zorlukla karşılaştığı
zaman,başını yukarı kaldırıp bir Tanrı diye dua ederler [İbni Fadlan, 1975:
124]. Bu günde Taraklı ve Göynük çevresinde yaygın olarak kullanılan
“yukarda Allah var” sözü eski Türklerdeki Tanrının gökte olduğu inancının
bir devamı sayılabilir.
2.2.2. Atalar Kültü
Atalar
kültü muhtelif eski Türk zümreleri arasından en köklü ve en eski inançlardan
biridir.Hemen hemen tüm Kuzey ve Orta Asya kavimlerinde bulunduğu görülen ve
ataerkil aile yapısının sonucu olarak yorumlanan atalar kültü Hun’lar da
tespit edilmiştir [Ocak ,1983 :25-26].
Eski
Türk inanç sisteminde ölmüş atalara tazim onlar için kurbanlar kesilmesi
pederşahi ailede baba hakimiyetinin, inanç sahasındaki belirtisi
sayılmaktadır. Bu inanca göre atalar öldükten sonra dahi ruhları vasıtasıyla
aile efradını korumaya devam ederler. Bu yüzden onlara karşı duyulan minnet
hissi türlü şekillerde ortaya konmak tadır [Kafesoğlu, 1980: 46-54]
[Kafesoğlu, 1996: 291].
Ölmüş
atalara duyulan saygı onların hatıralarının ve eşyalarının takdis edilmesine
yol açmış bu yüzden Türkler ölülerine her türlü eşyalarıyla birlikte
gömmüşlerdir [Ocak,1983:27]. Atalar kültünün Türklerin eski dinî inançları
arasında köklü ve sarsılmaz bir yeri vardır. Budizm ve Maniehizm gibi
yabancı dinlerin yayılmasından sonra bile atalar kültü kuvvetinden bir şey
kaybetmemiştir [Ocak, 1983: 27].
Dişi
kurttan ve insandan türediklerine ve atalarının mağaradan çıkarak yeryüzüne
yayıldığına inanan Türklerden [Ögel, 1997, C.: 2: 87] Hunlar, Göktürkler her
yılın mayıs ayında kendi kağanlarının başkanlığında bu ata mağaralarına
giderler ve atalarına saygı gösterirler, ecdat mağaralarında kurbanlar
keserler, ölen ataları için bark dedikleri küçük bir ev yaparlardı
[Eberhard, 1996: 87]. Chou’ların ise atalara kurban olarak av törenleri
sırasında ok ile vurdukları hayvanları sunma merasimleri vardı [Esin 1978
:25].
Göktürk kağanı Kültegin için yapılan barklar taştan yapılmış ve oymalarla
süslenmiştir. Büyük ölülerin mezarları genelde dağ başlarında bulunmuştur.
Eski Türklerin inanışlarına göre gökte oturan Tanrıya yeryüzünde en yakın
olan yerler yüksek dağ başları idi. Bu yüzden Türkler önemli mezarlarını dağ
başlarına gömmüşlerdir [Ögel, 1997, C.:2: 87].
Türkler büyük ataların ruhlarının yaşadığına inanılan yerlerin dağların
kutsallığına inanmışlar, kurbanlar keserek törenler düzenlemişlerdir. Bu
törenler İslâm’ın kabulünden sonra büyük ataların, velilerin türbeleri
çevresinde günümüze kadar süre gelmiştir. Eski Türklerde en büyük ve değerli
kurban at’tır. Orta Asya eski Türk bölgesinde özellikle Altaylardaki
kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur [Kafesoğlu, 1980: 50-51].
Büyük
göçler dışında kalan göçebe Türkler atadan kalma yurtlarda oturuyor, dinî ve
milli hatıralarla dolu matemlerine bağlı kalıyorlardı. Göktürkler'in aynı
mukaddes yerlerde ibadet etmeleri Tanrı'ya ve ata ruhlarına kurban vermeleri
ve İbni Fadlan’ın Oğuzların Sir Derya boylarında atalarından kalma
yurtlarında oturmakta olduklarını belirtmesi Türklerdeki atalarına
bağlılığının işaretleridir [Turan 2000:124].
Atalar
kültü atanın bizzat kendisine tapma niyeti taşımaz, onun öldükten sonra
ailesine yardım edeceği inancından doğan korku ve saygıyla karışık bir
telakkidir [Ocak, 1983: 27]. Eski Türklerde ölen kişilere ve atalara ait
hatıralar kutsal sayılırdı. Ataların ruhlarının kendilerini koruduğuna
inanılır ve onlar için kurban kesilirdi. Atalara ve onların mezarlarına
yapılan saldırılar savaş nedeni bile olabiliyordu. Atilla'nın 2. Balkan
seferinin nedenlerinden biride Hun hükümdar aile mezarlığının Bizans'ın
Margos psikaposu tarafından açılıp soyulmasıdır [Kazıcı ve Şeker, 1981: 29].
Hunların büyük bir
hakaret saydıkları bu işe piskoposu sevk eden etken, eski Türkler’in erkek
ölüleri silah ve değerli eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu
atlarıyla; kadınları da süs eşyaları ve mücevherleriyle birlikte
gömmeleriydi. Bunun nedeni, Türkler’in, öbür dünyada ikinci bir hayatın
varlığına ve ruhların sonsuza kadar yaşadıklarına inanmalarıydı [a.g.e.].
Çinlilerde Tanrı Pılıçolitur. Tanrıların sayıları on binleri buluyordu. Bu
sebeple herkesin saygısı kendi atası üzerine toplanmıştı. Türklerde ise
büyük ve yüce yaratıcı, öldürücü bir tek tanrı vardı. Bu sebeple ata
tapınakları bu yüce Tanrının yanında fazla bir önem kazanamıyordu [Ögel,
1997: 762].
Eski
Türklerde insanın kurban edilmesiyle alakalı kesin bir işarete
rastlanmamaktadır. Atilla’nın ölümü sebebiyle birçok kimsenin öldürülerek
mezara gömüldüğü, Göktürk hanlarının mezarları başında düşman orduları
komutanlarının kurban edildiği gibi rivayetler vardır. Ancak bu bilgiler
eski Türklerde insan kurbanının yaygın değil bazı istisnalar sonucu oluştuğu
görülmektedir [Kafesoğlu, 1980: 52]. Ancak Çin kaynakları Kore kavimlerinde
Fu-Yü’ların böyle bir geleneği olduğunu kaydeder [Eberhard,1996:17]. Bazı
Moğol kavimlerinde ve Çin’de insanın kurban edilmesiyle alakalı bazı
işaretler mevcuttur [Eberhard, 1995: 61] [Ögel, 1991: 296].
Eski Türklerdeki inanç
sisteminin önemli bir parçası da, insan neslinin sonsuz bir şekilde devam
ettiği düşüncesidir. Eski Türk inancına sahip olan bir Türk, kendinî baba,
dede ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görmektedir. Atalarını
bilmek ve onları saymakta çok duyarlı davranmasının bir neticesi olarak,
Atalar kültü bir din olarak da tanımlanmıştır. Buna göre, Atalar kültüne
gönül vermiş bir kişi, aynı zamanda kendi geleceğini sonraki nesillerde
görmektedir. Bu yaklaşım, varoluşun ana esprisidir. Bundan dolayı bu bir
Türkün vazifesi, çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarını aşılayarak
yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır [ Ocak, 1983: 76].
Bazı araştırmacılara
göre, atalara tapmak ile ataları aziz bilmek, farklı şeylerdir. Eski Türk
inanç sisteminde atalar, Tanrı olarak kabul edilmiyorlardı. Bu inanca göre,
onlara ait ruhların koruyucu kollayıcı misyonları vardı. Ancak, şunu da
unutmamak gerekir ki, böyle dahî olsa, Yaratan’ın dışında kutsal olduğu
düşünülse bile bazı yaratılmış unsurlara bir takım ilahî sıfatlar yüklemek
de, İslâm inanç sistemine aykırı olduğunu hatırlatmakta fayda vardır [ Ocak,
1983: 76].
Anadolu Selçuklu
Sultanları mescid ve türbeleri ziyaret ediyorlardı. Nitekim Alaaddin
Keykubat, Harzemşahlar Devleti Sultanı Celalettin Harzemşah’ın ordusunun
yaklaşmakta olduğu haberi üzerine türbeye gitmiş, öpmüş, ağlamış ve yardım
dilemiştir [Eflaki, 1986:51-52].
Günümüzde, Atalar
kültünün yerini evliyalar kültü almıştır tezinin örnekleri de mevcuttur.
Buna göre çevrede yatır diye tabir edilen çeşitli mezarlar bulunmakta ve bu
yatırlara çeşitli dertleri olanlar gidip dualar okumakta ve isteklerine bu
mezarlarda yatan kimseleri aracı yapmaktadırlar. Ziyaret, sunulan adaklar ve
kurbanlar bu yatırların çevresinde cereyan etmektedir. Fakat işin ilgi
çekici yanı hem ilgili literatürde hem de şahsen yapılan araştırmalarda
bu yatırların kimliklerini tespit etmenin mümkün olmamasıdır. Genel olarak
bu yatırlar bir şahıs adı yerine Nohutlu Baba, Çamlık Baba gibi üzerinde
bulundukları dağın veya tepenin adıyla anılmaktadır. Oysa kimlikleri az çok
bilinen yatırlar genelde dağ, tepe başlarında değil, herkesin kolayca
ulaşabileceği köy, kasaba yahut şehir içinde veya yakınında bulunmaktadır.
Çünkü herkes tarafından kolayca ziyaret edilip Fatiha okunmak amacı söz
konusudur. Dolayısıyla tepe üstündeki bu yatırların büyük bir kısmının
gerçek yatırlar olmayıp bir takım sembollerden ibaret bulunduğu sonucuna
varmak doğru görünüyor [Ocak, 1983: 76].
Taraklı ve Göynük köylerinde atalar kültünün izlerini İslâmî motifler
içerisinde az da olsa görülmektedir. Mezarlar parmakla gösterilmez eğer
gösterilirse parmak acıyana kadar ısırılır. Mezarların üstüne
basılmaz.Ramazan ve Kurban bayramı arife günleri ikindi namazından sonra
köyün tüm erkekleri mezarlığa gider. İmamların okuduğu Kuran’dan sonra dua
edilir sonra herkes kendi yakınlarının mezarına gider ve onlara dua okur.
Askere gidecek gençler köylüyle vedalaşmadan önce mezarlığa gelip ölmüş
yakınlarına dua eder ondan sonra tüm köylüyle vedalaşıp yola öyle çıkar.
Mezarlıktaki ağaçları kesmek hoş karşılanmaz ve bu ağaçların kesilmesine
müsaade edilmez. Çocuğu olmayan kadınlar, herhangi bir sıkıntıya duçar olan
kimseler hemen hemen her köyde bulunan ve Erenler adı ile anılan dağ
başlarındaki yatırlara giderler. Adaklar adayıp, dua ederler. Tüm bu
inanışlar ve uygulamalar eski Türklerdeki atalar kültünün İslâmî motiflere
bürünerek veya İslâmîleşerek devam ettiğinin birer işareti sayılabilir.
2.2.3. Tabiat Kültleri
Tabiat
kültleri eski Türk inançları içinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Eski
Türk topluluklarında tabiat kültleri, yer ve gök kültü olmak üzere ikili bir
görünüm almaktadır. Yer kültünün değişik unsurlardan meydana geldiği
görülmektedir. Eski Türkler tabiatta mevcut hemen her varlıkta mahiyeti
kavranamayan gizli bir takım güçler bulunduğunu düşünüyorlar,bu sebeple dağ,
tepe, taş, kaya, ağaç veya su gibi nesneleri canlı kabul ediyorlardı
[Ocak,1983:27]. Bu telakkinin tarihi belgesini Orhun Kitabeleri teşkil
etmektedir. Bu kitabelerde kısaca yer-su’lar (yer-sub) şeklinde sık sık
zikredilen [Ergin,1973:37-43] ve Göktürklerdeki inanılışı hakkında çeşitli
ipuçları veren satırlarla tasvir olunan tabiat kültü, Türklerde değişik bir
mahiyet kazanmıştır [Ocak, 1983: 27-29].
Dünyanın muhtelif yerlerinde muhtelif zamanlarda yaşayan insan
topluluklarını fiziki çevrede görülen tabiat parçaları, yahut değişik
şekillerde tezahür eden tabiat olayları etkilemiştir. Bu sebeple tabiat
kültleri, dinler tarihi çalışmalarına göre pek çok yerde mevcut olmuştur.
İptidai ve gelişmiş toplumların hepsinde buna rastlanmaktadır. Ancak Türkler
de, Yunanlılar ve Romalılarda olduğu gibi, tabiat kültleriyle ilgili birer
Tanrı ve bunların tarafından efsaneler teşkil etmemiştir [Kafesoğlu, 1980:
43-45]. Çünkü yersuların bizzat kendileri ilahî bir varlık olarak
düşünülmemiş yani başka bir ifadeyle; dağ, tepe, taş, ağaç, kaya, suya vs.
maddî varlık olarak doğrudan doğruya takdis ve tapınma konusu olmamıştır. Bu
varlıklara sadece kutsallık atfedilmiştir.
Eski
Türklere göre bütün tabiat, bugün ancak ruh diye ifade edebildiğimiz gizli
güçlerle doludur. Dağlar, tepeler, ağaçlar ve kayalar hisseden, işiten,
iyilik veya kötülük yapabilen varlıklardır; daha doğrusu bunları yapan
onlardaki gizli güçlerdir. Bundan dolayı, Eski Türkler, bu varlıkların
bizzat kendilerine değil, gizli güçlerine takdis hissi beslemişler ve korku,
minnettarlık, saygı karışımı bir tavır takınmışlardır [Ocak, 1983: 27-29].
Tabiat
kültlerinin izlerine meşhur Oğuz Kağan destanının İslâm öncesi biçiminde de
rastlanmaktadır. Oğuz’un semavî menşe’li iki karısından olma çocuklarının
Gök, Gün, Ay, Yıldız gibi gök mefhumuyla, Dağ, Deniz gibi yer mefhumuyla
alakalı isimler alması, dikkati çekmektedir. Göğün bizzat kendisi de Türkler
de tabiat kültünün bir parçası olarak görülmekte ve Gök Tanrı mefhumundan
tamamıyla ayrı tutulmaktadır. Bu itibarla, güneş, ay ve bütün yıldızlar
tabiat kültünün unsurlarıdır [Ocak, 1983: 27-29].
Türkler, işte bu sebeple Güneşi, Ayı ve bazı yıldızları takdis ediyorlardı.
Meselâ Hunlar güneşe ve aya çok önem veriyorlar ve bunlar için çeşitli
törenler düzenliyorlardı. Göğe ve yere, Güneş ve Aya yani onlardaki var
olduğunu sandıkları üstün güçlere kurban kesiyorlardı [Eberhard, 1996: 80].
Ebu Dülef de X. yüzyılda Çiğiller arasında çeşitli yıldızların takdis
edildiğini tespit suretiyle gök kültünün varlığını bize göstermektedir
[Ocak,1983:27-29].
Yer
kültünün de olduğu gibi gök kültünde de bizzat gök cisimlerine tapınma söz
konusu değildir. Bu cisimlerle ilgili dinî merasimler Ebu Dülef’i ve öteki
müşahitleri, bunların mahiyetine vakıf olmadıkları için yanılmış, Türklerin
bu cisimleri tapınma konusu yaptıklarını sanmışlardır. Tabiat kültleri,
tıpkı atalar kültü gibi, Türklerin muhtelif dinlere girip çıkmalarına rağmen
yinede varlıklarını sürdürmüşlerdir. Tabiat kültlerini eski Çin’de ve Kore
kavimleri arasında da önemli bir yere sahiptir [Ocak,1983:27-29].
Eski
Türk inançlarının temelleri, Gök Tanrı, Güneş, yer, su, atalar kültü, tabiat
kültleri ve ocak yani ateş kültleriydi. Bu bağlamda Asya halklarının
inandığı Şamanizm’in temelinde insan, ruh ve tabiatın birliği ve uyumu
düşüncesi yer almaktadır. Şamanist inanç dünyasında kainat, dünya, insan,
ruh, hayvan ve bitkiler âlemi, yaratma faaliyetleri açısından bir bütündür.
Dünya ve Gök, yaratma kudretini birlikte ve iş birliği şeklinde
gerçekleştirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, tek bir Yaratan yerine bir çok
yaratıcı güç, bir birliktelik içinde yaratıcı (ilah) fonksiyonunu
üstlenmektedir. Bundan dolayı da eski Türkler bütün yaratıcı unsurları,
yaratıcılık vasıflarından dolayı mukaddes saymaktadır. Bunun tabiî bir
neticesi olarak Asya'nın göçebe halklarında gök, su, yer gibi tabiat
varlıklarına saygı gösterme, bunları kutsama bu göçebe halkların
inanışlarının özünü oluşturmaktaydı [Ocak, 1983: 29].
2.2.4. Su Kültü
Türklerde toprak yalnız başına fazla bir mana kazanamamıştır. Bundan dolayı
eski Türkler bu anlayış gereği "yer-su" yani "yerler-sular" deyimini
kullanmıştır. Aileler su içtikleri pınarlar ile yaşadıkları yerlere kutsiyet
vermişlerdir [Ögel, 1988: 421] [Turan, 2000: 51].
Tabiat
ruhlarına Göktürk çağında kitabelerde görüldüğü gibi "yer-su" deniliyordu
[Ergin, 1973: 37-43]. Bu tabir (yer-su) şekliyle Uygurlarda da vardı.
Yer-sular kutsal sayılıyordu [Kefesoğlu, 1980: 291]. Kırgız Türkleri
Tanrılar arasında sulara ve ağaçlara kurbanlar verirlerdi [Eberhard, 1996:
68].
Eski
Türk inançlarında yer gibi suda iduk yani mukaddes idi. Ancak bu kavramın
içine akan ve akıntılı olan bütün sular, ırmaklar, dereler ve pınarlar dahil
idi. Göktürk kitabelerinde yer-su sahipsiz kalmasın diye Türk Tengrisi kağan
gönderdi derken kastedilen mukaddes Türk yurdu ve bütün mukaddes Türk
sularıdır. Su onların hayat kaynağı ve yaşama gücüdür [Kalafat, 1990: 43].
Yüksek
dağlar ve pınarlarda hayırlı ruhların mekanı sayılıyordu. Bunlara yer-su
deniyordu ve bunlar takdis ediliyordu. Nitekim buralarda Tanrıya dua
ediliyor kurbanlar kesiliyordu [Turan, 2000: 51]. Yeryüzü eski Türklerin
''yer su'' dedikleri kutsallıklarla doluydu. Birbirinden ayrılmayan bu iki
kutsal varlık Tanrı ve Gök gibi insanların kaderlerini de çizebiliyordu.
Türklerin üzerinde yaşadıkları yer ve sular aynı zamanda Türklerin
koruyucusuydular. Göktürk yazıtlarında Türk yer suları Türk budunu yok
olmasın diye onlara yardım ettiği belirtilmiştir [Öğel, 1997, C.: 2: 90].
Günümüzde Taraklı ve Göynük köylerinde suyun kutsallığı, temizleyici ve
koruyucu olduğuna inanma ile ilgili çeşitli örnekler mevcuttur. Düğünün
birinci günü damat gerdeğe girerken eline bir tas veya bardak su verilir ve
bunu odanın her bir köşesine eşit şekilde dökmesi istenir. Bu şekilde bu
kutsal suyun kötü ruhlardan ve kötülüklerden kişiyi koruyacağına inanılır.
Düğünün birinci günü damat gerdeğe girerken kapının önüne konulan içi su
dolu bardağa tekme vurarak suyu etrafa saçar. Bu suyun uğur ve bereket
getireceğine ve kötülüklerden koruyacağına inanılır. Sevilen bir kişi
askere, hacca giderken veya uzak bir yolculuğa çıkarken çabuk ve kazsız
belasız diye arkasından su dökülür. Yine gelin annesinin evinden çıkarken
arkasından bir kova su dökülür. Bu dökülen suda koruyucu niteliktedir.
En
eski devirlerden beri Türklerin tabiat kültünde su önemli bir unsur
olmuştur. Büyük İslâm bilgini Biruni ''El Asarül Bakiye'' adlı eserinde
Oğuzların çok bereketli bir pınar yanındaki kayaya taptıklarını
bildirmiştir. Bu 10. asır oğuzlarını yakından tanıyan bilginin verdiği bir
haberdir. Eski Türklerde suyun yıkanmada fazla kullanılmamasının sebebi bir
ayine bağlı olmasından ileri gelmektedir [İnan, 1976: 41].
Uygurlar yılda iki defa yere kurban verirlerdi ve kış mevsimini törenlerle
kutlarlardı. Kötü ruhları uzaklaştırmak için altın ve gümüş kalpler içine
koydukları suları birbirlerine serperlerdi. Su serperek kötü ruhlardan
temizlenirlerdi [Öğel, 1988: 211].
Suyun
yeryüzünde büyük bir anlamı vardı. Evrendeki dört elementten biridir. Hem
söndürdüğü ateşin karşıtıdır hem de tamamlayıcısıdır. Bereket sağlamaktaki
rolü iyi bilinmektedir ve bu özelliği kendisine hayatın kaynakları arasında
yer almaktadır. Su yeryüzü gibi ana kabul edilmiştir. Ayrıca yağmur şeklinde
içinden geldiği göğe bağlıdır. Ancak, Türklerin ve Moğolların asıl dikkatini
çeken suyun saflık timsali oluşudur [Roux,2002: 143].
Suyun
enginliği göğü yansıtan bir aynadır ve dolayısıyla yağmur gibi, o da suyu
Tengri'nin hayatına katmaktadır. Dede Korkuta göre:” Su Tanrı'nın yüzünü
görmüştür.'' Bu yüzden su kutsal sayılmaktadır [Ergin,1964: 27]. Bütün
Türklerde eski ve yerleşmiş inanışa göre su kutludur ve temizdir. Yıkanmak,
kutlu ve temiz olan suyu kirletmek, böylece büyük bir günah işlemek
demektir. Bu ise uğursuzluğa ve felakete sebep olur [ Sümer,1980: 46].
Oğuzlar dinî inanışların tesiri ile suya girmiyorlardı. Ayrıca yabancıların
suya girmelerine engel oluyorlardı. Çünkü suya girmekle onların kendilerini
büyüleyeceğinden korkarlar ve böyle yapanları para cezasına çarptırırlardı
[İbni Fazlan, 1975: 31]. Yer-su kültü, Göktürk kitabelerinden anlaşıldığına
göre VIII.yüzyılda Türk imparatorluğunda devletin resmi kültlerinde biri
olmuştur. Bu kitabelerde yer-su, tıpkı bugünkü Türklerde olduğu gibi, yan
yana zikredilmektedir. İslâm müelliflerinden Gerdizi, İrtiş boyunda yaşayan
Kimekler'de su kültü bulunduğunu yazmaktadır. Onun verdiği malumata göre,
Kimekler İrtiş ırmağını büyük sayarlar, ona taparlar ve secde ederler ''su,
Kimeklerin Tanrısıdır''derler [İnan,1998,C.:1: 385-396]. Kazaklarda ve
Başkurtlarda, sabahları yüzlerini yıkamayan çocuklara anneleri kızarken,
ihtiyarlar, şaka olarak, ''dokunmayın, buzağıları, kuzuları semiz olur ''
derler. Bu şaka aslında eski inançların bir yansımasıdır [İnan,1998,C.:1:
385-396].
Türkler İslâmîyeti kabul ettikten sonra su kültünün izlerini uzun müddet
muhafaza etmişlerdir. Bir köye yeni gelen geline su gösterme denilen ve
kadınlar tarafından bir merasim yaparlardı. Bu merasim gelin geldiği günün
ertesi sabah yapılırdı. Köyün kadınları ve kızları toplanıp gelini köyün
yakınındaki ırmağa veya göle götürürlerdi. İhtiyar bir kadın gelini suya,
suyu geline gösterdikten sonra '' babalardan kalan su, analardan kalan su“
diyerek bir şeyler söyler ve gelinin süslerinden bir gümüş para koparıp suya
atardı [İnan,1998,C.:1: 385-396]. Taraklı ve Göynük köylerinde duvak denilen
düğünün üçüncü günü gelin ve onun yakın kız arkadaşları köyün yedi çeşmesini
dolaşırlar. Her çeşmeden bir miktar su alınır ve bir kaba konur. Bu su
muhafaza edilir. Kutsal veya bereketli sayılan bu suyu gelin içer veya israf
etmeden çeşitli vesilelerle kullanır.
Günümüzde Taraklı ve Göynük köylerinde suyun kutsallığı, temizleyici ve
koruyucu olduğuna inanma ile ilgili çeşitli örnekler mevcuttur. Bunlardan
bazılarını belirtelim:
·
Taraklı’nın İç dedeler
köyünde bulunan yatırların yanında ki kuyuda köyde kuraklık ve su sıkıntısı
olmasına rağmen su seviyesi hiç düşmemektedir. Bu köydeki inanışa göre
yürüme ve konuşma rahatsızlığı olan çocukların bu suda yıkandığı zaman şifa
bulduklarına inanmaktadır.
·
Suyun kutsallığına
hürmeten su ayakta içilmez oturarak üç yudumda içilmektedir.
·
Evli eşlerden biri
öldüğünde geride kalan eş, bir daha evlenecek olursa ölen eşinin mezarına
gider ve eşinin mezarına su döker. Böylece ölen eşinin yüreğinin yanmasını
ve üzülmesini engelleyeceğine inanılır.
·
Cenaze çıkan evin tüm
suları dışarı dökülür. Bu belki yeni bir başlangıç, belki suyun ölüyle
gitmesi isteği olabilir.
·
Ölü, mezara gömüldükten
sonra üzeri örtülüp toprak atma işi bitince tabutla beraber güğümle
getirilen su mezarın üstüne dökülür. Su dökme işinin bir defada olmasına
dikkat edilir. Yani mezarın bir başından diğer başına geldiğinde kapta su
kalmaması lazımdır.
·
Suyun fazla kaynamasının
iyi olmayacağına, uğursuzluğuna inanılır. Ayrıca suya tükürülmez.
·
Nisanın ilk yağmuru
toplanıp bir kaba konur. Bunun içilmesiyle kısmetin açılacağına ve bereketin
artacağına inanılır.
·
Düğünlerde gelin yeni
evine girmeden içi su dolu testi kırılır. Bunun uğur getireceğine ve kem
gözlerden koruyacağına inanılır.
·
Bayram sabahları genç
kızlar köyün tüm pınarlarını yani çeşmelerini (yedi tane) gezerler ve
ellerindeki kaplara hepsinden bir miktar su doldururlar. Bu suyun şifa
olduğuna ve dertlerine derman olduğuna, kısmeti açacağına inanılır.
·
Bayram sabahı bu
çeşmelerden zemzem suyu aktığına inanılır. Bu, bize eski Türk inançlarının
İslâmî motiflerle süslenerek devam ettiğinin bir göstergesi sayılabilir.
2.2.5 Dağ, Ağaç Kültü
Dağ kültü çok eski
çağlardan beri Türk Ulusu’nun yurt edindiği çeşitli ülkelerin hepsinde izine
rastlanan bir unsurdur. Orta ve Merkezi Asya Dağları’nın çoğu Türkçe veya
Moğolca mukaddes, mübarek, büyük orta, büyük hakan anlamlarına gelen Han
Tenri, Bayan Ula, Kuttağ gibi adlar taşıyorlar. Göktürkler Budin İnli, Idık
Ötüken gibi dağları takdis ederek “Iduk Yersu” demişlerdir. Kırgız Türkleri
Tanrılardan yalnız sulara ve ağaçlara kurban verirlerdi [Eberhard, 1996:
68].
Altaylı Türk Boyları’nda
dağ kültü en önemli kült sayılmaktadır. Altaylı Türkler dağ şerefine ayinler
düzenlemekte ve ilahîler okumaktadırlar. Onuncu asırdan beri Müslüman olan
Türklerin halk tabakaları içinde dağ ve ağaç kültünün geleneklerini ve derin
izlerine rastlanmaktadır [İnan,1998:253-259].
Gök
Tanrı’ya sunulan bütün kurbanlar, adaklar ilgili dağa götürülerek orada
törenle, şölenle gereği yapılmıştır. Orta Asya Türkleri arasında en yüce, en
kutsal sayılan dağ “Ötüken”dir. Ötüken yalnız dağ değil aynı zamanda bir
ormandır. Türkler, ona büyük saygı göstermiş, adaklar sunmuş, kurbanlar
kesmişlerdir. Kurban, iyi ruhların sembolü ve yerinin gökyüzünde olduğuna
inanılan “Bay Ülgen” için kesilmişse başı “doğu”ya, kötü ruhların sembolü ve
yeraltında olduğuna inanılan “Erlik” adına kesilmişse “batı”ya çevrilir
[İnan,1995:48-51].
Eski Türklerin
inançlarına göre gökte oturan Tanrıya yeryüzünde en yakın olan yerler yüksek
dağ başlarıydı. İslâmîyet’teki Arafat ve Musevilerin Turi Sina Dağları da bu
tür inançlardan meydana gelmiş kutsal dağlardı [Ögel ,1997C.:2: 87].
Eski Türk hayatında ağaç
ve orman insan hayatı üzerine tesiri olan mukaddes varlıklardı [Ergin,
1973:66].Yer su ruhların ve en önemli mümessili dağdır. Eski Türklerde dağ
kültü Gök Tanrı kültü ile ilgili bir kült olmuştur. Hunlar mukaddes
dağlarında her yıl Gök Tanrıya kurban keserlerdi. Eski Türkler dağların
tanrı makamı olduğuna inanırlardı. Her boyun kendine mahsus mukaddes
dağları bulunmaktaydı ve onu canlı ve her şeyi duyan bir varlık olarak
tanıyorlardı. Eski Türkler ormanın tamamını kült saydıkları gibi bazı
ağaçları da ayrıca takdis ederlerdi [İnan,1976: 30-39].
Dağlar ve tepeler,
tarihin bilinen en eski devirlerinden beri yükseklikleri, gök yüzüne
yakınlıkları dolayısıyla insanların gözünde ululuk, yücelik ve ilahîlik
timsali kabul edilmiştir; bu yüzden de insan üstü varlıkların, ilahların
mekanı olarak düşünülmüşlerdir. Dikeyliğin güçlü simgesi, ormanlarda, korla
kaplı, ulaşılmaz ve gizemli, dorukları göklere varan ve dolayısıyla göğü
alttan destekleyen ve evrenin merkezinde bulunan dağ Türk ve Moğol
efsanelerinde önemli bir rol oynamıştır.
Dağ; yeryüzü
çekirdeğinden göğe doğru bir yükselişi temsil eder ve tırmanarak onu tanrıya
yaklaştıran bir tür erişmeyi simgeler. Dualar oradan daha iyi işitilir.
Ölülerde sonsuz ikametgahlarından, özellikle onu bulamadıkları zaman, daha
az uzaklaşmış olurlar. Kutsal bir dağı olmayan bir Türk veya Moğol kavminin
bulunmasına imkan olmadığı anlaşılmaktadır [Roux,2002: 156-157].
Dağ kültü Türklerin ilk
İslâmlaşma yıllarında kendisini göstermiş, Müslüman bir toplum da
rastlanmayacak şekilde su, ağaç ve dağa kutsallık atfedilmiştir [Roux, 2002:
160]. Türklerin yaşadıkları alanlarda çaputlar bağlanmış ağaçlar görmek
mümkündür [İnan,1998 : 244].
Kült
konusu olan dağların coğrafi manaları değil, yüksek tepeleridir. Bunların
pek çoğunun üzerinde yatır bulunmaktadır. Ziyaret, sunulan adaklar ve
kurbanlar bu yatırların çevresinde cereyan etmektedir. Fakat işin ilgi
çekici yanı hem ilgili literatürde hem de şahsen yapılan araştırmalarda bu
yatırların kimliklerini tespit etmenin mümkün olmamasıdır. Genel olarak bu
yatırlar bir şahıs adı yerine Nohutlu Baba, Çamlık Baba gibi üzerinde
bulundukları dağın veya tepenin adıyla anılmaktadır. Oysa kimlikleri az çok
bilinen yatırlar genelde dağ, tepe başlarında değil, herkesin kolayca
ulaşabileceği köy, kasaba yahut şehir içinde veya yakınında bulunmaktadır.
Çünkü herkes tarafından kolayca ziyaret edilip Fatiha okunmak amacı söz
konusudur. Dolayısıyla tepe üstündeki bu yatırların büyük bir kısmının
gerçek yatırlar olmayıp bir takım sembollerden ibaret bulunduğu sonucuna
varmak doğru görünüyor [Ocak,1983: 76].
Şamanist Türk ve Moğol boylarında "Oba Kültü" denilen bir kültte çok
yaygındır. Oba, steplerde toprak, dağ geçitlerinde taş yığınlarından meydana
getirilen suni tepeler yani höyüklerdir. Bu obalar, steplerde mukaddes dağ
ve tepe yerini tutmaktadır. Şaman, filan oymağın koruyucu ruhunun filan
yerde bulunduğunu söyler; boy veya oymak oraya bir höyük yapardı. Bu oba, o
boyun tapınağı olurdu. Burada kurbanlar kesilir, dinî törenler yapılırdı.
Obanın yanından geçen her yolcu atının kılından veya elindeki paçavralardan
bir parçayı adak olarak ağaçlara ya da taşlara bağlardı [İnan,1995: 60-63].
İslâm öncesi devirde dağ ve tepelerde mevcut olduğuna inanılan üstün güç
veya ruhların İslâmî devirde böyle kimliği meçhul evliya haline dönüştüğünü
kabul edebiliriz. Herhalde Türkler Anadolu’da fetihten sonra yerleştikleri
çeşitli yerlerde bazı dağ ve tepeleri, vaktiyle Orta Asya’da ki gibi,
mukaddes tanımışlar ve bunları hayali yatırlarla şahıslandırmış
olmalıdırlar.
Eski Türkler’de ki dağ ve
tepe kültüyle alakalı motifler sadece Bektaşi menakıbnâmelerinde değil,
İslâmî devirde kaleme alınan önemli bazı metinlerde de vardır. Mesela Dede
Korkut Kitabı’nda kahramanlar sıkıştıkları zaman veya güç bir durum ortaya
çıktığında, adeta canlı bir varlığa hitap edermişçesine dağlara
seslenmektedirler [Ergin,1973: 53-57] [Ocak,1983: 70-77]. Bugünde
Anadolu’nun bir çok yerinde dağ kültünün izlerini görmek mümkündür
[Kalafat,1990: 35-36].
Taraklı’da her yıl
düzenlenen hıdrellez bayramı Taraklı’ya tepeden bakan Hıdırlık denilen
mevkide yapılmaktadır.Burada Hıdır Dedenin mezarının olduğu inanılmaktadır
[İşsever, 1994: 205]. Çocuğu olmayan kadınlar, herhangi bir sıkıntıya duçar
olan kimseler hemen hemen her köyde bulunan ve Erenler adı ile anılan dağ
başlarındaki yatırlara giderler. Adaklar adayıp, dua ederler.Yatır olduğuna
inanılan dağlardaki ve mezarlıklardaki ağaçların kesilmesine müsaade
edilmez. Bunlar eski Türk inançlarındaki atalar kültü ile dağ kültünün
müşterek sonuçları sayılabilir.
2.2.6. Ateş Kültü
Göktürkler ateşin kutsallığına inanırlardı. 568 yılında Bizans elçisi
Zemakhos Orta Asya’da Batı Göktürk sınırına vardığı zaman Türkler onu ve
arkadaşlarını ateş alevleri üzerinden atlatmak suretiyle kötü ruhlardan
temizlemişlerdi. Ocağa saygı, yeryüzündeki tabiat parçalarından her birinin
bir ruha sahip olduğu inancından dolayı dağ, tepe, orman, kaya, vadi, ırmak,
demir, kılıç ruhlarına inanış Türk inançları arasındaydı [Kafesoğlu, 1980:
27].
Türkler ateşe büyük saygı duyarlar. Havaya ve suya da saygı ve hürmetleri
çoktur. Toprağa ve yerde ayin ve tören yaparlar [Ögel,1988:710]. Batı
Göktürkler ve bunların dışındaki Türklerde ateşe fevkalade kutsiyet izafe
ediyorlardı [Ocak,1983:183]. Ayrıca toprak, su, ateş, ağaç, demir veya
toprak, su, ateş, ağaç, rüzgar şeklinde değişen beşli unsurlar telakkisinin
mevcudiyeti görülmektedir [Esin,2001:19-14]. Bizans, Arap, Fars kaynakları
eski Türklerdeki ateş kültüne dair önemli kanıtlar içermektedir. Mesela
İdris’i Uygurlarının ateşe taptığı bildirmektedir. Yine bu kaynaklarda
Kırgızların ateşin temizleyiciliğine inandıklarından ölülerini yaktıkları ve
ateşi mübarek saydıkları belirtilmektedir [Ocak,1983: 188].
Türklerde ateşe bakılarak kehanetle bulunulduğuna dair bilgilerde vardır.
Buna göre büyük bir ateş yakılmakta ve bu ateşe kurbanlar sunulup dualar
edilmektedir. Daha sonra ateşin içinden bir çehre yükselir. Eğer bu çehre
yeşil ise yağmura ve bolluğa, beyaz ise kuraklığa, kırmızı ise kan
dökülmesine, sarı ise salgın hastalığa, siyah ise hükümdarın ölümüne veya
uzak yolculuğa işaret etmektedir [İnan,1998,C.:1: 488-490].
Türklerdekine benzer durumların Moğollarda bulunduğu görülmektedir.
Moğollarda ölülere ait bütün eşyaların ateşten geçirilerek temizlendiğini
görmekteyiz. Ayrıca ateş temizleyici ve mukaddes sayıldığı için bıçak veya
demir bir aleti ateşe sokmanın yasak olduğunu görüyoruz [Ocak,1983: 189].
Orhun
Kitabelerinde ateş kültünü ima eden en ufak bir iz olmaması batı
Göktürklerinde ateş kültünün İran tesiriyle oluştuğunu göstermektedir
[Ocak,1983: 187]. Radloff’a göre Kazaklarda ateş kültü önemlidir.Ateşe bazı
hediyeler sunulur ve ateşin takdis edilmesi kadınlarca icra edilir
[Radloff,1994,C.:1: 54 84].
Altaylılar ve Yakutlarda ateşin önemi büyüktür ve ateşe belli zamanlarda
çeşitli yiyecek ve içecekler sunulur,çeşitli vesilelerle ateşe kurbanlar
kesilir. Başkurtlar ve Kazaklar ateşe tutuşturulmuş paçavrayı hastanın
etrafında dolaştırarak onu iyi etmeye çalışırlar.Buna “Alaslama” denir ve
halen Anadolu’da “Alazlama” şeklinde kullanılır [İnan,1995: 67-71].
Yakutlar yemin törenlerini ateş ve ocak karşısında yaparlar. Şamanistlerin
yaptığı her törende muhakkak ateş bulunur. Kurbanlık hayvanın bir parçası
ateş ruhuna sunulur [İnan,1995: 71]. Ergenokon’dan çıkmak için demir dağı
ateş yakarak eriten Türkler bu geleneği devam ettirmişlerdir [Ögel,1997:
33-38]. Demir parçasını ocaktaki ateşte kızdırıp örs üzerinde
dövmektedirler. Ocaktaki bu ateşi söndürmeyip küle gömüp uyutarak ateşe
saygılarını devam ettirmişlerdir. Türkler ateşe saygı olarak üstüne pis
şeyler atmaz söndürmez ve söndürmek için su dökmezlerdi. Türkler ocaktan
dışarıya ateş vermeyi uğursuzluk sayar ve ateş vermezlerdi [Kalafat,1990:
51]. Kırgızlar lambanın gazının bitmesini bekler onu söndürmezlerdi. Ölünün
yakılarak temizleneceğine inanırlardı [İbn-i Fazlan,1975: 88].
Osmanlı Devleti sosyal yaşantısında ateş kültüyle alakalı bazı benzerlikler
göze çarpmaktadır. Buna göre Osmanlı döneminde nefesle bir şey
söndürülmezdi. Bu sebeple mum asla üflenmez söndürmek için mum makası
kullanılırdı. Yazın mangallar kaldırılırken birinin içinde ertesi seneye
kalsın diye bir miktar kül bırakılırdı [Abdülaziz Bey, 2002: 360-362].
Vilayetnameyi Otman Baba’da belirtildiğine göre Fatih Sultan Mehmet
hastalandığında Otman Baba büyük bir ateş yaktırmıştı. Dört servi ağacından
yakılan bu ateşin başında dualar okunmuş ve nihayetinde Fatih iyileşmiştir
[Ocak,1983: 186-187]. Bu olay ateş kültünün İslâmî motiflerle tamamlanarak
Osmanlıda da devam ettiğini göstermektedir.
İslâm
öncesi devre ait ateş kültünün bunlara benzer bazı örnekleri bugün
Anadolu’da görülmektedir. Ocağın yansın, ocağın sönsün ifadeleri ocağın
takdir ve takdisinin atalar kültüyle irtibatından ileri gelir. Çünkü
ataların canları yakılan ocağın içinde tecelli eder [Ocak,1983: 193-194]. Bu
ifadeler aynı şekli ve manasıyla Taraklı ve Göynük köylerinde de
kullanılmaktadır.
Bundan
başka ateş kültünün izleri mahiyet değiştirse de Taraklı ve Göynük
köylerinde devam etmektedir.Hemen hemen tüm düğünlerde gece ateş yakılır ve
etrafında dönerek oynanır. Bu ateş ayininin folklorlaşmış hali olsa
gerekir.Bundan başka yörede ateşe su dökerek söndürmek hoş karşılanmaz.
Nazar değdiğine inanılan kişi için ateşe tuz atılır. Ateşin küllerini ayak
altına atmak hoş karşılanmaz. Küllerin ayak basmayacak yerlere dökülmesine
özen gösterilir. Bu gibi inançlar, eski Türklerdeki ateş kültünün izlerini
hatırlatmaktadır.
2.2.7.Taş ve Kaya
Kültü
Tabiatın ortasında bütün
haşmetiyle duran iri bir kaya veya göğe doğru yükselen muazzam bir granit
kütlesi, eski insanın yerine göre hayretini, yerine göre dehşetini
celbetmiştir. Dayanıklılığı ile de sonsuza kadar var olabilmenin adeta
sembolü gibi görünmüştür. Dünyanın hemen her tarafında eski çağlardan beri
taşlara kayalara ibadet edildiği, bunların etrafında zamanla bir takım
kültlerin meydana geldiği bilinmektedir. Eliade, taşların ve kayaların madde
olarak tapınma konusu olmadığı kanaatindedir. Ona göre, ilkel insan, taşa
yahut kayaya değil, onda varlığını sandığı iyilik ve kötülük tevlid
edebilecek “şey”e tapmıştır. O halde taş ve kayanın, kült konusu olan bizzat
kendisi değil, o “şey”dir [Ocak, 1983: 73].
Orta Asya’da İslâm öncesi
devirde Türkler’de bazı taş ve kayaların kutlu sayıldıklarını
göstermektedir. Uygurlar’ın ünlü Kut Dağı Efsanesi bunun güzel bir örneğini
teşkil eder. Bu eski kültün, günümüzde Orta Asya’da bütün kuvvetiyle sürdüğü
görülüyor. Yakutlar, Kırgızlar ve Tatarlar’ın Altay Bölgesi’nde ki büyük
büyük kayaları takdis ettikleri, bunlarda bir takım ruhların ve ilahların
mevcudiyetine inandıkları tespit edilmiştir. Anadolu’da günümüzde aynı
durumu müşahede ediyoruz. Pek çok bölgede sünni ve sünni olmayan kesimlerde
takdis edilen taş ve kayalara rastlanabilmektedir. Mesela Kırıkkale‘nin
Hasandede Köyü’ndeki caminin duvarına yerleştirilmiş olan irice bir taş,
bölge Alevi-Bektaşileri tarafından ziyaret edilip büyük bir saygıyla
takdis olunmaktadır. Bugün Anadolu’nun hemen her tarafında üzerinde Hz.
Ali’nin “atının ayak izleri” bulunduğu söylenen ve bu yüzden takdis ve
ziyaret olunan bir çok kayalara rastlanmaktadır [Ocak, 1983: 80].
Tükler
kurak Orta Asya bozkırlarında yaşadıkları için suya çok muhtaçtırlar. Zaten
suyu kutsal kabul ediyorlardı. Bunun için Türk sihrine, gök sularına, yani
yağmura önem vermişlerdir. Yatçı denilen kahinler Türk ülkelerinde çıkan
nadir bir taşı parçalara ayırıp birbirine sürtmek, suya atmak ve o esnada
bilinmeyen bir takım dualar okuyarak yağmur yağdırmaya çalışıyorlardı.
İslâm’ın kabulünden sonra yağmur yağdırma ananesi devam etmiş ve bu İslâm
muelliflerince belirtilmiştir. Zamanımızda Anadolu’da yapılan yağmur
dualarında merasimle suya çakıl taşları atılması, çocuklara takılan bir taşa
da yat taşı yat boncuğu denmesi bu ananeyle alakalıdır [Sümer, 1953:
2533-2535].
Taraklı ve Göynük köylerinde uzun süre yağmur yağmadığı zaman, köylüler
yağmur duasına çıkarlar. Bu dualarda yağmur taşı kullanılmasa da eski bir
Türk-İslâm geleneği olan yağmur duasının devam ettiğini söyleyebiliriz.
Taraklı ve Göynük köylerinde ellerinde ve yüzünde yaralar çıkan kimseleri
çakmak taşı ile tedavi etme uygulaması halen devam etmektedir. Bütün bu
inanışlar eski Türklerdeki taş ve kaya kültünün izleri sayılabilir.
2.2.8. Demir Kültü
Demir
kültünün kökeninin milattan önce iki bin yılına ulaştığı kabul
edilmektedir [Köseoğlu, 1991: 33]. Asker bir millet olan Türkler demiri
takdis ediyorlardı. Göktürkler Avarlar’a tabi olarak yaşarken bu devlete
vergilerini imal ettikleri demirden veriyorlardı. Ergenekon destanına göre
Göktürkler demir madeni olan dağı eritmek suretiyle bağımsızlıklarına
kavuşmuşlardır. Bunun için bu günün bayramında demiri merasimle örs üzerinde
döverlerdi [Turan, 2000: 178]. Bu kutsiyeti dolayısıyla Türklerde demir
özellikle kılıçlara saygı gösterildiğini ant törenlerinin demir şahit
tutularak gerçekleştirildiği görmekteyiz. Doğu Hunları ant içmek için kurban
edilerek akıtmış kan ile karışmış içki hazırlar buna bıçak batırdıktan sonra
Gök Tanrıyı şahit tutarak ant içerdi [Esin, 1978: 93].
Eski
Türkler demiri mukaddes mana saymışlardır. Bu inanç Türklerin İslâm ile
tanışmasından sonrada devam etmiştir. Demirciliği Türkler şerefli meslek
saymışlardır. Türk, Çin ve Arap kaynaklarının hepsinde Türklerin atalarının
demirci olduğundan bahsedilmektedir. Firdevsi'nin Şehnamesinde Türklerle
İranlıların çok eski devirlerde yaptıkları savaşlar anlatılmış ve Türk
ordularının demirden çelikten kurulmuş ordular olduğu belirtilmiştir. Bir
Yakut atasözüne göre demirciler ve şamanlar aynı yuvadan çıkmadır. Bu
atasözü Şamanizmle demircilik arasındaki ilişkiyi açıkça göstermektedir.
Türkler demiri ulu, büyük yani kutsal bir madde bilirlerdi. Yazıtlarda
ebedi, mengü olarak nitelendirilen el, imparatorluk demire benzer olarak
tanımlanmaktadır [İnan, 1998: 357-365].
Kırgızlar ve Kazaklar demirden kötü ruhların kaçtıklarına inanırlardı.
Lohusa kadınlara musallat olan alkarası veya albastının çelikten korktuğuna
dair inanç bazı Anadolu köylerinde vardır. Başkurtlar ölünün göğsüne bıçak,
makas, çekiç gibi bir şey koyarlar [İnan,1988: 231]. Osmanlı Devletinin
kurulduğu bölge olan Söğüt’ün bazı köylerinde bu inanç devam etmektedir
[Demir,2000: 287]. Taraklı ve Göynük köylerinde ölen kadının göğsüne makas,
erkeğin göğsüne bıçak konmaktadır. Yeni doğum yapmış, kırkı çıkmamış
kadınları ve çocukları kırkbastıdan korumak için yatağının altına bıçak
konulur.
Gelin,
gelin olduğu eve girerken bıçak gibi bir demire basarak girer. Çocuklar
düşerlerse düştükleri yere çivi çakılır. Köylüler, birbirlerinin elinden
makas, bıçak almazlar. Yere konur, diğeri ondan sonra alır. Bütün bu
inanışlar eski Türklerdeki demir kültünün izleri sayılabilir.
2.2.9. Şamanizm
Eski
Türklerde Şamanların dinî ve sihri hayatın merkezi durumunda görülmeleri
Türklerin Şamanlık diye bir dinî olduğu inancına yol açmıştır. Şamanlar
mistik tecrübeler yapabilme kabiliyeti olan sihir bilen şeytan ve cinlerle
ilgi kurup onları etkileyebilen ve gelecekten haber veren kimselerdir. Bazı
kaynaklarda Kamların tanrı ile ilgi kurarak ondan emir aldıklarına dair
bilgiler nakledilmişse de ne Şamanlık bir din ne de Kamlar peygamberdir
[Köseoğlu, 1991: 34] [Turan, 2000: 54-60].
Şamanizm kelimesi Türk ve Moğol toplumlarının dinîni tanımlamak için
kullanılmıştır. Bu anlatım hatasından ileri gelse de hepte nedensiz
değildir. Diğer dinsel olguların tüm Altay toplumlarında aynı olmamasına
karşın Şamanizm, hayret verici bir biçimde küçük ayrıntılar hariç tüm
Altaylarda aynı biçimdedir. Şamanizm Şamanın belirli sonuçlar elde etmek
için belirli bir bağlamda gerçekleştirdiği özgün eylemlerin bütününden
oluşmaktadır [Roux, 2002: 63].
İslâmiyet’ten önce Türkler arasında tam bir din birliği ve hakimiyeti mevcut
değildi. Bir başka ifadeyle, Türk kavimleri, İslâm öncesinde değişik
dönemlerde bir çok din veya inanç sistemi içinde bulundukları gibi, farklı
coğrafî yerleşim bölgelerinde olmalarından dolayı da aynı dönemlerde Eski
Türk İnançları içinde yer alan Şamanizm, dinden ziyade temel prensibi
ruhlara,cinlere,perilere emir ve kumanda etmek,gelecekten haber vermek
düşüncesi olan bir sihirdir.gerçek Şamanlığın tarihi Türk topluluklarında
görülen yer-su inançlarıyla bir ilgisi mevcut değildir [Kafesoğlu, 1980:
34-35] [Roux, 2002: 66]. Şamanlık, girdiği bölge halkının maneviyatına, ruh
dünyasına bürünme kabiliyetinde bir inanç sistemidir [Şapolyo, 1964: 51].
Arkeolojik ve etnolojik kanıtlar, Şamani inançların ve yöntemlerin en
azından yirmi ile otuz bin yaşında olduğunu bildirmektedir. XI. asırda
İslâm, Türklerin genel ve millî dinî hâline gelinceye kadar Şamanizm veya
Şamanilik bir çok Türk göçebe arasında hâkim bulunuyordu [Turan, 2000: 48].
Türkler birbirilerinden farklı inanç sistemlerine girmişlerdir. İslâm öncesi
Budizm, Zerdüştilik, Manihaizm, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi bir çok dinî
kabul eden Türkler, İslâm öncesi dönemlerde âdeta bir arayış içinde
bulunmuşlar ve bundan dolayı da her türlü inanca açık olmuşlardır [Kitapçı,
1988: 57-60].
Osman
Turan’a göre, Türkler yabancı kültürlerin ve dinlerin tesirinde kalmışlarsa
da asıl büyük kitle şamanisttir. Ancak o eski Türkler’in Şamanizm içinde tek
Tanrı mefhumuna eriştiklerini kabul etmektedir [Ocak, 1983: 22] [Turan,
2000: 48-53].
Rodloff’un çalışmalarından sonra Eski Türklerin dinî kabul edilen Şamanizm,
bugün artık din değil bir büyü sistemi olarak kabul edilmektedir. Atalar
kültü, tabiat kültleri ve Gök Tanrı kültü inanç ve merasimlerinin uygulanış
biçimiyle bizzat Şamanizm zannedilmiştir. Şamanizm Türklerin İslâmîyet’i
kabulüne kadar yaşamış hatta bazı izlerini daha sonrada devem ettirmiştir
[Ocak, 1983: 33-37].
Şamanistlere göre esen rüzgarın çıkardığı ses, dağlardaki yankı, suların
şırıltısı hep manalı sözlerdir. Bunları fani insanlar anlamıyorlarsa da
gökten ülüş alan kamlar anlarlar. İslâmîyet’i kabul eden Türklerin bu Şamani
akideyi muhafaza etmeleri için kolaylık göstermiş ve İslâmîyet’in cin ve
melek hakkındaki akidelerde bu eski Şamani akideyi devam ettirmeye zemin
hazırlamıştır.
Özellikle Avrupalı etnograflar, Orta Asya ve Sibirya Türklerinden kabul
edilen Tunguz kavimlerinde görülen bir çok şamanist inançları, eski Türk
inançları olarak algılamışlar ve bunları, bütün Türk dünyasına teşmil
ederek, Şamanizm kavramı altında toplamışlardır [Kalafat, 1990: 11].
Şamanizm ve eski Türk inançları arasındaki kısmî bir bağın, tanım da
belirtildiği üzere, varlığını kabul etmekle beraber, sadece belli bir
bölgeden veya belirli bir Türk kavminden yola çıkarak, eski Türk inançlarını
bütünüyle şamanist inançlar olarak değerlendirmek, bütünlüğü yakalamak
açısından doğru olmamaktadır. Unutmamak gerekir ki, Türk dünyasını, bir
bütün olarak ele aldığımızda Türkler, İslâm öncesi değişik semavî dinlere
(Musevilik, İsevilik) ve semavî olmayan değişik inanç sistemlerine (Budizm)
intisap etmişlerdir [Esin, 1978: 144-160].
Dolayısıyla, eski Türk inançları içinde şamanist bazı törevî boyutlu inanç
unsurları bulunuyorsa da, eski Türk inançlarının bütünüyle Şamanizm’den
ibaret olduğu iddia edilemez. Bir başka ifadeyle, eski Türk inançları
geleneğinde, kısmen de olsa hem şamanist inanç türleri, hem de daha sonra
kazanılan semavî ve semavî dışı inanç unsurları da bulunmaktadır
[Ocak,1983:33-37].
2.2.10. Şaman (Kam)
Şaman kelimesinin kaynağı konusunda farklı görüşler vardır. Kelimenin aslen
Mançuca ya da Moğolca olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, Sanskritçe'den
geldiğini de kabul edenler vardır. Şaman kavramı, Mançu dilinde "oynayan,
zıplayan, bir iş görürken sürekli olarak hareket eden" anlamındaki "şaman"
kavramından gelmektedir. Şaman kavramı, bir görüşe göre, Hindistan'daki Pali
dilinde "ruhlardan esinlenen kişi" anlamına gelen "şemana" kelimesinden
türemiştir. Bir başka görüşe göre, Şaman kavramının kaynağı, Sanskritçe'de
"budacı rahip" anlamına gelen şamana kelimesidir [İnan, 1995: 72-73].
Kam,
aslında Türk kavimleri arasında şaman için kullanılan bir adlandırmadır.
Özellikle Altaylılar, Şamanlara genellikle Kam demekteydiler. Mahmut
Kâşgarî’ye göre kamlar, ruhlarla ve cinlerle fânî insanlar arasında aracılık
eden, cin çarpmalarına karşı bir takım efsunlu âyinler düzenleyen
kâhinlerdi. Hastalıklara şifa arayan ve topluma tıbbî ve mânevî tedavi
hizmetleri sunan kamlar, örneğin Yusuf Hâcib’e göre otaçı, yani hekimlik
icra eden sağlık adamları idi [İnan, 1995: 72].
Şamanlar, Gök Tanrı tarafından görevlendirilmiş gizli güçlerle donatılmış,
Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan, bazı tanrısal nitelikler, gizli
bilgiler taşıdığına inanılan rahiplerdir. Tanrı ve ruhlarla insanlar
arasında aracılık yapan Şamanlar, insanların değişik sorunlarına çözüm
bulurlardı. Bunların başında hastalara şifa bulmak gelmektedir. Şaman,
destansı ve metafizik yolculuğu ve çabaları aracılığıyla hastasının normal,
sıradan, içinde kendinî hasta olarak tanımladığı gerçekliği aşmasına
yardımcı olmaktadır.
Şaman, hastalarına, hastalıklara ya da ölüme karşı giriştikleri savaşta
hissî ve ruhî olarak yalnız olmadıklarını göstermektedir. Şaman, derin bir
düzeyde kendi özel güçlerini hastasıyla paylaşmakta ve onu, başka bir
insanın ona yardımcı olmak için kendisini feda etmeye hazır olduğuna ikna
etmektedir.
Bugün belki de alternatif tıp alanında "büyücü doktor" olarak
adlandırdığımız Şamanlar, kendilerinin ve topluluklarının üyelerinin sağlığı
ve esenliği için, geliştirdikleri ve kuşaktan kuşağa devamını sağladıkları
son derece olağanüstü kadim tekniklerin koruyucuları olduklarını
söyleyebiliriz. Şamanlar, iyi ruhların faydalı etkilerini sürdürürler ve
kötü ruhların zararlı etkilerini önlemeye çalışırlardı. İnsan ruhunun
ölümden sonra göğe çıkabilmesi için, parlak cenaze törenleri yapılır, kurban
kesilir ve mezarlara kıymetli eşyalar konurdu. Tören sırasında çalınan
davulun içine ruhların toplandığına inanılırdı [İnan, 1995: 91-92].
Şaman
evleri,etrafında ayrılmayan, öfkeli anlarında hayattaki akrabalarına zarar
verebileceği sanılan ölülerin ruhlarını uzaklaştırır. Bazılarını yer altı
katlarına kadar kovalar, kurbanları yüksek Tanrılara sunmak için kat kat
göklere çıkar. Gökyüzündeki Bay Ülgen ve karanlık dünyasındaki Erlik gibi
ruhlarla dostluk kurar onlarla konuşur. Hastalığı iyi ederler. Böylece
insanların ruhları ile sıkı temas halindedir. Şaman törenleri de bu surette
Tanrılar ve ruhlarla kendisi arasında bağlantı kurmaya kabiliyetli şamanın
vecdi hareketlerinden ibarettir. Şaman özel kıyafetler giyer, maske takar,
davulunu çalar, kendinden geçinceye kadar zıplar, sıçrar, acayip sesler
çıkarır, yalvarır, söylenir, bazen de bayılıp düşer, böylece maksadına
ulaşmış olur [Kafesoğlu, 1980: 30] [İnan, 1995: 72-119].
Şaman
olabilmek için ya şaman ailesinden gelmek yada şahsi kabiliyet sayesinde
hidayete ermek gerekmektedir. Şamanistlerde kurbansız ayin yapılmaz,her ayin
için kanlı veya kansız kurban bulunması gerekmektedir [İnan, 1995: 97]
[Radloff, 1994, C.:1: 15-18].
Şaman
gücünün kökeni ister kalıtım,ister görülmeyenin armağanı olan bir yetenek
veya uzun bir acemilik dönemi yada yetki sağlama isteği olsun amacına
genellikle inzivada veya diğer büyük ustaların yanında gerçekleştirilen
sabırlı bir yetişme dönemi geçirmeden ulaşılamaz. Şaman güçten düşürücü
şekilde gerçekleşen ve sonuçta kendinî bitkin düşecek bir deneyim için tüm
olanaklarını toplamaya çalışmalıdır. Şaman at başına benzer bir değnek,
büyücü süpürgesi gibi bir tür binek hayvanı, evreni yansıtan ve gökte yazılı
olanı okumaya yarayan tunç bir ayna,bir başlık ve davul gibi eşyalarla
bütünleşmiştir [Roux,2002: 63-65].
Şamanın tamamen hayata dönük ve olumlu eylemler gerçekleştirmek isteyen
kişiliğiyle hiçbir zaman kara büyüye alet olmaz ve hiçbir zaman kötülük
yapmaz. Sahip olduğu yetkileri kendi kişisel hizmetinde ve kendi savunma
amacıyla bile kullanmaz [Roux, 2002: 63-65].
Şamanlığı diğer dinlerden ayıran özellik şimdi yaşayan insanlarla onların
ataları arasında sıkı bir münasebetin mevcut olduğuna dair inanıştır. Bu
durum karşısında ancak kendi cetleriyle sıkı bir münasebet kuran kimse şaman
yada kam olabilirdi. Şamana Türk halkları arasında kam denir, o duaların
merasimi icrasını idare eder [Radloff, 1994, C.:1: 13-26].
2.2.11. Müslüman Türklerde Şamanizm’in Kalıntıları
İslâm
ölülerin zaman kaybetmeden törensiz şekilde gömülmesini isterken Türkler
cenaze törenlerini çok zengin ve farklı kutlamaktadırlar. İslâm şans
oyunlarını yasaklarken Türkler bu oyunlara çok düşkündür. Bu kültürel
çatışmalar kimi zaman İslâm lehine kimi zaman Türkler lehine çözümlenmiştir.
Cenaze töreni İslâm dünyasında gelenek olmuş, Türkler İslâm kurallarına göre
kurban kesmişler ve suyu aktif olarak kullanmaya başlamışlardır [Roux, 2001:
272].
Anadolu’ya gelen Türkler Müslüman olmakla beraber büyük göçebe kitlelerin
kısa bir zamanda ve hususiyle uzun göçler sırasında yeni dinî iyi
öğrenmeleri ve onun gerektirdiği şekilde yaşamaları kolay değildi. Bu
sebeple Müslüman göçebeler eski Türk inançlarının tesirlerini kuvvetle
muhafaza ediyorlardı [Turan, 2000 : 175].
Selçuklu sultanları çok dindar ve samimi Müslüman olmalarına rağmen eski
matem usullerini aynen yaşatıyorlardı. Nitekim Konya’da ki Alaeddin Cami
yanındaki türbeye defnedilmiş olan Selçuklu sultanları, İslâm geleneğine
göre değil eski Türk geleneğine göre mumyalanarak defnedilmişlerdir [Turan,
190: 95].
Eski
Türkler Tanrıya dua ve ibadet ederken, büyüklerin huzuruna çıkarken, dinî ve
milli bayram şenliklerinde, cenaze merasimlerinde, üzüntü, saygı, ve sevinç
alameti olarak başlarını açıyorlardı. Bu eski Türk geleneği Büyük
Selçuklularda ve Anadolu Selçukluları zamanında halk ve hükümdarlar arasında
yaşamıştır. Büyük Selçuklu sultanı Alparslan, Şamani Cengiz Han gibi
Tanrının huzuruna başı açık çıkıyor ve dua ediyordu. Yine Anadolu Selçuklu
sultanları yas törenlerinde eski adetlerden biri olan bu geleneği devam
ettirdiler. Örneğin 1. Alaaddin Keykubat, Mevlana Celaleddin Rumi’nin babası
Baha Veled’in ölümü üzerine, sarayında taziyeleri bu şekilde kabul
ediyordu.Yani taziye töreninde bulunanlar külahlarını ellerine alıyorlardı
[Taneri, 1997: 195] [Turan, 2000: 176] [Sümer, 1980: 406]. Türkiye
Selçukluları döneminde yağmur dualarında başını açarak dua edildiğini
görmekteyiz [Taneri, 1977: 48].
Külah
ele almak aynı zamanda saygı tezahürüydü. Kirman Selçuklu hükümdarı Kavurd
Bey yeğeni sultan Melikşah’a karşı baş kaldırmış fakat yenilerek esir
alınmıştı. Esir edildiğinde Melikşah amcasının yanına gitti. Atından indi,
külahını başından çıkardı [Taneri,1997: 195] Bu şekilde, İstanbul’un fethi
sırasında Akşemsettin çadırında başını açarak dua etmişti [Turan, 2000: 176]
[Sümer, 1980: 406].
Taraklı ve Göynük köylerinde de özellikle 45-50 yaş üstündeki erkekler
köylerine bir devlet büyüğü geldiği zaman ya da şehre gidip bir devlet
dairesine gittikleri zaman saygı ve tazim göstergesi olarak başlarındaki
şapkalarını çıkarıp ellerine ya da koltuklarının altına alırlar.
Büyük
devletlerin ve Tanrıların efsaneleri ayinlerde okunan ilahîler,
kahramanların destanları, masallar, hurafeler bir milletin değil tüm
beşeriyetin düşünce tarihini ve onun çeşitli gelişme ve olgunlaşma
safhalarını öğrenmek için önemli materyaller teşkil ederler. Örnek olarak
yaşanan özel bir olayın bizim ya da sevdiklerimiz içinde gerçekleşmesi için
“darısı başına” deriz. Bu temenni ya da dua İslâm öncesi devirlerin
dinî merasimlerindeki Tanrıya sunulan saçı geleneği ile yakından alakalıdır
[İnan, 1998 ,C.:1: 454-455].
Doğu
İslâm Türklerinde bu inançların son zamanlara kadar bütün kuvveti ve ilkel
şekliyle yaşadığı görülmekteydi .Anadolu Türklerinde bu hurafenin şaka
olarak yaşadığını “baştan çevrilip verilen sadaka”da görüyoruz. Mesela bir
arkadaşı “yahu, şunu bana versene!” diye ısrar ederse “haydi başım sadakası
olsun!” diye kafayı dolaştırarak şaka yapanları görüyoruz. Bu da eski
inançların bir kalıntısıdır. Bunlara benzer bir çok adet ve inanışlar vardır
ki eski devirlerden beri değişik şekiller alarak devam etmektedirler.
Örneğin, muskaların Uygurlarda değişiklik göstererek devam ettiği biliyoruz
[İnan, 1998,C.:1: 454-455].
Eski
Türk inanç geleneğinin kuvvetle hüküm sürdüğü eski devirlerde “yog aşı”
yahut “ölü aşı” denilen tören ve ayin doğrudan doğruya ölüyü doyurmak ve
memnun etmek için yapılmıştır. Altay dağlarının ormanlarında iptidai yaşayan
toplumlar bugün bile bu yog ayininde ölüye “ye-iç bize ve hayvanlarımıza
dokunma!” diye hitap ederler ve ölünün bu törende hazır bulunduğuna
inanırlar [İnan, 1998, C.:1:456].
Bu
şekilde inançların benzeri olarak Taraklı ve Göynük köylerinde cenaze çıkan
evin tüm suları dışarı dökülmekte, ölünün yakınları tarafından
kullanılmayacak eşyaları fakirlere dağıtılmakta, ölümünün yedinci günü de
akşam namazından çıkanlara halka denilen yeni pişmiş sıcak hamur ekmeği
dağıtılmaktadır. Yine cenaze evinin maddî durumu iyiyse sevabını ölüye
hediye etmek üzere mevlit okutulmakta ve pilav hazırlanıp tüm köylüye ve
komşu köyden gelenlere sunulmaktadır. Bu âdetler eski Türk inanışındaki ölü
aşı geleneğinin izleri sayılabilir.
Batı
Türkistan Müslümanları arasında eski Türk inançlarının izlerine rastlanır.
Semerkant çevresindeki bir beldenin yakınındaki “Çoban Ata” tepesinde
yapılan bir dinî törenden sonra kurbanlar kesilmiş, çocuğu olmayan kadınlar
ağacın altında dua edip, paçavra bağlamışlardır [İnan, 1998, C.:1: 456].
Semerkant hicretin birinci asrından beri İslâm memleketi olmuştur. Büyük
fakihler, hadis alimleri, İslâm mücahitleri, büyük mutasavvıflar yetiştirmiş
bir beldedir. Buna rağmen Şamanizm gelenekleri Müslüman velilerin uydurma
mezarlarına sığınarak bin yıl yaşamıştır [İnan, 1998, C.:1: 465-468].
Mezarlara ve ağaçlara nezir olarak paçavra bağlamak en iptidai eski Türk
geleneklerinden biridir ve bütün Müslüman Türklerin halk tabakası içinde
dinî bir vazife imiş gibi telakki edilmektedir. Eski Türkler bu “nezri” dağ,
orman, ağaç, su ruhlarına, umumiyetle “yer-su” dediğimiz Tanrıya bağışlar.
”Yer-su” ruhları merhametli ve koruyucu ruhlardır; az şeye kanaat ederler.
Darılmadıkça kanlı kurban istemezler. Müslüman Türkler ise bununla bir
velinin ruhundan istimdat ederler. Yani “yer-su” tanrıları, gerçek veya
uydurma velilerin mezarlarına yerleşerek eskiden Şamanlık devrinde aldıkları
paçavraları almaya devam ediyorlar [İnan, 1998, C.:1: 456].
Türklerde en yaygın geleneklerden biri de yağmur, dolu yağdırma ve fırtına
çıkarma yahut bunları durdurma kuvvetine malik bir taşın bulunduğuna olan
inançtır. Bugün de tüm Anadolu’da yağmur duasına çıkılmakta bu şekilde eski
Türk geleneği İslâmî motife bürünerek varlığını devam ettirmektedir. Bundan
başka Anadolu’nun bazı bölgelerinde, Yakutlarda ve Altaylılarda tespit
edilen ağaç kütlü de vardır. Evladı olmayan Yakut kadınının bir nevi çam
ağacına tapınarak dua ettiği gibi, Beyşehir köylerinden birinde bir ihtiyar
ağacı yanında dua ederek ve ağacın altından geçerek çocuk isteyen köylü
kadınların bulunduğu müşahede edilmiştir [İnan, 1998, C.:1:456].
Matem töreninde ölünün bindiği atın kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı
kutlu saymak, uzun ömürlü olması, daha önce ölen çocuklar gibi ölmemesi için
çocuklara Yaşar, Durmuş, Duran, Satılmış, Satı gibi isimlerin konması,
türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput bağlanması gibi âdetler ve
nazar değmemesi için tahtaya ya da bir zemine vurmak, hastalık dolayısıyla
çocuğun adını değiştirmek bu kapsamda değerlendirilir [İnan, 1995: 207].
Nitekim bu anlamda Taraklı ve Göynük köylerinde eski Türk inançlarının bir
devamı sayılan türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput bağlanması,
nazar değmemesi için tahtaya ya da bir zemine vurmak, hastalık dolayısıyla
çocuğun adını değiştirmek gibi adetleri hala görmekteyiz.
Eski
Türklerde bazı törenler tamamıyla unutulduğu halde kelimeleri kalmıştır.
Mesela eski devirlerde hastaları alazlama (alaslama) töreni vardır.Baştan
çevirip sadaka vermek adeti İstanbul’da; nazar dokunarak hastalanan birinin
başından tuz çevirerek ateşe atma adeti de Anadolu’nun muhtelif yerlerinde
müşahede edilmiştir. Bunların bir kısmı cemiyet için zararsız örf ve adetler
haline gelmiş,dinî inançlarla alakasını kaybetmiştir. Büyük bir kısmı ise
İslâm dinînin mukaddesatından imiş gibi kabul edilerek İslâmîyet’in özüne
uymayan bid’atlar halini almış ve toplum hayatı için de çok zararlı
gelenekler haline gelmiştir [İnan, 1998, C.: 1: 465-468].
Kurşun
dökme adeti de eski Türk geleneklerindendir.Eski Türklerde buna “kut kuyma”
denir ki “kul dökme” demektir. Kötü ruhlardan birinin çaldığı kutu, yani
“falih,saadet unsurunu” geri döndürmek için yapılan bir sihir ayinidir.
Taraklı ve Göynük köylerinde de nazar değdiği zaman kurşun dökme, ateşte tuz
çatlatma , baştan çevirip sadaka vermek gibi adetleri görmek mümkündür.
İslâm
dinînin gerçek anlamından habersiz olan bazı toplumlar da, aydın din adamı
bulunmadığı için, manevi ihtiyaçlarını din perdesi altındaki Şamanizm
kalıntılarıyla tatmin etmeğe mecbur oluyorlardı. Üfürükçülük, kocakarı
tedavileri, mezarlardan medet ummak, nezir olarak paçavralar bağlamak,doğum
buhranlarını al karasının marifeti sanmak ve saire şamanizmin en zararlı
kalıntılarıdır.
Cahilliye devrinden kalma inançlarla ve İslâm dinîne aykırı görülen görenek
ve geleneklerle din adamları mücadele etmişler ve bu geleneklerle mücadele
etmekte devam ediyorlar. Aydın genç din adamlarının önemli vazifelerinden
biri, İslâm inancına aykırı olan bu kalıntılarla mücadele etmektir. Türk
toplumunu bu zararlı toplumsal arızalardan kurtarmaya gerçek din adamları
muvaffak olacaklardır [İnan, 1998, C.: 1 :479].
2.4. Eski Türk
İnançları ile Gelenekler (Örf ve Âdetler) Arasındaki İlişki
Gelenek eskilerden kalmış ve daima riayet görmüş rivayetlerin, inanışların,
anlayış ve düşünüşlerle adetlerin tamamına denir. Her milletin kendine
mahsus gelenekleri vardır. Bu gelenekler milletin benliklerini oluşturan
unsurlardan biridir [Taneri, 1997 : 188].
Örf,
toplumun alışıp, ülfet peyda ettiği, itiyat hâline getirdiği ve günlük
yaşayışında uymak mecburiyetinde olduğu söz veya fiillerin bütünüdür. Diğer
taraftan örf, bir davranış şeklinden ziyâde, millet tarafından toplumun
nizamlayıcısı olarak kabul edilen âdet ve geleneklerdir [Seyyar; 2004: 547].
Zaman içinde bir toplumda meydana gelen ve toplumun ekseriyeti tarafından
kabul edilen, eskiden beri sosyal hayatın çeşitli yönlerinde yerleşmiş olan
ve sonraki nesillere hemen hemen aynı biçimiyle devredilen inanç, iş ve
davranış tarzları içinde barındıran her türlü alışkanlığa ise gelenek veya
âdet denilmektedir [Seyyar, 2004: 246]. Geniş anlamıyla âdet, bir nesilden
ötekine geçirilebilen bilgi, tasarım, inanç, hayat tarzı, dünya görüşü,
davranış kalıpları ve maddî yönü olmayan kültürdür. Batı literatüründe
gelenek, "toplumda değerler ve kurumların en ağır değişen ve eski
âdetlerle yaşayan toplumların arasında bir bağ oluşturan sosyal miras"
veya "geçmişe saygı" olarak tanımlanmaktadır [Seyyar, 2004: 246].
Gelenekler, birçok sosyal içerikli ilişki düzenlemekte, yönetmekte ve
denetlemektedirler. Sosyal hayatın düzenli gitmesinde, toplumla ilgili olan
kaidelerin uygulanmasında âdetler etkili olmaktadır. Örneğin karşılama ve
uğurlamalar, yemek ve sofra düzenleri, geçiş dönemleri ile ilgili kutlama ve
kutsamalar, kız isteme, nişanlılık ve evlenme usûlleri, cinsler, yaş
grupları, meslek grupları arasındaki ilişkilerin biçimleri, selamlaşma,
hatır sorma sırasında uyulması gereken kurallar, bayramlar, mevsimler,
önemli günlerle ilgili davranış biçimleri, ‘yas alma’, ‘baş sağlığı dileme’
(taziye) gibi durumlarda söylenecek sözler, takınılacak tavırlar ve
tutumlar, âdetlerin alanına girerler.
Geleneklerin kaynağı, Eski Türk İnançlarına, yani İslâm öncesi dönemlere
dayanabileceği gibi, İslâm’ın toplumsal hayatta etkinlik kazanmasıyla oluşan
ve yerleşen İslâmî örf ve âdetlere de dayanabilir. Bir topluluğun, bir işi
veya fiili, belli şekilde devamlı olarak yapması (âmelî örf), kitap ve
sünnete aykırı ise, dinî olmaktan çok Eski Türk İnançlarına ait olduğunu
söyleyebiliriz.
Ancak, şunu da unutmamak gerekir ki, yapılmasında dinen bir beis (sakınca)
görülmeyen ve-fakat Eski Türk İnançları ile ilgili olabilen bir çok davranış
türü de, geleneğin bir parçasıdır. Dolayısıyla, ister dinî olsun veya
olmasın, genelde milletçe benimsenmiş olan ve bundan dolayı da toplum içinde
hayat bulan bütün davranış kalıpları, geleneğin ta kendisidir. Netice
itibariyle, eski veya yeni, toplumca devamlı olarak tatbik edilen, pek fazla
değişime uğramayan ve âdet hâline gelen toplumsal bütün hâl ve hareketler,
zamanla geleneğe dönüşmektedir.
2.5.
Eski Türk İnançları ile İslâmî İnançlar Arasındaki İlişki
İnançlar, tamamen dinî kökenli olmasa dahî, din konusunun bir parçasıdır.
Konu, Eski Türk İnançları olduğunda gayri ihtiyari olarak bu kavram
çerçevesinde yeni Türk inançları da gündeme gelmektedir. Türklerin
ekseriyetinin bugün İslâm dinîne mensup olduklarına göre, Eski Türk
İnançlarını İslâm dinî ile karşılaştırmak uygun olacaktır.
Eski
Türklerde inanç sisteminin temelinde Tanrı bulunuyordu. Bunun yanında
Türkler atalar kültüne, tabiat, ateş, demir, su, dağ, orman, ağaç kültlerine
inanıyorlardı.Bunlara bir tapınma söz konusu olmayıp sadece kutsallık
atfediyorlardı. Bundan başka Şamanizm de eski Türklerin yaşamında önemli bir
yer tutuyordu. İslâm ise, son Peygamber Hz.Muhammed tarafından insanlığa
sunulmuş tevhit dinlerinin sonuncusu ve imanın en önemli şartlarından
sayılan tek Allah’a imanı esas olarak kabul etmektedir. Kuran-ı Kerim’de
112. sûre olan El-İhlâs sûresinde, Allah’ın bir ve samed (hiçbir şeye muhtaç
olmadığı, her şeyin ona muhtaç olduğu) olduğu, doğurmamış ve doğurulmamış
olduğu, hiçbir kimse de, O’na denk olmamış olduğu açıkça beyân edilmektedir
[Davudoğlu, t.y.: 606].
Burada niyetimiz, İslâm ile İslâm öncesi inanç sistemlerini geniş bir izaha
tâbi tutarak mukayese etmek değildir. Ancak, bu küçük Kur’anî izahtan da
anlaşılacağı gibi, aslında İslâm ile diğer inanç sistemlerle arasındaki fark
çok mütebarizdir. Buna rağmen, İslâm ile Eski Türk İnançları arasında bir
bağ kurmaya gayret ediyorsak, bu temel itikadî inanç (iman) esasları
doğrultusunda bir bağın varlığına işaret anlamında algılanmamalıdır. Biz
çalışmamızda, temel inançlar noktasında açık farklılığa rağmen sosyolojik
bir realite olarak değişik yoğunluktaki tezahürleriyle böyle bir ilişkinin
hâlen devam ettiğini iddia etmekte ve bunu tarihî gelişim sürecinde
açıklamaya gayret edeceğiz.
Türkler, İslâm dinîni kabul ederken, göç, okur-yazar olmama ve şehirlerden
uzak yaşama gibi hayat şartları gereği, İslâm’ın inanç ve ibadet esaslarını
temel kaynaklardan öğrenmek yerine daha çok din adına kendilerine uluorta ne
telkin edilmişse, onları gerçek kabul etmişler ve bundan dolayı da önceden
sahip oldukları inançlarını bütünüyle terk edememişlerdir. Bir başka
ifadeyle eski inançlarından kaynaklanan alışkanlıklarını İslâm dinî ile
ister istemez kaynaştırmışlardır [Turan, 1993: 10-11].
Bunun yanında bir çok İslâmî yükümlülükleri reddeden Şiî akımlarının bir
kolunu temsil eden Batinîler ve İbahîler, Emevîler döneminden itibaren
farklı milletlerin eski inanç bakiyelerinden gelen hayal mahsulü pek çok
hurafeyi, Müslümanlaşan Türklerin içine yerleştirmekte kısmen de olsa
başarılı olmuşlardır [Balcıoğlu, 1939: 68].
Abbasiler döneminde farklı kültürlere ait eserlerin Arapça’ya tercüme
edilmesi ve bunların bir kısmı, İslâm tasavvuf alanında itibar görmesi,
Müslüman Türk halkının yeni öğrenmekte oldukları İslâm inançlarını da
olumsuz yönde etkilemiştir. Özellikle mistik yönü ağır basan dervişler
eliyle İslâm’ı öğrenen Türkler, şamanist inançlarının haklılığına âdeta
gerekçeler bulmuşlar gibiydiler. Bunun yanında medrese usûlü kitabî icaplara
göre dinî emirleri öğrenemeyen ve daha çok göçebe hayatı yaşayan bazı Türk
kavimleri, İslâm’ı şeklen ve sathî bir şekilde kabul etmekle beraber, daha
çok Eski Türk İnançlarına bağlı bir dinî hayatı sürdürmeye devam etmişlerdir
[Eröz, 1977: 203].
Türklerin bin yıldan beri İslâm kültürü çemberinde bulunmalarına rağmen,
Eski Türk İnançlarının şu veya bu şekilde bugün de hâlen varlığını
sürdürebilmeleri, aslında aynı sebeplere dayanmaktadır. Bunların başında
coğrafî konum ekseninde incelenmesi gereken göçebelik veya şehirlileşeme
sorunu ile esas teşkil eden gerçek İslâmî bilgi kaynaklarından mahrum olma
gelmektedir. İslâm’ın kitabî kaynaklarına dayalı bir İslâm anlayışının hâkim
olmadığı kırsal bölgelerde İslâm inancı ile beraber Eski Türk İnançlarının
hâlen devam etmesinde aslında şaşılacak fazla bir şey olmamalıdır.
Nitekim, araştırma alanımıza giren Taraklı-Göynük civarındaki köyler de,
Osmanlı döneminden günümüz Cumhuriyet dönemine kadar Eski Türk İnançları
açısından tarihte görülen benzer özelliklere sahiptir. Ancak, son 20-25
yılda bölgedeki okullaşma oranının artması ile birlikte Eski Türk
İnançlarının etkinliği azalmakla beraber çağdaş ve İslâmî kimlik içinde
yaşamaya yönelik karmaşık bir trend de gözden kaçmamaktadır.
3.
TARAKLI VE GÖYNÜK KÖYLERİNDE ESKİ TÜRK İNANÇLARININ SOSYAL HAYATTAKİ YERİ VE
ÖNEMİ
3.1. Yaratılış ve Doğum ile İlgili İnançlar
Eski
Türk inançlarında doğum ve türeyişle ilgili bahislerde kurdun önemli bir
yeri vardır. Güçlü ve dayanıklı bir hayvan olan kurt kudretin simgesi olmuş
ve büyük hükümdarlarını kurda benzetmişlerdi [Ögel, 1997: 27] [Kalafat,
1990:71].
Kurt
Türklerin bir totemi idi. Türkler sosyal yönde ilerledikten sonra kurdun
önemi gerçekçi bir boyuta çekilmiş ve kurt eski önemini kaybetmişti. Çin
tarihçileri ise Türklerin kurttan türediklerine inandığını belirtmişlerdir
[Eberhard, 1996: 87-88] [Ögel, 1997: 27] [Roux, 2001: 198-203]. Göktürkler
Totemist olmadıkları halde kendi aralarında bir kurt efsanesine
inanıyorlardı ve kurt başını milli bir arma olarak taşıyorlardı [Hassan,
2000: 66-68].
Ayrıca
Türk mitolojisinde Hunların, Uygurların ve Göktürklerin kurttan türeyiş
efsanelerine rastlamak mümkündür [Ögel, 1988: 42-44] [Ögel, 1997: 28-34].
Eski Türkler insanoğluna kişioğlu derlerdi. Göktürk yazıtlarında "yukarıda
gök, aşağıda yer yaratıldığında ikisi arasında da kişioğlu yaratılmış"
ifadesi geçmektedir [Ergin, 1973: 34-36].
Bundan
da anlaşılıyor ki insanoğlu yer ve gök gibi Tanrı'nın yarattığı büyük
varlıklardan biri idi. Eski Altay efsanelerine göre ise insan topraktan ve
balçıktan yaratılmıştı [Ögel, 1997: 78-81]. İlk insanın yaratılışıyla
alakalı şamanist yaklaşımlara göre yaratıcı tanrılar yoktan var etme
şeklinde değil nesneyi yaratmak için ellerinin altındaki mevcut maddeleri
kullanmışlardır. Yakutlara göre insan gökten inen bir yaratıktan türemiş.
Altaylara göre ise yer yaratılmadan mevcuttu [İnan, 1995:13-18] [Radlof,
1994: 5-13].
Doğumla ilgili inançları doğum öncesi ve doğum sonrası olarak iki bölümde
incelemeyi uygun bulduk.
3.1.1. Doğum Öncesi İnançlar ve Uygulamalar
Türkler çocuklarını koruma görevini ve üremeyi sağlama işinin Umay
tarafından yapıldığına inanılır [İnan, 1976: 24-26]. Umay adına Türk
kaynaklarında ilk defa Gök Türk yazıtlarında rastlanır. Kültegin yazıtında
“Babam Hakan öldüğü vakit küçük kardeşim Kültegin yedi yaşındaydı, Umay gibi
anam hatun sayesinde küçük kardeşim kahraman adını aldı” [Ergin, 1973: 31].
Burada
anayı çocukları koruyan dişi tanrı Umay’a benzetmiştir. Tonyukuk yazıtında
da Tanrı Umay ve mukaddes yer-su’ların Türkler’e yardım ettiğinden
bahsedilmektedir [Ergin, 1973: 37] [Turan, 2000: 50-52].
Bu
koruyucu dişi ruhun adını eski Türkler çocuklarına ad olarak verdiklerini
Altın Göl yanında bulunan bir yazıttan öğreniyoruz [İnan, 1976: 24].
Çocukların koruyucusu olan bu iye çocuk doğumdan ergenlik çağına ulaşana
kadar bu görevini sürdürür. Umay sadece insanların değil bütün canlıların
yavrularını da büyüyünceye kadar korumakla görevlidir [İnan, 1976: 26-27].
Umay kelimesini Kaşgarlı
Mahmut şöyle açıklamaktadır: “Umay kadın doğurduktan sonra çıkan son’dur.
Kadınlar Umay ile tefeül ederler. Umaya tapılırsa oğul olur derlermiş”
[Atalay, 1941, C.:1: 123]. Umay kültü adetlerinin bugünkü Yakut Türkleri
arasında da görülmektedir [İnan, 1998: 398-399]. Altay-Yenisey Şamanist
Türkler’in dinî inançlarında Umay kültünün bulunduğu tesbit edilmiştir.
Yakut Türkleri’nde “Ayısıt” olarak nitelendirilen Umay bereket ve refah
sağlayıcı dişi ruhlar zümresine denir. Yakut kızları Ayısıt adına put yapıp
yataklarının altına saklarlar [İnan, 1995: 379].
Kısır kadınlar çocuk
vermesi için Ayısıt’a dua ederlerdi. Gebe kadınlar doğum günleri yaklaştığı
zaman odalarını ve evlerinin çevresini çok temiz tutmaya çalışırlardı. Komşu
çocuklarına ve hayvan yavrularına karşı şefkat gösterir ve onları
doyururlardı. Ayısıt geldiğinde herkes güler yüzlü, şen ve tok olmalıydı
[İnan, 1976: 27]. Eski Türklerdeki umay inancı Anadolu’da İslâmî motife
bürünerek ”Fatma Ana”şeklini almıştır.Aynı inancı Taraklı-Göynük köylerinde
de görmek mümkündür.
İnsan, çocuğunun sonunu
kutlu sayıp ona gerekli saygıyı gösterirse çocuk sahibi olur. Biçiminde
anlasak genelde Umay Tanrıçanın gücünü yeteneğinin sonda yer aldığı
inanışının bir izahını görüyoruz. Doğumla ilgili gelenekler içinde, hele
kısırlığı gidermeyi ve çocuğun yaşamasını sağlamak için girişilen bütün
işlemlerde sonun önemli bir yer tutması Türkler’in eski dinlerinden günümüze
kadar süregelmiş bir inanışın izi olmalıdır. Göbek bağı, hem sondan hem de
çocuktan bir parça sayıldığına göre, aşağı yukarı son için gösterilen saygı
ve dikkat ondan da esirgenmez. [Boratav, 1973: 184-185].
Evlilik hayatının meyvesi olan çocuğun doğumunda ve ona ad verme döneminde
iptidai şamanizmin birçok unsurlarını görmek mümkündür [İnan, 1995: 167].
İnançlarına ve törelerine bağlı Anadolu halkı dinî terbiye ve ahlak
kurallarına bağlılığı adeta yaşantısının bir parçası haline getirmiştir.
Anadolu'da hamilelik ya büyüklere saygıda ya da nazar değer korkusundan
doğuma yakın zamana kadar saklanır [Yazıcı ve Abken,1995: 90-92].
Taraklı ve Göynük
köylerinde de gebe olduğunu anlayan kadının ilk düşüncesi çocuğunun oğlan
mı, kız mı olacağını öğrenmeyi denemektir. Hele ilk çocuk için ananın da ,
babanın da dileği oğlandır. Nadir hallerde, özellikle daha önceki çocukları
hep oğlan ise, daha çok ana , gelecek çocuğun kız olmasını ister. Doğacak
çocuğun cinsiyetini önceden öğrenme yolları yorum ve fal niteliğinde
işlemlerdir. Yorumların bir bölüğü düşlerden çıkarılanlardır. Gebe kadın
düşünde ay görürse oğlan, güneş görürse kız; bıçak, tüfek gibi erkek
silahları, ya da korkunç hayvanlar görürse oğlan; makas, iğne gibi kadın
aletleri, bilezik, gerdanlık gibi takılar veya çeşitli süs eşyası,
mücevherler görürse kız doğacağını yorumlar.
Hamile kadının karnının
ve vücudunun kimi yerlerinin biçiminden, gebelik sürecinde güzelleşip,
çirkinleşmesinden, meme uçlarının aldığı renkten, aş erme sırasında canının
çektiği şeylerden, anasının karnında çocuğun oynamasının şiddetli veya hafif
olmasından da gelecek çocuğun oğlan ya da kız olacağı anlamı çıkarılmıştır.
Bütün bunlar kendiliğinden olan belirtilerin yorumlarıdır. Bir de asıl
anlamıyla “fal” denilebilecek işlemler vardır ki, gebe kadının haberi
olmadan, girip oturacağı odanın sedirinde iki minderden birinin altına
makas, diğerinin altına bıçak konurdu; kadın bıçaklı mindere oturursa oğlan,
makaslıya oturursa kız doğuracak denilirdi. Buna benzer inançları,
Anadolu’nun pek çok yerinde görmek mümkündür [Boratav, 1973: 176-177].
Buna
benzer olarak Yakut Türkleri Tanrı'dan çocuk bilhassa Erkek çocuk isterken
Akşaman’a başvururlar. Akşaman Tanrı'ya dua eder. Bu Tanrılar'a ıduk olarak
bir hayvan bağışlanır [İnan, 1995:167]. Çocuğu olmayan Yakut kadınları
mukaddes bir ağacın dibinde "yer sahibi"ne yalvarırlar ve bu duadan sonra
çocuğu olursa bunun Tanrı'dan yer ağaç ruhları tarafından verildiğine
inanırlar. Kırgızlar'da şamanizm devrinden kalma mukaddes ağaçları ataların
ve şamanların mezarları İslâmlaştırılmış ve evliyaların türbeleri olmuştur
[İnan, 1995: 168] [Turan, 2000: 50-52].
Manas
Destanı'nda Yakup Han 14 yıllık evli olduğunu çocuğunun olmadığını
belirtmektedir. Bunun sebebinin de hanımının mezarları, yatırları ziyaret
etmemesi, kutlu yerlerde yuvarlanmaması ve kutlu pınarların yanında
gecelemeyişinin olduğunu belirtir [Karadağ, 1996: 33-41]. Hazar Türklerinde
hiç çocuğu olmayan aileler çocuklarının olması için şeyhlerin mezarlarına,
kutsal yerlere ziyaretgahlara götürülür ve buralarda dua ederler. Eğer doğum
gerçekleşirse çocukla beraber ziyarete giderler ve kurban keserler, dua edip
Allah'tan çocuğa uzun ömür isterler [Kalafat, 2002: 8].
Çocuğa
olmayan kadınların kutsal yerlere ve ziyaretgahlara gidip orada dua etmesi,
adaklar adaması ile ilgili örnekleri Karakalpak, Nogay, Ahıska, Bulgar,
Gagavuz, Başkurt, Altay, Kazak, Tatar, Çuvaş Türklerinde görmek mümkündür
[Kalafat, 2002: 16-81].
Türklerde çocuğu olmayan kadınlar Tanrı'nın rızasını kazanmak için açları
doyurur, çıplakları giydirir, ağzı kutlu kişilerin duaları istenir,
dervişlere adaklar adanırdı. Ayrıca kuru çaya su salmak, et ve kımız
dağıtmakta belirtilen uygulamalardır [Ergin, 1964: 9]. Taraklı ve Göynük
köylerinde çocuğa olmayan kadınların kutsal yerlere ve ziyaretgahlara gidip
orada dua etmesi, adaklar adamaları ile ilgili örnekleri diğer Türk
topluluklarında olduğu gibi görmek mümkündür.
Taraklı ve Göynük köylerinde doğum öncesi diğer bazı inançlar şunlardır.
Çocuğu olacak kadın hamile kaldıktan sonra kendine çok dikkat etmekte ağır
işlere girmemekte ve fazla yorulmamaktadır. Önceleri genelde erkek çocuk
istenirken artık çiftler sağlıklı olsunda kız erkek fark etmez
demektedirler. Hamile kadın çocuğun güzel olması için çocuk karnında hareket
ettiği vakit güzele bakar. Çocuk çirkin ve tüylü olmasın diye tavşana
bakılmaz. Çocuk gamzeli olsun diye bol bol ayva yer. Ayvanın çalınıp
yenmesinin daha makbul olduğuna inanılır. Çocuğun gözleri benzemesin diye
yılana bakılmaz. Çocukta ben ve leke olmasın diye ciğer yenmez. Balıkta
kemik olmadığı için yenmesi hoş karşılanmaz. Buna benzer inançları
Anadolu’nun pek çok yerinde de görmek mümkündür [Boratav, 1973: 174-179].
Çocuğun kime benzemesi isteniyorsa anne genelde ona bakmaktadır. Babasına
benzemesini istiyorsa babaya kendine benzemesini istiyorsa aynada kendine
bakmaktadır. Çocuğun dürüst mütevazı olması isteniyorsa başkasının
bahçesinden habersiz bir şey alınıp yenmez. Bebek ilk tekmeyi attığı zaman
bebeğin kime benzemesi isteniyorsa anne ona bakmalıdır. Çocuğun cinsiyetini
tayinle alakalı inançlara Anadolu’nun bir çok yerinde rastlamak mümkündür
[Boratav, 1973: 176-177]. Taraklı ve Göynük köylerinde de benzer inançlar
vardır. Anne adayı belinin ağrıdığını hissediyorsa erkek, karnının
ağrıdığını hissediyorsa kız olacağına inanılır. Annenin karnı sivri olursa
erkek, yassı olursa kız olacağına inanılır. Köylüler annenin hamilelik
döneminde güzelleştiğini fark ederlerse erkek olacağını tahmin ederler.
Bunun izahını şöyle yaparlar: “bebek erkek ise anne güzellik alır, kız ise
anne güzelliğini verir”. Anne rüyada boncuk, yazma gül gibi şeyler görürse
kız, bıçak, silah gibi şeyler görürse erkek olacağına inanılır.
3.1.2. Doğum ve Doğum Sonrası İnançlar ve Uygulamalar
Anadolu’da uygulanan doğumu kolaylaştırıcı pek çok pratik vardır [Boratav,
1973: 181-184]. Taraklı-Göynük köylerinde önceden kadınlar doğum gününe
kadar tarlada çalışmaya devam ederken artık anne adayı hamile olduktan sonra
hiçbir ağır işte çalıştırılmamaktadır. Doğumun kolay olması için yürüyüş ve
yavaş hareketler tavsiye edilmektedir. Doğumlar genelde hastanelerde
gerçekleşmektedir. Çocuğun doğumundan kırkı çıkana kadar olan dönem çok
mühimdir. Osmanlıda loğusa yedi gün yalnız bırakılmazken [Abdülaziz Bey,
2002: 14]. Taraklı ve Göynük köylerinde loğusa kırk gün mümkün olduğunca
yalnız bırakılmaz. Bu, loğusayı albasar, çocuğu kırkbasar korkusundan
dolayıdır.
Türk hurafelerinde masal
ve destanî hikayelerinde eski ilah ve ruhların bir çoklarının bugüne kadar
yaşadığını görüyoruz. Eski Şamanlıkta devam eden Yakut, Altay ve Yenisey
Türkleri’nin akidelerinden başka, bin seneden beri İslâm Dinî’nde bulunan
Türkler’de bile eski ananelerin izlerine tesadüf ediyor. Bazen de bu
ananelerin canlı bir suretle yaşadığına şahit olmaktayız. Al yahut Al Bastı
Şaman ve İslâm Türkleri’nin halk hurafelerinde bugüne kadar yaşayan ve
önemli rol oynayan ruhlardan biridir [İnan, 1998: 259-267].
Kırgız-Kazak Türkleri’nin
hurafelerine göre Albastı iki çeşit olup, biri Kara Albastı diğeri de Sarı
Albastı’dır. Sarı Albastılar hoca ve baskı (Şaman)’ların okumasıyla def olup
giderler. Kara Albastı ise kendisini görmek iktidarına malik olan ocaklı
adamdan başka kimseden korkmaz. Sarı Albastı sarışın bir kadın suretindedir,
bazen de keçi ve tilki suretine de girer. Bu ruh lohusalara musallat olup
ciğerlerini alır ve götürüp suya atar. Baksılar yahut ocaklı adamlar
Albastı’yı yakalayıp ciğeri yerine koymaya mecbur ederler. “Kara Albastı”
yahut “Kara” ciddi ve ağır başlı bir ruhtur. Sarı Albastı ise hoppa ve
şarlatandır. Ekseriye insanları hile ve aldatmakla ele geçirir. Bazen insana
dolanmayacağına söz verip uzak durur. Lakin daima fırsat bekleyip bir
zararını dokundurur. Albastı, tüfek sesinden korkar. Loğusa Albastı olursa
tüfek patlatmak adettir. Demircilerden ve ocaklı adamlardan da korkar; bazen
bunların bir mendili veya külahı Albastı’yı korkutmaya kafi gelir [İnan,
1998, 263].
Anadolu Türk
Hurafeleri’nde de aynı ruhun önemini görmekteyiz. “Alkarısı” ve “Albastı”
hastalığı ismiyle anılan bu ruh loğusa kadınlara musallat olur. Bazen yalnız
kalan lohusanın ciğerini alıp giderlermiş, bu surette loğusayı “albasarmış.”
Loğusanın ciğerini alıp
suya bırakırlarsa loğusa ölürmüş. Hurafeye göre Albastı tüfek sesinden,
demirden ve kırmızı renkten korkar. Bunun için loğusa yatarken başına
kırmızı ve beyaz örtü, bez bağlanır, kırmızı altın takılır, kırmızı şeker
hediye edilir [İnan, 1998: 259-267].
Albastı Anadolu’nun bir çok yerinde [Boratav, 1973: 187] Gaziantep’te
[Güzelbey, 1981/2: 26-27] görülen ve anneyi öldüreceğine inanılan bir
ruhtur. Gagavuz Türklerinde de albastı inancı vardır. Bunun için doğumdan üç
gün önce ve sonra anneye su vermezler ve kırk gün dışarı çıkmazlar [Güngör
ve Argunşah, 2002: 89-90]. Gagavuzlar albastıdan korunmak için yastığın
altına makas koymakta, oda içinde süpürge bulundurmakta, kapının önüne de
ateş koymaktadırlar. Ateş Türklerde temizleyici ve koruyucu olduğuna
inanıldığı için kapının önüne konulmaktadır [Güngör ve Argunşah, 2002: 114].
Altaylar doğum yapılacak çadırın orta yerine (ateş yakılan yere) bir direk
yerleştirip ona bir urgan bağlarlar urganın bir ucu duvara bağlanıp annenin
koltuklarının altından geçirilir. Kadın ızdırap çekerse albastı denen ruhun
musallat olduğuna inanılır. Sesler çıkarılıp ateş edilerek albastı
korkutulmaya çalışılır [İnan, 1995: 174-175].
Taraklı ve Göynük köylerinde albastı ismi pek kullanılmayıp kırk basmasını
hem çocuk için hem anne için kullanmaktadırlar. Ancak kırkbasmayı önlemek
için alınan önlemler hemen hemen aynıdır. Buna göre anneyi ve çocuğu kırk
basmamsı için karyola yada yatağın etrafı urganla çevrilir. Yastığın altına
bıçak konulur, loğusa kadın kırkı çıkana kadar mümkün olduğunca az su içer.
Anne yalnız bırakılmaz nazarlıklar ve dualar yardımıyla korunmaya çalışılır.
Annenin kırkbasmasından başka bebeğin kırk basması da mühimdir. Henüz kırkı
çıkmamış başka bir çocukla karşılaşılırsa çocuğa kırk basacağına inanılır.
Bunun için çocukların kırkı karışan anneler birbirlerinin evlerine habersiz
gitmezler. Eğer giderlerse yolda veya kapıda karşılaşırlar ki birbirilerini
kırk basmasın. Kırkları karışan çocukların anneleri birbirilerinin yazma
(başörtü) larını alırlar. Kırkı geçtikten sonra geri verirler.
Kırkları basan çocuklar terazide yedi gün tartılarak tedavi edilmeye
çalışılır. Terazinin bir kefesine kiremit diğer tarafına çocuk konulur ve bu
şekilde tartılır. Kırkbasan çocuklara bundan başka kurşun dökülür, nazar
duası okunur, tuz çatlatılır. Bundan başka, ateşe çörek otu atılır, okuyup,
üflenirdi. Türkiye Selçuklularında da nazara karşı ateşe çörek otu atılırdı.
Ayrıca okuyup, üflemekte yaygın olan bir gelenekti [Eflaki, 1986: C2: 363].
Aynı
geleneği Osmanlı adetlerinde de görmek mümkündür [Abdülaziz Bey, 2002:15].
Kırkı çıkmamış çocuğa adetli kadın bakarsa çocukta sivilce çıkacağına
inanılır. Kırkını çıkarmamış bebeklerin çamaşırları dışarıda asılı
bırakılmaz.çünkü geceleri cinlerin perilerin elbiseleri toplayıp
oynadıklarına ve bebeklerin bundan dolayı huzursuz olduklarına inanılır.
Loğusa kadının doğumda yada kırkı çıkmadan ölürse şehit olacağına inanılır.
Anne emzirdikten sonra çocuğu ölürse bu çocuğun ahirette anneye şefaat
edeceğine inanılmaktadır. Bebekler eskiden kırkı çıkana kadar kundakta
bekletilir ve hiç çıkarılmazdı. Şimdi ise doğumdan hemen sonra rengarenk
elbiseler giydiriliyor. Çocuğun tırnakları kırkı çıkana kadar kesilmez.
Kırkı çıktıktan sonra kesilen tırnaklar çiçek toprağına atılır dışarı
atılmaz. Bebeğin göbeği kesildikten sonra nereye konursa o huyu taşıyacağına
inanılır. Eve konursa evine bağlı, camiye konursa dindar, kitaba konursa
alim olacağına inanılır. Göbek kordonu uzun bırakılan çocuğun sesinin güzel
olacağına inanılır.
Bebek
doğduktan sonra kırk gün geçince anne ve bebek yıkanır. Anne ve bebeğin
yıkanacağı suya kırk tane taş, kırk saman eki, kırk fincan su (bu su daha
sonra çoğaltılır) gümüş yüzük atılır. Bu su ikiye bölünür. Anne ve bebek
ayrı ayrı yıkanır. Daha sonra anne ve bebek karşılaştırılır ve anne bebeğine
sarılır. Çocuğu kırkı çıktıktan sonra ilk nereye götürürsen o işi
yapacağına inanılır. Bebeğin saçları ilk defe daha gür çıkması için 3-4
aylıkken kesilir. Çocuğun ilk dişinin çıktığını gören çocuğa iç çamaşırı
yada küçük bir hediye alır. Diş ne kadar geç çıkarsa dişlerinin o kadar
güçlü olacağına inanılır. Bebekten düşen ilk diş, dişleri kiremit kadar
sağlam olsun diye çatıya yada dindar olsun diye caminin oyuklarından birine
bırakılır.
Osmanlı adetlerinde de odanın görünmez bir yerine süpürge ve siyah saplı bir
bıçak koyma adetini görmekteyiz. Yine kırkbasmakla ilgili pratikleri Osmanlı
döneminde ki uygulamalarda da görmek mümkündür [Abdülaziz Bey, 2002:
14-15].
Loğusaya soğuk su içirilmez. Osmanlıda da görülen bu uygulama adetten daha
ziyade ihtiyaçtır. Loğusalık döneminde soğuk su içtiği için ölen kadınlar
olduğu söylenir. Nazara karşı yörede uygulanan adetleri Osmanlı Türk devri
adetlerinde görmek mümkündür. Nazara karşı kurşun dökülür. Bundan başka
loğusaya nazar değerse ziyarete gelen misafirlerin pabuçlarından münasip
bir yerlerinden gizlice bir miktar kesilir ve bununla loğusaya tütsü
yapılırdı [Abdülaziz Bey, 2002 :15]. Tütsü adeti Taraklı ve Göynük
köylerinde eskiden uygulanıyorsa da şu anda artık değişen toplum düzeni
içerisinde unutulmaya yüz tutmuştur.
Taraklı ve Göynük köylerinde doğum sonrası yapılan başka uygulamalar
şunlardır: Loğusanın sütü azaldığında ya da kesildiğinde, sütünün artması
için kavrulmuş soğan, pırasa, komposto, tahin helvası, pekmez
yedirilmektedir. Yeni doğan bebeğin çamaşırları sabah saatlerinde yıkanmakta
çamaşırların yıkanmış olduğu su ayak basılan yere, ağaç dibine, duvar dibine
dökülmemektedir. Çamaşırdan arta kalan sular akşam ezanından sonra
dökülmemektedir. Çocuğun çamaşırları gece ipten toplanmaz . boş beşik
sallamanın iyi olmadığına inanılır. Boş beşik sallanınca bebeğin karnının
ağrıyacağına ve huzursuz olacağına inanılır. Ayrıca nazar değmesin diye
nazar boncuğu maşallah, cinler musallat olmasın diye muska takılmaktadır.
Çocuğun yürümesi geciktiğinde ya da yürürken sık sık düştüğünde çocuğun
annesi çörek yapıp köyün kadınlarına dağıtmaktadır. Çocuk eğer yaşı geldiği
halde konuşamıyorsa kurban bayramında yedi tane kurbanın dili toplanıp
pişirilerek çocuğa yedirilir, hocalara okutturulur [Eroğlu, 2003: 24-41].
Çocuğun göbeği kesildikten sonra tuzlanması gerekir. Vücuduna tuz serpip
kısa bir süre bekledikten sonra su ile yıkarlar. Tuzlama sağlık tedbiri gibi
görünse de eski bir inançtır. Tuz nazar uğur gibi inançlar da önemli bir
yeri vardır. Bir eve ilk girilirken ilk götürülmesi gereken nesneler tuz ile
ekmektir [Boratav, 1973: 186]. Tuz ekmek hakkı ise eski bir Türk adetidir.
Doğan
çocuğa meme verilmeden ağız açma geleneği uygulanır. Okumuş bir kişi
parmağıyla Kur’an-a dokunur sonra aynı parmağı şerbete deydirip bebeğin
ağzına sürer. Bebek daha sonra anne tarafından emzirilir. Doğumdan sonra ilk
Cuma günü akrabalardan bir erkek sela vakti çocuğu sağ kulağına ezan sol
kulağına kamet okur [Demir, 2000: 264]. Çocuğun kırkı çıktıktan sonra
annesiyle beraber el öpme ziyaretine çıkılır. Bu ziyaretler gelinin anne
babasından başlar yakın akrabaları dolaşarak devam eder bebeğe çeşitli
hediyeler verilir [Demir, 2000: 261] [Akkayan ve Aydın, 1983: 66-67].
Böylece bu geleneklerin az da olsa şekil değiştirerek İslâmî bir anlayışa
bürünerek devam ettiğini görürüz.
3.1.3. Ad Verme
Eski
Yakutlarda, Oğuzlarda küçüklükte verilen ad gerçek ad sayılmazdı. Gerçek ad
yay çekip, ok atıp, kahramanlık gösterince verilirdi [İnan, 1995: 173-174].
Kahramanlık gösterene kadar adsız diye çağırılan çocuk kahramanlık
göstermezse ömür boyu adsız diye çağırılırdı [Ergin, 1964: 97]. Çocukları
yaşamayan Yakutlar ölüm meleğini aldatmak için çocuklarını komşulardan
birine satarlar. Urenha (Tuba) lar çocuğu kazanın altına sokarlar.
Başkurtlar satıpaldı, satılmış gibi isimler verirlerdi [İnan, 1995: 174].
Başkurtlar çocuğun yaşamasını sağlamak için Yaşar, Dursun, Ölmez, Taştan,
Kurç (Çelik) gibi isimler verdikleri gibi ölüm meleği gelmesin diye çocuğa
İtalmaz, Domuzbay, Tezekbay gibi kötü isimler verilirdi [İnan, 1995: 175].
Üst üste çocuğu ölmüş olanlara bugün Anadolu’da hala Dursun, Durdu, Durmuş,
Yaşar gibi isimlerin verildiğini görmekteyiz [Boratav, 1973: 108-109].
Taraklı ve Göynük köylerinde ad verme hadisesinde eski Türk inanışlarının
izlerini görmek mümkündür. Çocuk doğduktan sonra çocuğa hemen göbek adı
verilir. Bu isim daha sonra gerçek ad verilene kadar devam eder. Çocuğa isim
vermekte acele edilir. Uğursuz sayılan isimler değiştirilir. İsimlerin
çocukların karakterini etkilediğine inanılır. Bebek hastaysa ve hangi ismin
ona iyi geleceğine karar verilemiyorsa alternatif isimler kağıtlara yazılır
ve iplerle iğnelere bağlanır. Suya atılan iğnelerden hangisi çürümemişse o
iğneye bağlanmış kağıttaki isim hasta çocuğa verilir. Bu ismin en uygun isim
olduğuna inanılır.
Yeni
doğan bebeğe genelde vefat eden büyüklerin isimleri verilir. Daha sonra
kayınpeder ve kayınvalidenin isimleri verilebilir. İsim konusunda son sözü
söyleyen babadır. Sürekli kızı olan anneler kendi isimlerini son kızlarına
verirlerse oğlunun olacağına inanırlar. Eski Türklerde bazı çocuklara önemli
günleri anlatan isimler verildiği gibi [İnan, 1995: 175]. Taraklı ve Göynük
köylerinde de önemli günleri hatırlatan isimler çocuklara bazen
verilmektedir.
Ramazanda doğanlara Ramazan, 30 Ağustosta doğanlara Zafer, Bayramda
doğanlara Bayram, Kadir gecesinde doğanlara Kadir, Recep ayında doğanlara
Recep gibi isimler verilmektedir. Çocuklara Yavuz, Fatih gibi Osmanlı
hükümdarlarının, İbrahim, İsmail gibi peygamber isimlerinin, Hamza, Ömer
gibi sahabelerin, Hatice, Ayşe gibi peygamberimizin hanımlarının isimlerini
vermek yaygın olarak görülen uygulamalardır.
Bebeğe
konulacak isim belirlendikten sonra sağ kulağına üç kere ezan okunur,
verilen isim çocuğun her iki kulağına üçer kere tekrarlanır. İsim koyma
törenini baba yapar. Eğer baba yapmak istemezse imam yada ağzına içki
değmemiş bir kimse tarafından yapılır [Demir, 2000: 261] [Eroğlu, 2003: 79].
Osmanlı devletinde doğumdan üç gün sonra çocuğa isim takılırdı. Babası veya
büyük babası abdest alıp çocuğu kucağına alıp selat-ü selam getirir. Sağ
kulağına ezan okur sonra çocuğa takacağı ismi üç kere söyler, çocuğun
kulağına kelime-i şahadet getirir ve anneye hediye vererek odadan ayrılırdı
[Abdülaziz Bey, 2002: 13-14]. Taraklı-Göynük ve köylerindeki isim verme
merasimi azda olsa şekil değiştirmesine rağmen eski Türklerde ve Osmanlı
geleneğinde olduğu gibidir.
3.1.4. Sünnet
Sünnet
işlemi İslâmî bir gelenek olmakla beraber Yahudilikte, Okyanusya, Afrika ve
Amerika yerlilerinde görülen bir uygulamadır [Boratav, 1973: 194]. Dinî bir
yükümlülük olan sünnet Taraklı ve Göynük köylerinde genelde çocuk yedi
yaşına basmadan yapılır. Tek kardeş, tüm kardeşler hatta yakın akraba
çocuklarının topluca sünnet ettirildiği görülür. Bazen maddî durumu iyi olan
aileler kendi çocuklarının yanında fakir çocukları sünnet ettirirler.
Sünnette çocuğa özel sünnet elbisesi giydirilir, papyon takılır, maşallah
yazısı boynundan çapraz takılır ve çocuğa sünnet asası verilir. Çocuğa özel
süslenmiş yatak hazırlanır. El işi oyalar, havlular, yatak örtüsü gibi
eşyalarla yatak süslenir.
Sünnet
töreni sünnetten bir önceki gece düzenlenen kına gecesi ile başlar. Gecede
erkekler olmaz kadınlar kendi aralarında eğlenir, kınalar yakılır. Sünnet
günü gelen misafirlere yöresel yemekler pilav, keşkek, ayran ikram edilir.
Sünnet çocuğu ve köy çocukları arabalarla gezdirilir. Sünnet çocukları
sünnet edildikten sonra hazırlanan yatağa yatırılır. Misafirler gelip
hediyelerini takdim ederler. Bundan sonra misafirler köylerine dönerler.
3.1.5. Asker Uğurlama
Türkler ordu-millet anlayışının devamı olarak asker yetiştirme ve uğurlamaya
önem verirler. Taraklı ve Göynük köylerinde askere gidecek genç tüm
ihtiyarları evlerinde dolaştıktan sonra mezarlığa gider ve orda yakınlarına
dua eder. Kadın erkek tüm köylü askeri uğurlamak için köyün çıkışına gider
ve asker adayları tek sıra halindeki köylüsüyle tek tek vedalaşır. Köylüler
askerlerin cebine harçlık koyarlar. En son gençlerle vedalaşan asker
adayları havaya atılıp tutulur ve askerler köylülerin “peygamber ocağı”
tabir ettikleri birliklerine dualarla uğurlanır. İzne gelen asker ilk gün
evinden çıkmaz ve tüm köylü kendisini ziyarete gelir hasret giderirler.
Köydeki kadınlar askere giden gence “bizim yerimize de nöbet tut” diyerek
kutsallığına inandıkları nöbet vazifesinden manevi hisse almaya çalışırlar.
3.2. Sosyal Yapı ve Aile
Bütün
milletlerde olduğu gibi, İslâm öncesi Türk içtimai hayatında en küçük
topluluğu şüphesiz ki aileler meydana getiriyordu.Aile bütün içtimai
bünyenin çekirdeği idi.Aile reisi babadır.Yapılacak işleri aile efradına o
gösterir.Bununla beraber, o, bütün ailenin sahibi değildir. Türk ailesi,
aile reisinin mülkü gibi muamele gören aile efradı üzerinde kesin söz
sahibidir. Mülk ortaklığı yalnız otlaklara ve hayvan sürülerine inhisar
eder. Türkçe de izdivaç için kullanılan “evlenme” veya “evlendirme”
tabirleri, evlenen erkek veya kızın baba ocağından ayrılarak ayrı bir ev
(aile) meydana getirdiğine delalet eder [Kazıcı ve Şeker, 1981: 21].
Eski
Türk toplumunda hür olan ve Asya Hunların dan beri ata binip ok attığı,
savaşlara katıldığı ve ağır sporları yaptığı tespit edilen Türk kadını
iffet ve namusuna çok düşkündü. Muharebe de düşman eline geçmesi büyük bir
zillet olarak telakki edilirdi [Kazıcı ve Şeker, 1981: 21].
Hunlar’la Göktürkler ve
hatta Oğuzlarda levirat denilen aile düzeni vardı. Babaları ölen oğullar
anneleri ile küçük kardeşlerini ailelerine katıp bakıp beslemek
zorundaydılar. Ölen kardeşlerin eşleri ile çocukları sokakta kalmazlardı.
Yaşayan kardeşler hemen onları kendi ailelerine katıp onlara sahip
çıkarlardı [Ögel, 1998: 241]. Türk ailesinden, evlenen oğullar hisselerini
alıp yeni bir aile kurmak üzere baba evinden ayrılırlar. Baba evi en küçük
oğula kalırdı. Eski Türklerde küçük oğul baba evinde bekler ve baba ocağını
devam ettirirdi. Böyle eski aile gelenekleri Cengiz Han Devleti’nde bile
devam etmiş hanedan küçük oğul Tuluy’un soyuna geçmiştir [Ögel, 1988: 447].
Taraklı ve Göynük
köylerinde çok çocuklu ailelerde, büyük kardeşler sorumluluk almakta ve iş
hayatına atılmaktadırlar. Eski Türklerde olduğu gibi evde küçük çocuk
kalmakta ve baba ocağını devam ettirmektedir. Küçük çocuk anne babaya
bakmakta ve babanın işlerini devam ettirmektedir.
Türkler’de tek kadınla
evlenme düzeni (monogami) sistemi yaygındı. Ancak Çin İmparatoru’nun kızının
bile kuma olarak alındığı da bilinmektedir. Ancak bunlar istisnai
durumlardır [Ögel, 1998: 448]. Taraklı ve Göynük köylerinde de eski
Türklerde olduğu gibi tek evlilik esastır.
3.2.1. Evlilik
Türk
toplumun temeli evlilik müessesesiyle oluşturulan aile idi. Aile tüm
teşekküllerin temelini oluşturur. Evlenmek için eski Türklerde 'evlenmek'
derlerdi. Ana ailesine sahip Moğollarda ise eski kaynaklarda 'eve varmak'
anlayışı daha baskın görülür. Evlilikte aşk ve his olduğu için Uygur
şiirlerinde evlenmeye 'kavuşmak' ta denir [Öğel, 1988: 253].
Evlenme hem kız hem erkek için hayattaki en önemli süreçlerden biridir.
Evlenecek gençler ve ailelerin dayanışması, sosyalleşmesi adına çok önemli
bir dönem olan evlilik nesillerin devamı için şarttır. Kişiler ev bark
sahibi olunca toplumda değer kazanır. Türk toplumunda çok önemli bir yer
tutan evlilik müessesesini yaşı gelen her genç kurmak için çalışmaktadır.
Taraklı ve Göynük köylerinde evlilik dönemi gelen gençlerin mutlu bir yuva
kurmak için tüm Anadolu’da olduğu gibi bazı inanışları vardır. Özellikle
belirtilen bir mekan olmasa da gençler büyük zat bildikleri kimselerin
mezarlarında, camilerde hatırlı bir kısmet için dua ederler. Bundan başka
mutlu bir evlilik için yörede görülen inanışlar şunlardır: Köyde en son
nişanlanan gencin evinde köyün gençleri toplanır. Kız tarafından gelen
hediyeler açılırken damat adayının başındaki şapkayı ilk kim alırsa onun ilk
evleneceğine inanılır. Gelinin ayakkabısının altına gelin arkadaşlarının
ismini yazar. İlk kimin ismi silinirse onun ilk evleneceğine, nişan
kurdelesini yutan kızın ilk olarak evleneceğine, düğünden sonra gelinden
yüzüğü ilk kim alıp takarsa onun ilk evleneceğine inanılır. Nisan ayında ilk
yağan yağmurlar toplanır. Toplanıp içilen bu yağmurların kısmet açıp bereket
getireceğine inanılır. Yörede babasına evlenmek istediğini söyleyemeyen
gençlere babasının ayakkabısına çivi çakması yada pilava kaşık saplaması
tavsiye edilir. Benzer inançları Bilecik yöresinde de görmek mümkündür
[Yalvaç, 1984: 151-162]
Türkçe’de güvey (damat) kelimesinin eski Türk (Göktürk ve Uygur)
metinlerinde ki şekli “kütegü”dür. Bu kelimeye ilk defa Uygur Turfan
Kitabesinde rastlanır [İnan, 1998, C. II: 335]. Yakut Türklerinde kız
kaçırma ile evlenme adeti vardır. Gençler toplanır, şaman gençlerin üzerine
saçı olarak kımız saçar, kötü ruhların korunmaları için dua eder. Gençler
bundan sonra kızın kabilesine doğru yol alıp evlenecek kızı kaçırırlar.
Şamanist ve Müslüman Türklerin ortak adeti saçı saçmaktır [İnan, 1995:
166-167].
Düğün bir toy’dur. Düğünü
başlatmak kız evinin hakkıydı. Düğün kız evinde başlar erkek evinde biterdi.
Düğün aşı ve açları doyurma anlayışı bütün Türklerde görülmektedir. Toy ve
düğün ateşi de Türk toylarının bir özelliği idi. Ayrıca yarış ve güreş
müsabakaları düzenlenirdi [Ögel, 1988: 269].
Kırgız
Türklerinde kaçırarak evlenme adeti olduğu gibi barış yoluyla evlenme de
yaygındır. Kırgızlarda sulh yolu ile evlenmenin daha güzel olduğuna karar
verilmiş ancak düğünlerde eski adetlerin devamı olarak göstermelik
mücadeleler yapılmış ve gelin kaçırılmış gibi gösterilmiştir [İnan, 1998,
C.: I: 346-347]. Kırgızların sembolik olarak uyguladıkları bu adetin izleri
Taraklı ve Göynük köylerinde görmek mümkündür. Gelin almaya gelindiği zaman
gelinin kardeşleri kapıyı açmaz, yoğun uğraşlar sonunda para aldıktan sonra
kapıyı açar ve gelini bırakır. Gelin eğer başka bir köye gidiyorsa köyün
gençleri yolu kesip köy gençliğine para alırlar ve yolu öyle açarlar. Gelin
alındıktan sonra ve gelin gittiği eve gittikten sonra silahlar atılır. Bu
şenlikler ve damat tarafını zorlamalar eski Türklerde ki mücadelelerin
sembolik izleri kabul edilebilir.
Taraklı ve Göynük köylerinde evlilikler genelde anne babanın kabulü gençlin
isteği ile olmaktadır. Ancak anne babanın müsaade etmediği gençlerde kız
kaçırarak evlenme adeti de vardır. Ancak bu çok yaygın değildir. Ayrıca eski
dönemlerde maddî imkansızlıklar sebebiyle değişik evlenme adı verilen
gelenek görülmekteyken günümüzde birkaç istisna hariç ortadan kalkmıştır.
Başkurt düğünlerinde “barış kazanı” denilen bir adet vardır. Buna göre güvey
tarafı kalın malını tamamen ödedikten sonra kızın ailesince güvey tarafına
ziyafet vermek zorundadır. Buna barış kazanı denir [İnan, 1998, C. II: 347].
Taraklı ve Göynük köylerinde damat düğünden sonra kayın pederinin evine
gider ve hiç konuşmaz. Çevresindekiler damadın küs olduğunu söylerler.
Kayınpederi de damadına bir takım bahçe tarla hediye eder ve barışırlar.
Türklerde karı-koca bağları ana-baba sevgisinden de üstün olmalıydı. Dede
Korkuta ki Deli Dumrul hikayesi bunun açık bir örneğidir [Ergin,
1964:27-35]. Koca evine gelin giden kız yeni ailesine bağlanmıştır. Nitekim
Taraklı ve Göynük’ün köylerinde de bu geleneğin ve anlayışın bir devamı
olarak gelin evinden çıkarken eşiğe ayakkabısının topuğuyla üç defa vurur ki
adetleri, yaşam tarzı eski evinde kalsın ve gittiği yeni evine çabuk uyum
sağlasın ve yeni yaşantısına uyum sorunu çekmesin.
3.2.2. Aracı, Görücü ve Tanıklık
XI.
yüzyıl, yani İslâm dinînin Türkler tarafından çoğunluğu benimsendiği
dönemlerde hem görücü usulüyle evlilik hem de gençlerin birbirini görüp
beğenerek evlenme geleneği vardı. Dede Korkut kitabına göre Beybeyrek ile
Banu Çiçek birbirlerini tanımıyorlardı [Ergin, 1964: 54-66].
“Aracı”, evlenme antlaşmasını hazırlayan veya yapan kişidir. Kız ile erkek
önceden anlaşmış olsalar bile, evlenmek için, aileleri aracıların yardımını
isterler. Evlenme antlaşmasında herkesin bir araya gelmesi gerekirdi. Bu,
insani ve aynı zamanda sosyal gelişmenin bir görüntüsüdür. Toplantı saygılı,
tecrübeli kişilerden, aksakallılardan yani Anadolu’da ki adıyla “köyün
uluları”ndan oluşurdu. Bu kişiler tanık konumunda sayılırlardı. Dede
Korkut’taki Banu Çiçek, kızını beşik kertme nişanlarken bile “siz tanık
olun” deme gereğini duymuştur. Böylece evlenme meşruiyet ile kanun ve töre
temeline oturtulmuştur [Ögel, 1998: 255].
Söz kesimi eski Türklerde
olduğu gibi Anadolu’ da da çok değer verilen büyük bir antlaşmadır. Evlilik
bununla başlar denilebilir. Eski Türk geleneklerini kaybetmemiş Türkler’de
söz kesimi at üstünde yapılıyordu [Radloff, 1994, C. 1: 460].
Türklerin İslâm’ı kabulünden sonra da görücü usulü devam etmiştir. XI yüzyıl
Türk dünyasında kız istemeye gidenlere dünürcü veya görücü denmiştir.
Kızların görücüye çıkması, dünürlüğe gidilmesi, kızın beğenilmesi,
incitmeden adabıyla imtihan edilmesiyle alakalı adetler Osmanlı döneminde de
görülmektedir [Abdülaziz Bey, 2002: 38]. Taraklı ve Göynük köylerinde kızı
istemeye gidenlere dünürcü ve bu işleme dünürlüğe gitmek denir. Kızın kahve
getirmesi, kızı isteme yöntemleri kız tarafının cevap verme tarzları Osmanlı
geleneği ile hemen hemen aynıdır.
Türklerde “exogamie” yani dışardan evlenme vardı. Kendi sülalesinden biriyle
evlenmek ayıp sayılıyordu. Bu hususları göz önüne alırsak evlenecek
gençlerin birbirini tanıyarak evlenmelerinin zor olduğunu söyleye biliriz.
Taraklı ve Göynük köylerinde genelde gençlerin birbirini tanıyarak,
beğenerek evlenmeleri yaygınsa da görücü usulüyle evlilikler de oldukça
fazladır. Köylerde dışardan evlilik ya da akraba evliliği kısıtlaması
yoktur. Uygun bulunan kimse onunla evlendirilir. Ancak, köylerde kızlar
genelde kendi köyüne yada komşu köylere verilmektedir. Bunun istisnaları da
mevcuttur yani köyden şehre, şehirden köye evlilikler de azda olsa
görülmektedir.
Babanın kız üstünde sonsuz bir velayet hakkı yoktur. Türklerde rızalık
sembolü mendildir. Bu eski Türk geleneği Anadolu’da kız evinden giden
hediyelerde çevre, yazma, mendil, yağlık şeklinde götürülür [Ögel, 1988:
265-266]. Eski Türk adetlerine göre evlenmek isteyenler kız isterken kızın
açık başına mendil koyarlar, kız eğer mendili kabul ederse rızalık nişanı
sayılırdı. Taraklı ve Göynük köylerinde kızı istemeye giden aileler eğer
olumlu cevap almışlarsa kendilerine mendil verilir. Akrabaları “ kızı
aldınız mı ?” diye sormaz, “mendili aldınız mı?” diye sorarlar.
3.2.3. Nişan
Nişan daha çok Batı
Türklerinde yayılmıştır. Aslında “kalın” antlaşması ve söz kesme O
hediyeleri ile nişan gerçekleşmiş oluyordu. Nişanlı manasına gelen “adaklı”
sözü ise yalnızca Oğuz ve Türkmenlerde görülüyordu. Eski Türkler’in
tamamında beşik kertmesi vardır. Beşik kertme nişanlılar ergenlik çağına
gelince ikinci defa yeniden nişanlanırlar ve yüzük takarlar. Dede Korkut’da
Bey Beyrek nişanlısı Banu Çiçek’e yeniden bir yüzük takmıştı. Nişan yüzüğü
kutlu sayılırdı Yine bugün nişanlığın simgesi olan yüzük eski Türklerde
kullanıyordu [Genç, 1997: 59]. Türklerde düğün işine davet etme çağırma
işine okumak deniliyordu [Genç ,1997: 60]. Taraklı ve Göynük köylerinde de
davet işine okumak denilmektedir, yüzük takmak Eski Türklerdeki gibi
nişanlanmanın işaretidir.
3.2.4. Kalın ve
Başlık
Kalın ve başlık, Türk
aile hukukunun temelini oluşturur. Kalın kız ailesine verilen bir aile
malıdır. Kız evine ödenen kalın damadın değil, bütün ailenin malı ve
sermayesidir. “Kalın” antlaşması karşılıklı bir akittir. Başlık ise evlenme
sırasında kız ailesine verilen bir hediyedir. “Kalın” veya başlık
İslâmîyetin kabulünden sonra Mehr-i Müeccel ve Mehr-i Muaccal ile
benzeştirilmiştir [Ögel, 1988: 258-253]. Taraklı ve Göynük köylerinde başlık
adeti kalkmış olmakla beraber yeni kurulacak ailenin ihtiyaçları daha çok
erkek tarafından olmak üzere beraberce karşılanır.
3.2.5.Gelin Alma ve Gelin İndirme
Dede
Korkut’ta oğlu olan evermiş, kızı olan göçürmüş dendiği gibi gelin alma
kızın bir göçü görülmüştür. Gelin ayrılırken baba ocağına ve ateşine saygı
gösterir. Yedi atadan Müslümanlar da ise yedi evliyadan izin istenip dua
edilirdi. Eşik Türkler’de kutludur. Bütün Türk illerinde gelinin eşiğe
basmaması için halı veya kumaş serilir [Ögel, 1988: 266-268].
Taraklı ve Göynük köylerinde gelin evine varıldığında gelinin evinin
kapısı kilitlenir ve gelinin yakınlarınca bahşiş alınarak kapı
açılır.Kadınlar içeri alınır, gelinin oğlan evine hazırlıkları yapılır. Bu
sırada delikanlılar kız evi önünde oynarlar. Bu oynama işlemi kız tarafı
gençleri arasında sıra ile yapılır. Gelin ata veya taşıta bindirilerek oğlan
evine doğru yol alır. Kız anası gelinin arkasından evden ayrılırken su
döker, bu su gibi git yolun açık olsun anlamındadır. Gelin alayı yolunu
alırken atlı, arabalı veya yaya olan en hızlı delikanlı damat evine gelir.
Gelinin alınıp yolda gelmekte olduğunu damada müjdeler ve bahşişini alır.
Gelin almaya gidildiğinde toprak bastı parası ödenir [Şahin, 2002: 23].
Toprak
Bastı Parası: Oğlan evi gelin almaya gittiğinde bu parayı kız tarafındaki
köyün veya mahallenin muhtarına ya da delikanlı başına öder. Bu para önceden
her köyce belirlenmiştir ve makul ölçülerdedir. Kız düğün alayı damat evine
tüfek atışlarıyla, oyunlar oynanarak türküler söylenerek, ağır ağır gelir.
Oğlan anası gelinin onuruna onu sevgi ve neşe ile karşıladığını belirtmek
evde değerli eşyasını olan su dolu testisini veya küpünü evin önünde kırar.
Düğünlerde gelin yeni evine girmeden içi su dolu testi kırılır. Bunun uğur
getireceğine ve kem gözlerden koruyacağına inanılır. Gelin, gelin olduğu eve
girerken bıçak gibi bir demire basarak girer [Şahin, 2002: 23]. Bütün bu
inanışlar eski Türklerdeki demir, su kültünün izleri sayılabilir. Bereket
getirmesi inancıyla gelin ve damat üzerine arpa, mısır, buğday, şeker ve
para karışımı saçılır.
Gelini
Karaçay Türklerindeki gibi algış, yani dua edildikten sonra [Ülker, 1985:
122] ailenin büyükleri veya damat indirir. Damat gelini gelin odasına kadar
götürür. Çeyiz odasına varıldığında gelin damadın boynuna mendil bağlar ve
damat evin önüne tekrar iner. Türkler ata ruhlarını, Tanrılarını, yer-su
ruhlarını memnun etmek, onların rızasını ve koruyuculuğunu kazanmak ve
isteklerini onlara kabul ettirmek için, kurban keserlerdi. Kurban için
seçilen hayvana “ıduk” denilirdi. Adak için seçilen kurban sağılmaz,
çalıştırılmaz, yünü kesilmez, kurban edileceği güne kadar en güzel şekilde
beslenirdi.
Taraklı ve Göynük köylerinde kurban bayramında kesilecek kurbanın dinî
emirlerin sebebiyle, sütünden, etinden, gücünden faydalanılmaz. Bundan başka
adak kurbanı diyebileceğimiz bir uygulama vardır ki; bir işi olduğunda adak
olarak kurban adayanlar kurban keserler. Bundan başka bazı düğünlerde gelin
eve girmeden önce kapının önünde kurban kesilir ve akıtılan kan gelinin
alnına sürülür. Bu gelenek, eski Türk inanışlarındaki kurban kesme adetini
hatırlatmaktadır.
3.2.6. Saçı
Şamanlık devrinde uygulanan saçı saçmak günümüze kadar gelen başka bir
adettir. Evlenme törenlerinde gelinin başına saçı saçılır. Avcılık devrinde
avın kanı, yağı ve eti, çobanlık devrinde süt, kımız ve hayvanların yağı,
çiftçilik devrinde darı, buğday ve meyveler saçı olarak kullanılmıştır. Saçı
yabancı soya mensup olan bir kızı kocasının soyunun ataları ve koruyucu
ruhları tarafından kabul edilmesi için yapılan bir kurban ayinin bir
kalıntısıdır [İnan, 1995: 167].
Saçının kökeni şamanizme dayanır. Orta Asya Türklerin de ''saçu” ve
çaçulama''da denirdi [Öğel, 1988: 267]. Moğollarda ''saçu'' şeklinde
söylenirdi. Türkçe kökenli olan bu kelime tüm Türk topluluklarının
kullandığı ortak bir terimdir [İnan, 1995: 98 ].
Eski
Türk göçebe toplumlarında süt, kımız, çiftçi ve yerleşik hayata geçmiş
Türklerde ise buğday, darı, para, mücevher saçı olarak kullanılır. Eski
Türkler Tanrı ve ata ruhlarını kazanmak ve onları memnun etmek için
kurbanlar kesip saçı saçarlardı. Tanrı ve ata ruhları adına kurban kesmekte
bir tür saçı idi [Yaşa, 2003: 41].
Müslüman Türklerde saçı geleneğinin ilk izleri, Hakani (Karahanlı) ve
Selçuklu (Oğuz) Türklerinde görülmektedir. Hakan'ı Türkleri ''gelinin
indirme'' törenlerinde gelinin attan inip eve gidişi esasında başına para ve
hububat saçarlardı ki Selçuklular'da ki saçı geleneği de buna benzemekteydi
[Yaşa, 2003: 41]. Saçı âdetini, Sultan II. Kılıçarslan’ın ölümü üzerine
veliaht olan küçük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahta çıkışı esnasında
başının üzerine para saçılırken görmekteyiz [İbn-i Bibi, 1996: 39].
Zamanla bu adet tüm sevinç gösterilerinde kullanılır oldu. Harzemşahlar
Devleti Sultanı Alaaddin Tekiş (1172-1200) başkent Hamedan'da Abbasi
Halifesinin elçilerini kabul etti. Ayaklarının altına atlas serdi.
Başlarından altın saçtı [Kafesoğlu,1956: 136]
Saçı
geleneğinin devam etmesinde Türkler arasında en yaygın din olan İslâmın
etkisi oldu. Zira İslâm’ı benimsemiş Türk toplulukları eski inanç ve
geleneklerden yeni dinle çatışmayanları olduğu gibi çatışanları yeni dinden
aldıkları motiflerle besleyerek devam ettirdiler [Ocak, 1983: 68].
Türkiye Selçuklu Sultanı Izzettin Keykavus Konya'da tahta çıkmak üzere
başkente geldi. Şehrin ileri gelenleri şenlikler düzenlediler. Önde
gelenler, Ahiler, hocalar, müzisyenler, mehteran onu Obruk'a geçirdiler.
Konya'da tahta oturan Keykavus için kurbanlar kesildi ve altınlar saçıldı
[İbn-i Bibi, 1996: 140] [Turan, 1965: 297]. Düğünlerde yaygın olan saçı
gelinliğini Selçuklularda doğumda da görmekteyiz. Selçuklularda doğumda
çocuğa saçı saçılır, altın takılırdı. Selçuklularda görülen bu adet
Osmanlılarda da görülmektedir. Hububat bereket anlamında olup paralar ise
özellikle çocuklar tarafından kapışılırdı.
Saçı
adeti, Osmanlılar'da da devam etti. Padişah tahta çıkınca annesi büyük bir
törenle saray getirilir, devlet büyükleri yerlerini alırlar ve yol boyunca
yeniçeriler dizilirlerdi. Valide sultanın arabası yeniçeri ağasının yanına
gelince durur ayağa hilat giydirilir, bu arada fakirlere para verilir ve
valide sultan tarafından halka altın para saçılırdı [Taneri, 1997: 193].
İslâm öncesi Türk kültür tarihinin bir geleneği olan Saçı Selçuklular'a
kadar geçen süre içinde ufak bazı değişiklerle bugünde Anadolu'nun pek çok
yerinde varlığını devam ettirmektedir. Buna İslâmîyeti kabul edip XI.
yüzyıldan itibaren bölgeye yerleşen Oğuz (Türkmen) boyları sebep olmuştur
[Yaşa, 2003: 41].
Taraklı ve Göynük köylerinde halen saçı geleneğini görmekteyiz. Gelin baba
ocağından çıkarken ve gelin arabasına binmek üzereyken buğday, arpa, para ve
şekerden oluşan saçılar gelinin ve çevredeki özellikle çocukların üstüne
saçılırdı. Çocuklar tarafından para ve şeker kapışılır, tahıllar ise
toplanmaz onların da bereket getireceğine inanılır.
3.2.7. Oyunlar ve
Eğlenceler
Düğün bir toy’dur. Düğünü
başlatmak kız evinin hakkıydı. Düğün kız evinde başlar erkek evinde biterdi.
Düğün aşı ve açları doyurma anlayışı bütün Türklerde görülmektedir. Toy ve
düğün ateşi de Türk toylarının bir özelliği idi. Ayrıca yarış ve güreş
müsabakaları düzenlenirdi [Ögel, 1988: 269]. Taraklı ve Göynük köylerinde
düğünlerde, gelen tüm misafirlere yöresel yemek olan yufkayla yenilen pilav
ve çeşitli içecekler verilmektedir.
Çularda kötü ruhları
kovmaya yönelik maskeli ayinler düzenleniyordu. Çulardaki bu ayinler
fang-hsiang- shi denilen kızıl ve kara elbise giymiş ayı postuna bürünmüş
bir kam tarafından yapılıyordu. Kamlar, elindeki kargı ve kalkanla kötü
ruhları kovalıyordu. Kamın yardımcılarının silahları da sopalar ve kamıştan
yapılmış kılıçlardır. Ayin sırasında davullar çalınır, cezbe içinde dans
edilirken kötü ruhlar kovalanırdı yine bu ayinler ateşin çevresinde
gerçekleşirdi. Bu ayinlerin hatıraları Anadolu’da maskeli “kış ortası” ve
“ayı” oyunları da görülmektedir [Esin, 2001: 174-176].
Taraklı ve Göynük köylerinde bazı düğünlerde gençler kıyafetlerini
değiştirirler, tanınmayacak şekilde çeşitli maskeler takarlar ve gece yanan
ateşin çevresinde oynarlar. Oyunun bazı bölümleri de elinde sopayla
kendisinden korkulacak kıyafetler giymiş biri hızla oyun alanına girer ve
oyuncular kaçışır. Bu gösteri gece boyu çeşitli aralıklarla devam eder.
Yanan ateş yapılan gösteriler düğünü renklendirmek için de olsa çok eski
Türk geleneklerini hatırlatmaktadır.
Tuğrul
Bey 1063 yılında, Abbasi Halifesi Kaimbiemrillah’ın kızıyla evlendiği zaman
bir odada kürsü üzerinde oturan gelini ziyaret ettikten sonra avluya çıkmış
ve orta beyleriyle birlikte sevinçle oynamıştır. Tuğrul Beyin oynadığı bu
oyun halay dediğimiz oyun olmalıdır. Tuğrul Bey yaşlı olmasına rağmen
oynamıştır [Sümer,1980:417]. Taraklı ve Göynük köylerinde düğünlerde gençler
oynadığı gibi bazen yaşlı erkeklerde çıkıp oynamaktadır.Bu düğünlerde
yöresel oyunlar oynanmakta halaylar çekilmektedir. Aradan geçen 900 seneye
rağmen adetler, oynanan oyunlar, aynı şekliyle günümüze kadar gelmiştir.
Bu
oyunlardan başka çeşitli eğlenceler vardır. Düğünlerde damadın bacası
tüfeklerle yıkılır. Damat ancak tavuk vererek bacaları yıkımdan
kurtarabilir. Düğünün ikinci günü köyün kızları gelini saklarlar. Damattan
çeşitli hediyeler almadan gelini göstermezler. Düğünün birinci günü akşamı
çardak adeti vardır. Tüm geçler daire şeklinde omuz omuza verir, onların
omuzlarının üstüne ikinci bir grup çıkar. Kule şeklini alan gençler bu
şekilde şarkılar söyleyerek, evin camındaki damadın elinden tavuk, çörek
gibi yiyecekleri alırlar. Düğünlerde damada yapılan tüm bu zorlamalar, eski
Türklerin düğünlerinin kız kaçırarak evlenme geleneğinin bir devamı
olabilir. Çünkü eski Türklerdeki bu düğünler daha çok bir mücadele ve gövde
gösterisi şeklinde geçiyordu.
3.2.8. Sağdıç
Sağdıçlık ve sağdıç Göktürklerden günümüze gelen kutlu bir hatıradır. Eski
Türklerde sağdıç güveyin hem kılavuzu hem de dostudur. Bunun için ulu yüz
Türkleri yoldaş da derler [Ögel, 1988 :271] [İnan, 1998, C.:1: 296-299].
Sağdıçlık müessesesi varlığını halen devam ettiren sosyal nitelikli bir
yapıdır. Taraklı ve Göynük köylerinde tüm düğünlerde sağdıçlık geleneğini
görmekteyiz. Genelde güveyin yakın akrabalarından veya arkadaşlarından evli
olanlardan seçilir.
Sağdıçlar damadın her konuda yardımcısı durumundadırlar. Ayrıca güveyin
bilmediği meselelerde kendisine yardımcı olurlar. Sağdıç güveyin yoldaşı
olduğu gibi düğününde idarecisi ve organizatörü de sayılır.
Eski
Türklerde, Göktürklerde, Harzemşahlarda gördüğümüz bir yapıda gelini
kılavuzu olan "yenge"dir. Taraklı ve Göynük çevresinde "dönürşü" dediğimiz
kimseler hem geline yardımcı olur hem de çeyizle ilgilenirler.
3.2.9. Gerdek
Gerdek
sözü, Fars’çadır. Daha çok Oğuzlar tarafından geliştirilmiştir. Osmanlılarda
kutluluğu olan gerdek kelimesine, “gerdeklik” veya “gerdek evi” denmiştir.
Dede Korkut’a göre gerdek çadırı, ok atılarak bulunurdu. Gelin odası
ipeklerle süslenirdi. Al kaftan, Türklerde güvey elbisesidir. Gelin odasının
ocağı, kutludur. Bu ocağa Yakutlar kımız, Müslüman Türkler şeker gibi şeyler
saçarlardı [Ögel, 1988: 170].
Taraklı ve Göynük köylerinde güvey yatsı ezanı ile birlikte yatsı namazına
camiye götürülür. Camiden çıkışta güvey dualarla güvey evine getirilir. Evin
önünde imam dua ettirir. Dua bitiminde güvey büyük bir çeviklikle gerdek
odasına koşar. Bu sırada damat arkadaşları gelin yanına gitmeden vaz
geçirmek için geri çağırırlar.Eğer güvey aldanıp dönerse yumruklarla sırtına
vurmaya çalışırlar. Ancak uyanık damat bütün bu aldatmalara kanmaz.
Müstakbel eşinden başkasını düşünmeyerek gerdek odasının yolunu tutar. Tam
odaya girerken güvey tası denilen su dolu tasa ayak vurarak (devirerek)
gelin girer. Daha sonra genç kızlar ve kadınlar gelini evin içinde
oynatarak kucağına erkek bebek verirler. Oyunlar oynanır. Gelinin duvağı
sallanarak hayır duaları edilir. Maniler söylenir. Duvak silkmeye katılan
kadın ve kızlara gelin tarafından küçük hediyeler (mendil, yemeni) verilir.
Düğün işlemi tamamlanmış olur.
3.3.
Cenaze
Türkçe’de (Gök Türkçe, Uygurca) “ruh” için can anlamına gelen “tin” sözcüğü
kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi,
ruhun bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bazen
“öldü” yerine “uçtu” denir, ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada
rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle
Eski Türklerde mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle
büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış,
barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren
resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın ya da mezar yapısının üstüne
Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için
tümsek biçimi verilmiştir [İnan, 1995: 26-28].
Eski
Türkler, ölen insanın ruhunu başka bir kalıba büründüğüne inanırlardı. Orhun
yazıtlarından ancak şu kadar anlıyoruz ki, Türk halk inancına göre, insanın
ruhu öldükten sonra kuş yahut böcek haline giriyormuş. Ölen hakkında ”uçtu”
deniliyor. Bilindiği gibi, batı Türklerinde, hatta İslamiyet’i kabulden
sonra “öldü” yerine” şunkar oldu yani şahin oldu deyimi kullanılıyordu.
Ölülerin adını söylemekten çekinmeğe ve bıraktıkları eşyadan korkulmasına
dair misaller vardır. Bu inanışa uygun şekilde, Gemiyan oğlu Yakut bey ölen
babasının adını söylemeyip ondan “güldü babam” diye söz eder [Togan,1981:
217-221].
Türk mezarlarında gizli
bölmeler bulunurdu. İslamiyet’in kabulünden sonra bile , bu usul devam
etmiştir. Hakanların, hanların mezarları ise, büsbütün gizli olurdu. Han
mezarlarının, kimsenin bilmediği yerlerde olmasına, Moğollar son derece
dikkat ederlerdi. Türkler ve Moğollar, han mezarlarını, yüksek dağ
başlarına, gizli yerlere yaparlardı [Eröz, 1985: 56-57].
Gizli mezarların bir
devamı olan bölmeli mezarlar, Türkiye’de de mevcuttur. Tahtacılar arasında,
ölüm gömüldüğü gizli bölmeye ‘koytan’ adı verilir. Türkiye’nin her yerinde,
hem Sünni hem Alevi çevrelerinde mezar çukuruna dizilen tahtalara
‘saptırma’ veya ‘sapıtma’ denir ki, bu kelime mezarı gizleme adetinin bir
kalıntısı olsa gerektir. Bölmeli mezar, yalnız dağ başlarında değil,
şehirlerde bile mevcut bulunmuştur. Bilecik’in Osmaneli ilçesinde bugün bile
bölmeli mezar geleneğinin yaşadığı anlıyoruz, burada mezar iki bölmeli
olarak açılmakta ve ölünün gömüldüğü gizli bölmeye , ‘sarlanbaç ‘adı
verilmektedir [Eröz, 1985: 60-61].
Gizli
ve bölmeli mezar usulünün Osmanlı’larda da yaşamış olduğuna dair belirtiler
vardır. Fatih Sultan Mehmet’in cenazesi, Türk gelenekler göre
defnedilmiştir. Padişahın cenazesi tahnid edildikten sonra sembolik bir
mahiyet arz eden türbesinin altına, camiye çok yakın bir yer altı mahzenine
gömülmüş olduğu tahmin edilebilir [Eröz, 1985: 61].
Göktürkler, mezar üzerine bir ev yaparlar ve evin duvarına ölünün
resimlerini çizerlerdi. İbn Batuta Geyve ile Mudurnu arasında gördüğü,
mezar-yapılar için şunları yazar: ”Bu çevre ahalisi, mezarları üzerine ahşap
binalar yaparlar” [İbni Batuta, 1971:50-51].
Göktürkler mezarlarının etrafını taşla çevirirlerdi. Osmanlı Türklerinde de
aynı adeti görüyoruz. Osman Gazinin oğlu Aydoğdu, Dinboz’da şehit olduğunda,
mezarının etrafına taşla çevirmişlerdi. At sancılansa bu mezarın etrafında
dolaştırırlar, bu ata iyi gelir ve at iyileşirdi [Aşıkpaşazade, 1992: 24].
Günümüzde Taraklı ve Göynük’ün köylerinde mezarların etrafı taşla
çevrilmektedir.
Tahtacıların ölmüşlerine olan sevgi ve yakınlığı, hayret verecek
derecededir. Her fırsatta mezarlarına gider, orada yemekler yer, Hun‘lar,
Göktürkler gibi içki içerler. Mezarları üç yerinden öperek niyaz ederler.
Hıdrellez eğlencelerini tepelerdeki mezarlıklarda oluyor. Adeta ölmüşleri
ile birlikte yemek yiyor, içki içiyor, eğleniyor. ölüyü gömdükleri gün
mezarlıkta helva, zeytin, peynir yerler. mezarın yanına bir testi su ve
biraz yiyecek bırakırlar [Eröz, 1985: 65].
İbn
batuta, bir zaman ramazan bayramında bulunduğu Denizli’de buna benzer
şeyler görmüştür. Denizli beyi askeri bütün esnaf teşkilatı medreseler, hep
birlikte mezarlığı ziyaret etmişler, kurbanlar kesilmiş, fakirlere
dağıtılmış sonra namazgaha dönülerek, bayram namazı kılınmıştır [İbni
Batuta, 1971:17-18]. ]. Günümüzde Taraklı’nın hıdrellez bayramları Hıdırlık
denilen ve yatır bulunduğuna inanılan tepede yapılmaktadır. Ayrıca Taraklı
ve Göynük’ün bazı köylerinde hıdrellez bayramları yatırların yada
mezarların çevresinde yapılmaktadır.
Cenaze
töreninde elbiseleri ters giyme adetine ilk defa İbn-i Batuta işaret
etmiştir. Bu adet Altay dağlarındaki Türk göçebelerinde ve Kırım Türklerinde
vardı. Altaylılar ölülerini dağ üzerindeki gizli yerlerde toprağa gömerler
ölü tam giyinmiş vaziyet mezara konur, yanına yol için bir torba yiyecekte
yerleştirilir [Eröz, 1985: 62-63]. Oğuzlar ölüye elbise giydirir yayını
kuşandırır, eline içki dolu ağaç bir kadeh vererek gömerlerdi. Önüne de
ağaçtan, içki dolu bir kap koyarlardı. Şahsi eşyalarını da yanına
bırakırlardı. Ölüyü çukurda oturtur, üzerine tavanla, mezar üzerine de
çamurdan kubbe gibi bir tümsek yaparlardı. Rubruk’un verdiği bilgiye göre,
Hıristiyan Kumanlar (Kıpçaklar), mezara ölünün yanına kımız ve et koyarlardı
[Eröz, 1985: 62-63]. Kumanlar ölülerinin üzerine büyük tepecik yapmışlar ve
onun üstüne insan heykeli dikmişlerdir. Heykelin yüzü güneş doğudan doğduğu
için daima doğuya bakardı. Mezarlar büyük taş parçalarıyla inşa edilmiştir.
Bazısı dört köşe bazısı yuvarlaktır [Ögel, 1991: 296].
Destanlarda görülen önemli bir gelenekte kahramanların öldükleri takdirde
atlarının boğazlanıp yuğ aşlarının verilmesini vasiyet etmeleridir. Bu çok
eski bir Türk geleneğidir. Göktürkler çağında ölen kimsenin atının
kesildiğini bildiğimiz gibi X. yüzyılda Oğuzlar'da da ölenin atlarının
kesilip etinin yendiğini görmekteyiz. Bugünde Türkiye'de ölen bir kimsenin
arkasından yemek pişirilip dağıtılmaktadır [Sümer, 1980: 415]. Türklerde
cenaze törenlerinde büyük at yarışları ölü aşı denen ziyafetler düzenlenirdi
[Ögel, 1997: 86] [Kafesoğlu, 1980: 27].
Ölüler merasimle çadıra
konur, koyun ve at kurban edilirdi. Ölü çadırı etrafında at yarışları
yapılırdı. Naaş tüm servetiyle yakılırdı. Külü mezara konur tekrar kurban
kesilir, at yarışları yapılırdı. Matemin sembolü olarak yüzler çizilir,
ölünün resmi hazırlanırdı. Ölünün öldürdüğü adam adeti kadar mezarı üstüne
taş yığılır [Eberhard, 1996: 86-88].
Türkler mezarlarına ölenin savaşlarda öldürdüğü veya öbür dünyada hizmetinde
olmasını istediği insanları sembolize eden "Balbal" adı verilen taşlar
dikerlerdi [Köprülü, 1966: 88]. Mezardaki kahramanın öldürdüğü düşmanları
sembol eden balbal taşına eğer öldürülen şahıs önemli ise ismi de yazılırdı
[İnan, 1995: 231]. Orhun Abideleri'nde Bilge Kağan Abidesi'nde yapılanları
anlatırken Kırgız Kağanı'nı balbal olarak diktiğini anlatmaktadır [Ergin,
1973: 38]. Oğuzlar’ın 10. Yüzyılda, ağaçtan balbal yaptıklarını, İbn-i
Fadlanın şu sözlerinden anlıyoruz. “Eğer ölen kimse sağlığında insan
öldürmüş kahraman biri ise öldürdüğü insanların ağaçtan süret yontup,
bunları kabrinin üzerine dikerler. Bunlar onun hizmetçileridir. Cennette ona
hizmet edecek” derler [İbni Fadlan, 1975: 36]. Eski Türkler ölünün siyasi
ve içtimai mevkiine göre hayvan keser ve ölü aşı verilirdi. Bu yemeğe
eskiden yuğ basan deniyordu. Bütün Türk halkları arasında yaşayan ölü aşı
geleneği Selçuklularda yaygındır. Bu adet bugün Anadolu'da da yaygındır
[Turan, 2000: 178].
Dede
Korkut hikayelerinde anlaşıldığına göre Oğuzların cenaze törenleri biraz
İslâmlaşmış olmakla beraber Göktürklerin ve Hunların cenaze ve yas
törenlerine çok benzemektedir. Ölünün bindiği atın kuyruğunu keserler,
bağıra bağıra ağlarlar, yüzlerini yırtıp, saçlarını yolarlar ve ölü aşı
verirlerdi. Eski Türkler ölü aşı vermeyi en önemli vazife saymışlardır.
İslâm öncesi mezara konan aş, Türkler İslâm’ı kabul ettikten sonra mahiyet
değiştirmiş, sevabına ölünün ruhuna bağışlamak için fakirlere yemek, helva
dağıtmak şeklini almıştır [İnan, 1998: 249].
Eski
devirlerde yemek doğrudan ölümün kendine verilip mezara dökülmekteyken, dinî
değerlerin gelişimi ve insanlara tesirinin artması üzerine değişikliğe
uğramış ölülerin ruhu için fatiha okumak, sadaka vermek, kurban kesmek,
halka dağıtmak, çeşmeler yapmak ve benzeri dinî adetler şeklini almıştır
[İnan, 1998 C. 1: 123]. Ölüm hadisesinin üçüncü, yedinci, kırkıncı
günlerinde yılında kurban kesilir, aş verilir. Bu gelenek Türkiye’de “ölü
aşı”, “üç hayrı”, ”yedi hayrı”, “kırk hayrı”, “yıl hayrı” gibi isimlerle
yaşamaya devam etmektedir [Eröz, 1985: 67-68].
Selçuklularda Alaaddin Keykubat Baha Veled’in ölümü üzerine kırk gün boyunca
Cuma Mescidinde hatimler indirtmiş, halka yemekler vermiş, fakirlere adaklar
adamıştır [Taneri, 1977: 31]. Mevlana’nın cenaze töreninde yedi tane öküz
kurban edilerek fakirlere dağıtılmıştır. Yas sırasında ölüm haberini alan
kimseler elbiselerini yırtmışlar, saçlarını yolmuşlar ve cenazeye hürmeten
başlarını açmışlardır. Yas süresi kırk gün olup, kırkıncı gününde yemek
verilmiş, helva pişirilip dağıtılmıştır. Görüldüğü gibi eski Türk
inançlarındaki üçüncü, yedinci ve kırkıncı günündeki ölü aşı verme adeti
[İnan, 1995: 188-189]. Müslüman Selçuklularda da devam etmiştir. [Taneri,
1977: 60-61].
Gagavuzların folkloru incelendiğinde Türklerin İslâm öncesi devrindeki
gelenekleri hakkında kıymetli bilgiler edinîlir yine bu suretle görünür ki
İslâm’a aitmiş gibi gözüken bir çok gelenek Gök-Tanrı inanışı zamanından
kalmadır. Gagavuzların ölümünün kırkıncı gününde hayrat olarak çeşme
yapmalarından bunu anlamak mümkündür [Doğru, 1992: 17].
Bölgemiz Taraklı ve Göynük köylerinde ölünün yakınları tarafından
kullanılmayacak eşyaları fakirlere dağıtılmakta ölümünün yedinci günü akşam
namazından çıkanlara "halka" denilen yeni pişmiş sıcak hamur ekmeği
dağıtılmaktadır. Yine cenaze evinin maddî durumu iyiyse sevabını ölüye
hediye etmek üzere mevlit okunup ve pilav hazırlanmakta tüm köylüye ve komşu
köylere sunulmaktadır. Bu adetlerde eski Türk inancındaki ölü aşı
geleneğinin izlerini görmek mümkündür.
3.4.
Hıdrellez
Baharın gelişi Türkler için önemli olaylardan biri idi. Eski Türklerin
yılbaşları da baharla birlikte başlardı. Baharın gelişini senenin ilk gök
gürlemeleri haber verirdi. Bu ilk gök gürlemelerle baharda başlamış olurdu
[Ögel, 1997: 83]. Asya Hunları ilk baharda (Mayıs ortasında) büyük bir
bayram yapıyorlar, Gök Tanrıya, atalara ve kutsal yer-su’lara kurbanlar
sunuyorlardı [Eberhard, 1996: 80] [İnan,1976:3].
Bahar
bayramları içinde en yaygın ve en zengin olan hıdrellezdir. Bu iki kelime
İslâm inanışına göre efsane iki varlık Hızır ve İlyas adlarının
birleşmesiyle oluşmuştur. Bu iki kelimenin birleşmesiyle ilgili çeşitli
efsaneler vardır. Bunlara göre Hızır ve İlyas hıdrellez günü birbirlerine
kavuşmuşlardır [Boratav, 1973: 270-271].
Baharın gelmesi ile birlikte 6 Mayıs’ta hıdrellez kutlanır. Hıdrellez daha
çok kadınların ve kızların bayramıdır [Boratav, 1973: 271]. Söğüt, Taraklı,
Göynük köylerinde 5 Mayıs gecesi kızlar evlerinin bahçelerine inerler. Bir
ağacın altına gerçekleşmesini istediklerini dileklerini yapraklarla
şekillendirerek dua ile koyarlar. Hızır’ın dileklerini gerçekleştirmesi için
dua ederler. Sabah olunca köy halkı kırlara gider. Kazanlar kurulur,
yemekler yenir ve senenin bereketli geçmesi için dua edilir [Demir, 2000:
261].
Taraklı ile başlayan hıdrellez şenlikleri devam eder. Her hafta bir köyde
hıdrellez bayramı olur. tüm köyler davet edilir. Yoğun katılımların olduğu
bu bayramlarda kazanlarla pilavlar pişirilir, evlerde köy odalarında
misafirler ağırlanır. Camilerde mevlitler okunur, günlerin hayırlı bereketli
geçmesi için dua edilir. Böylece birlik beraberlik pekiştirilmiş olur.
İbn-i
Batuta seyahatnamesinde Bulgar şehrine gittiğini ve burada yaşadıklarını
anlatır.Ramazan bayramına tevafuk eden günlerde bölgenin sultanının büyük
davetler verdiği ve çeşitli yemekler yendiğini aktarır. Eski Türklerde
doğum, evlenme, ölüm, bayram gibi törenlerde yemek yenirdi. [Batuta, 1971:
97-104].
Bugün
de Taraklı ve Göynük köylerinde ramazan ve kurban bayramlarının ikinci
üçüncü günleri köylüler topluca yemek yerler. Herkes evinde hazırladığı
yemeği getirir çevre köy şehirlerden gelen misafirlerle beraber topluca
yemek yenir. Böylece bayramlar daha neşeli kutlanmış olur ve birlik
beraberlik ruhu pekişirdi.
3.5. Kırk Sayısı ve Kırklar Motifi
İnsanlığın benzer inanış ve adetlerini tek bir köke tek bir bölgeye bağlamak
ilmi bir metot değildir. Bu kaideyi kırk sayısında da görmekteyiz. Kırk
sayısı İslâmîyet’te önemli bir motiftir ve İslâm’ın yerli bir motifidir.
Bununla beraber kırk rakamı Bering Boğazına kadar uzanan Sibirya halklarının
bile dillerinden düşürmediği bir sayıdır ki bu bölgelerin değil
İslâmîyet’le, komşu kültürlerle bile en ufak bir münasebeti yoktu. Bu
sebeple, kırklarla ilgili inançları tamamen Orta Asya’ya bağlamak yanlış ve
ilmi olmayacağı gibi kırkla, ilgili Türk inançlarının tümünü İslâmîyet’e
bağlamakta doğru değildir [Ögel, 1997, C. II: 118-119].
Türk
destan ve masallarında ki önemli motiflerden biri kırk yiğit ve kırk kız
motifidir. Bu motifin yüksek barbalık kültürüne ulaşan küçük ve büyük dere
beyliklerini ellerinde tutan Alplerin çevresinde teşekkül edip geliştiği
anlaşılmaktadır [İnan, 1998, C. 1: 239].
Alpler
savaşlarda eğlencelerde hatta evlenmelerde kırk yiğidi ile birlikte
bulunurdu. Dede Korkut Hikayelerinin hemen tamamında kırk yiğit motiflerine
rastlamak mümkündür [Ergin, 1964: 13-46]. Çok eski çağların hatırası olan
kırk yiğit geleneğini Kıpçak, Oğuz, Altınorda beyliklerinde görmek
mümkündür. Destanlardaki kırk motifi Türk bilginleri tarafından peygamber
kıssalarına bile sokulmuştur [İnan, 1998, C. 1: 239-240].
İslâmî
kaynaklarda ise kırk rakamı öncelikle dört kapı olarak kabul edilen şeriat,
tarikat, hakikat, marifet kapılarının onar rakamının toplamıdır [Sarıkaya,
2002: 114]. İslâm eserlerinde fütüvvet sahibinin kırk kötü ahlaktan
uzaklaşıp kırk iyi ahlak ile donanması gerektiğini ve bunun ancak kırk yılda
tamamlanacağını belirtir ve peygamberliğin bu yüzden kırk yaşında geldiğini,
velinin ise velayete kırk yaşında ulaştığını aktarır [Sarıkaya, 2002: 114].
Türk
ve İslâm eserlerinde önemli bir yer tutmakta olan kırk motifiyle alakalı
Eflaki yas süresinin kırk gün olduğunu belirtmiş ve kırkıncı gününde yemekli
toplantı tertip ettiğini Kuran okunup hatimler indirildiğini aktarmıştır
[Taneri, 1977: 31].
Kutlu
kişilerin ölmediğine kırklara karıştığına inanılır. Kırk sayısı, kırklama,
loğusanın kırkı kırk gün beklemeyi gerektiren, hastalıklardan korunmayı
sağlayan dönem olarak önemlidir. Ayrıca önemli bir düğün şenlik anlatılırken
kırk gün kırk gece denir [Boratav, 1973: 112].
Taraklı ve Göynük köylerinde ölümün kırkıncı günü mevlitler Kuran okunmakta,
küçük çapta şeker gibi hediyeler dağıtılmaktadır. Doğumda kırkı çıkmak ve
kırkı çıktıktan sonra yapılan uygulamalar mühimdir. Yine toplu dualarda
üçler, yediler, kırklar şeklinde ifadelerin devam ettiğini görmekteyiz.
3.6. Yedi Sayısı
Eski
Türklerde yedi sayısı, kutsal bir rakamdı. Aynı zamanda bir hafta yedi gündü
[Ögel, 1988: 207]. Altay Türklerinin kutsal sayısı dokuz idi. Ancak zamanla
yedi sayısı, Türkler arasında gelişmiş ve çok önem kazanmıştır. Macar menşe
efsanesinde yedi oğul ve yedi kardeşten söz edilmektedir.Batı Göktürk
kağanı İstemi Kağan Bizans kralına yazdığı mektupta kendinî “yedi iklimin
hükümdarı” olarak tanımlamıştır [Ögel, 1997, C. 2: 116-117].
Türlerin gökyüzünde ait tasavvurlarında yedi önemli bir yer tutmakta, gök
yedi kat kabul edilmekte ve güneşin yedinci katta olduğu kabul edilmektedir
[Ögel, 1997: 59-67]. Fütüvvetnamelerde de yedi sayısı önemli bir yer
tutmaktadır. Kabe’yi yedi defa tavaf etmek, Safa ve Merve arasında yedi kere
say etmek, İsmail Peygamber’in şeytana yedi taş atması gibi İslâmî motifler
çoğaltılabilir [Sarıkaya, 2002: 113]. Hilmi Ziya Ülken yedi sayısının
Türklere Çinlilerden geçtiğini ifade etmektedir [Ülken, 1969: 22-23].
Fütüvvetnamelerde eski Türk kültür motiflerinin izlerini görmek mümkündür.
Ancak bu motifler İslâmî bir muhteva ile birlikte kabul edilir [Sarıkaya,
2002: 217]. Türkiye Selçukluları’nda Alaaddin Keykubat, Baha Veled’in ölümü
üzerine yedi gün saraydan çıkmamıştır [Taneri, 1977: 31].
Taraklı ve Göynük köylerinde yedi sayısı ile ilgili izler devam etmektedir.
Ölünün vefatının yedinci günü toplanılmakta camide veya evlerde ölünün
ruhuna Kuran ve mevlit okutulmaktadır. Düğünlerde geline köyün yedi çeşmesi
gezdirilmekte ve hepsinden biraz su alınmaktadır. Konuşamayan çocuklar için
kurban bayramında yedi kurbanın dili pişirilip çocuğa yedirilmektedir.
3.7. Güneş
Türk
kültüründe ve mitolojisinde Güneş Uygurlara kadar daha büyük bir öneme
sahipti. 763’te Uygurlar, Mani Dinîni kabul edince yavaş yavaş Ay büyük önem
kazanmaya başladı. Hun devletinde Güneş’e ve Ay’a ayrı ayrı saygı
gösterilir, kurbanlar kesilirdi. Güneş, doğunun Ay, batının sembolü idi.
Türk Şamanlarının kapıları daima doğuya açılıyordu. Türkler, Güneş ana, Ay
baba deyimlerini kullanıyorlardı. Şamanların elindeki ayna, ay ile güneşin
bir sembolü idi ve Şaman elindeki güneşe bakarak ya da direkt güneşe
bakarak gelecek hakkındaki fikirlerini söylerlerdi. Türk mitolojisine göre
gökte bir güneş ve bir ay vardı [Ögel, 1997, C. 2: 47-51] [Seyidov, 1988:7].
Türk hükümdarları otağda otururken güneşe hürmeten yüzlerini doğuya
çevirirlerdi [Esin, 1978: 97].
Gagavuz Türkleri güneşi ana-babası olan canlı bir varlık olarak
düşünmektedir. Güneş tutulması hakkında da değişik görüşlere sahiptirler
[Güngör ve Argunşah, 2002: 115].
Orta
Asya kavimlerinde güneş ve ay kültü mühimdir. Şamanistler güneşe ant
içerler. Yakutlara göre güneş ve ay iki kardeştir ve ikisi de tanrıdır.
Şamanistlerin inançlarına göre güneş ve ay ile kötü ruhlar mücadeleye
kalkışırlar bazen yakalayıp karanlık dünyasına sürüklerler. Güneş ve ayın
tutulmasının sebebi budur. Bütün Türk lehçelerinde küsut ve hüsuf
hadisesinin “tutulmak” ile ifade edilmesi eski bir inancın devamıdır. Güneş
ve ay tutulduğu zaman Şamanist’ler bunları kötü ruhların elinden kurtarmak
için bağırıp çağırırlar, davul çalarlar. Bu gürültü patırtının kötü
ruhları korkutacağına inanılır [İnan, 1995: 29].
Güneş
ve Ay’la ilgili inanışlara Anadolu’nun bir çok yerinde rastlamak mümkündür.
Ay’ı ve güneşi karı-kocaya benzetme , sevgiliye benzetme gibi bir çok adet
yaygındır [Boratav, 1993: 208-219]. Ay ve güneş tutulmasıyla ilgili
inanışlarda çoktur. Ayı cinlerin şeytanların kaçırdığına bir canavardan
korkup saklandığına , yakalanınca kan ağlayıp onun için kıpkızıl renk
olduğuna, savaş korkusundan gizlendiğine gibi inançları çoğaltmak mümkündür
[Boratav, 1973: 22].
Ayın
ve güneşin tutulması her yerde kötüye yorumlanır ve bu felaketin giderilmesi
için çeşitli çarelere başvurulur. Taraklı ve Göynük köylerinde bugün
yaşamasa da büyüklerimize sorduğumuzda ay ve güneş tutulduğu zaman silah
atıldığını, teneke çalındığını, sela verildiğini bu şekilde güneşi ve ayı
kurtarmaya çalıştıklarını öğrendik.
Görüldüğü gibi Şamanist’lerin ve eski Türklerin yaygın inançlarından biri
daha günümüze kadar gelebilmiştir. Güneş tutulması sırasında göğe doğru
tüfek tabanca atılması davul veya teneke çalınması Türk inanç sisteminde
görülen kara ve ak iyilerle ilgili inançtan kaynaklanmaktadır. Güneşin
yüzünü kara iyelerin kapattığına ve ışığın yeryüzüne gelmesine engel
olduğuna inanılır. Bundan dolayı kara iyeleri korkutmak için bu yola
başvurulmaktadır [Seyidov, 1998: 33-37].
3.8. Yağmur Taşı ve Yağmur Duası
İslâm
müelliflerine göre Türklerin yağmur ve kar yağdırmada başlıca rolü bir taş
oynamaktadır.Türkler arasında “yat taşı” denilen bu taşa Araplar hacerul
matar, İranlılar sengi veya yeşim diyorlardı
Eski
Türk hayatında yağmur yağdıran yada taşı önemlidir. Gerek kuraklığa gerekse
düşmanlara karşı kullanılan bu taşla yağmur, kar, dolu yağdırılmakta ve
fırtına estirilmektedir. Bu taşın Hunlardan itibaren Türklerin elinde olduğu
ve yada taşını ele geçirebilmek için boylar arsında sürekli mücadelelerin
yapıldığı anlatılmaktadır [Köseoğlu, 1991: 36].
“Yat”
yağmur ve kar yağdırmayı ve rüzgar estirmeyi sağlayan bir büyüdür. Kaşgarlı
Mahmut Yağma ülkesinde böyle bir olaya katılmıştır. Yazın tam ortasında
çıkan bir yangın üzerine bu taş vesilesiyle kar yağmış ve yangın
söndürülmüştür [Atalay, 1941: 3] [Genç, 1997: 133].
Yatcı
şaman değildir. Neseviye göre yatçı sultanın kendisidir [Roux, 2002: 99].
Yat taşı kül renginde, beyaz ve kırmızı benekleri bulunan yumurta iriliğinde
bir taştır. Ayrıca çoğu kez bir meteroit olarak da kabul edilmektedir. Yada
taşı her zaman aynı şekilde kullanılmamıştır. Genelde suya batırıldığı,
yıkandığı, suya batırmak için söğüt dalına bağlandığı söylenmektedir [Roux,
2002: 99-102].
Gerdizi, Züynül Ahbar eserinde yat taşının menşeini şöyle anlatır: Nuh
peygamber cihanı dört oğlu arasında paylaştırmıştır. Türklerin atası kabul
edilen Yafes’e de Doğu bölgelerini vermişti. Nuh peygamberin duası
neticesinde Yafes’e Allah tarafından istediği zaman yağmur yağdırabilecek
bir dua öğretiliyor. Yafes bu duayı unutmamak için bir taşa yazıyor ve bunu
muska gibi boynunda taşıyor. Türkistan’a yerleşen Yafes bununla istediği
zaman yağmur yağdırıyor. Yafes’in ölümünden sonra bu taş Oğuzlara intikal
ediyor. Bu taş yüzünden Oğuzlarla diğer Türk boyları arasında mücadeleler
yaşanmaya devam ediyor [Sümer, 1953: 2533-2535].
Nesalı
Muhammet isimli tarihçide 1228 yılında, Moğollarla mücadelesini anlattığı
Celaleddin Harzemşah’ın bizzat idare ettiği bir merasim sonucunda yağmur
yağmaya bir bölgeye yağmur yağdığını anlatır. Yine 1528 yılında Herat’a
hakim olan Özbeklerin Türkmenlerin top ve tüfeğine karşı ya da taşına
güvendiklerini görmekteyiz [Babür, 1987: 48].
Birçok
mütefekkir yağmur taşı ne zaman kullanılırsa kullanılsın tesir edeceği
konusunda hemfikirdir. Türklerin yağmur yağdırma ananesi hakkında Türk, Çin,
İran, Arap ve Avrupa müellifleri birçok bilgiler vermişlerdir. Yat taşını
kullanana da yatçı, yaycı, yadacı gibi unvanlar verilmiştir [Turan, 2000:
61-62] [Ocak, 1983: 115].
Tükler
kurak Orta Asya bozkırlarında yaşadıkları için suya çok muhtaçtırlar. Zaten
suyu kutsal kabul ediyorlardı. Bunun için Türk sihrine, gök sularına, yani
yağmura önem vermişlerdir. Yatçı denilen kahinler Türk ülkelerinde çıkan
nadir bir taşı parçalara ayırıp birbirine sürtmek, suya atmak ve o esnada
bilinmeyen bir takım dualar okuyarak yağmur yağdırmaya çalışıyorlardı.
İslâm’ın kabulünden sonra yağmur yağdırma ananesi devam etmiş ve bu İslâm
müelliflerince belirtilmiştir. Zamanımızda Anadolu’da yapılan yağmur
dualarında merasimle suya çakıl taşları atılması, çocuklara takılan bir taşa
da yat taşı yat boncuğu denmesi bu ananeyle alakalıdır [Sümer, 1953:
2533-2535].
Türkiye Selçukluları döneminde yağmur yağmadığı zaman topluca yağmur duasına
çıkılmış, günahsız olduğuna inandıkları kimseleri kendilerine aracı
yapmışlar, mübarek kimselerin türbelerinin başında dualar etmişlerdir
[Taneri, 1977: 48-49]. Bu dualarda eski bir Türk geleneği olan, başlarını
açarak, derviş ve şeyhlerin yardımlarını isteyerek isteklerini
gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Taraklı ve Göynük köylerinde uzun süre yağmur yağmadığı zaman tüm köy halkı
çocuklarla beraber yağmur duasına çıkarlar. Yağmur duaları genelde Erenler
denilen ve yatır olduğuna inanılan mevkilerde yapılır. Eller ters çevrilerek
dua edilir. Çocuklar, büyük zatlar vesile edilerek dua edilir. Yağmur
dualarında da Türklerin önemli bir motifinin değişikliğe uğrayıp,
İslâmîleştirilerek devam ettiğini görmekteyiz.
3.9. Konukluk ve Konuk
Hakkı
Açı doyurma, çıplağı
giydirme çok eski bir Türk geleneğidir. Dede Korkut Kitabı’nda Deli
Dumrul’un Tanrıya duası bu inanışı göstermektedir. Ulu yollar üzerine
imaretler yapayım senin için, aç görsem doyurayım, yalın çak görsem
donatayım [Ergin, 1973,:65].
Eski Türk gelenekleri
konuk aşıyla konuk evini atalarından gelen bir miras olarak görmüşler, bunun
için misafir ağırlama toplumun ortak vazifesi olarak algılanmıştır. Konuk
evi yapma Türklerde insanlık ve ahlak sorunu olarak görülmüştür. Konuk uğur
işareti sayılmış her topluluk ve ailede konuk evi yapılmıştır [Ögel, 1988:
315-317].
Konuklara yemek vermek
Kırgızlar’da ikram değil ata miras hakkıdır. Konuk aşı vermeyenler misafir
tarafından dava edilebilir. Yakutlarda misafirin yatak ve yemek karşılığında
para teklif etmesi ev sahibine karşı hakaret kabul edilmiştir. Yakutlar
yolda gördükleri kuru otlardan diledikleri gibi kullanabilirler. Konuğun
kendisine aş hayvanına yem vermesi ikram değil, zorunlu bir vazifedir [İnan,
1998: 287-291].
Oğuzlar’a giden İbn-i
Fadlan onların Müslüman Tacirlere karşı misafirperverliği ve dürüstlüğü
hakkında önemli bilgiler verir. Kutadgu Bilig’de “Beyler cömert olursa
adları dünyaya yayılır. Dünyada bu şöhreti sayesinde korunur.” diyerek
hükümdarlara cömert olması tavsiye edilmiştir [Turan, 2000: 109].
Türkler İslâmîyet’in
kabulünden sonra bu güzel vasıflarını daha da geliştirerek insanlığa hizmet
etmişlerdir. Selçuklulur’a ve Osmanlılara ait muhteşem kervan saraylar da
yüksek medeni seviyeleri yanında yolculara zengin, fakir, Müslüman, Kafir
fark gözetilmeden eşit davranıyordu, hastalar tedavi ediliyordu, yolculara
ve hayvanlara parasız bakılıyordu [Turan, 2000: 109] [Ögel, 1988: 319].
3.10. Ahilik, Konuk
Odaları ve Yaran Teşkilatı
Anadolu’da ahiliğin
ortaya çıkmasının nedenleri şunlardır: Doğudan Asya’da ki büyük ve uygar
Türk şehirlerinden gelen sanatkarların kolayca iş bulmak, yerli Bizans
Zanaatkarları ile rekabet edebilmek, yaptıkları malların kalitesini korumak,
üretimi ihtiyaca göre ayarlamak, zanaatkarlara sanat ahlakını yerleştirmek,
Türk halkını ekonomik yönden bağımsız hale, getirmek, ihtiyaç sahibi
olanlara her alanda yardım etmek, ülkeye yapılan saldırılarda askerin
yanında savaşa katılmak, Türklük ve Müslümanlık şuurunu sanatta, dilde,
edebiyatta, müzikte gelenek ve göreneklerde milli heyecanı oluşturup ayakta
tutmaktır [Çağlayan, 1974: 95].
“Yaren Teşkilatı” adıyla
köylere kadar inmiş olan bir örgüt milli kültürün korunmasında çok önemli
rol oynamıştır. Özellikle Ahi Tekkesi’nin bulunduğu merkezde bu kültürel
miras daha yoğundur. Ahi Tekkeleri hakkında önemli bilgileri İbn-i
Batuta’nın seyahatnamesinden öğrenmekteyiz. İbn-i Batuta 1333 yılındaki
seyahatinde Taraklı’dan geçerken bir ahi tekkesinde misafir kalmıştır
[Batuta, 1971: 23]. Taraklı ve Göynük köylerinde kültürel yapının güçlü
olmasında belki de bu ahi teşkilatlarının payı büyük olmuştur.
İbn-i Batuta’nın övgü ile
bahsettiği ahi zaviyeleri bir çok köyde konuk odası olarak vazife
görüyordu. Kim olursa olsun bu odalara gelen konuklar yedirilir, içirilir,
yatırılır, kış aylarında sobası yakılırdı. Şimdi yolların, taşıma
araçlarının gelişmesiyle bu köy odaları fonksiyonlarını yitirmişlerdir
[Çağatay, 1974: 160].
Taraklı ve Göynük
köylerinin bazılarında köy odaları hala mevcuttur. Bu odalar ulaşım
imkanlarının gelişmesiyle fonksiyon değiştirmiştir. Bu köy odalarında artık
yatılı misafir kalmamakta bunun yerine köylüler bayram düğün gibi özel
günlerde bu köy odalarında yemekler yemekte ve yöresel oyunlar
oynanmaktadır.
Köy odalarından ayrı
olarak köylerde ve kasabalarda, türlü yaş guruplarından kimselerin muntazam
devam ettikleri ve ahi zaviyelerinin, misafir ağırlamaktan başka gençlerin
eğitimi vazifesini de üzerine almış olan “yaran odaları” mevcuttur [Çağatay,
1974: 160].
Büyük Selçuklu ve Osmanlı
Devleti, Ahilik müessesesinin kalıntılarından olan köy odaları ve yaren
odaları [Çağatay, 1974: 159-164] toplumsal iletişim, etkileşim adına mühim
vazifeler icra etmektedir.Yaran Başı ahilerin “Ahi Baba”sı durumundadır.
Seçimle başa gelen yaran başı oda yaranlarının yaşlıcası, yol yöntem bileni,
herkesçe sevilen, sayılanıdır [Çağatay 1974: 163].
Yaran Teşkilatı Taraklı
ve Göynük köylerinde isim ve fonksiyon değiştirerek devam etmektedir. Köy
gençliği adı verilen oluşum “Gençlik Başkanı” veya “Delikanlı Başı”
tarafından idare edilir. Köy geçliği başkanlarını kendileri seçer. Yaşça
büyük olan, tecrübeli, güvenilir, sözüne itimat edilir kimseler başkan
seçilir. Köy gençlerinden hiç birisi gençlik başına itaatsizlik yapamaz.
Eğer itaatsizlik yaparsa köyün tüm gençlerince dışlanır.
Köy gençliği köyün tüm
müşterek işlerini elbirliği ile yaparlar. İmece denilen bu ortak köy
işlerinden hiçbir genç kaçamaz. Ayrıca düğün, bayram gibi özel günlerde
gençler tüm hizmet vazifesini görürler. Ananevi gelenek olan pilav (manav
pilavı) için malzemeyi gençler toplar pilav piştikten sonra gençler
misafirleri davet eder, onların servislerini yapar ve geriye kalanları
toplar, düzenler.
Köy gençleri ayrıca
hasta, yaşlı, dul gibi işlevlerini yapamayan kimselerin işlerini hep beraber
kısa sürede hallederler. Köy imamı, köy öğretmeni gibi kimselerin odun,
kömür, ihtiyaçları köy gençlerinin yardımıyla giderilir.
Gençlik başının önderliğinde komşu köylere ziyaretler yapılır, özel günlerde
spor müsabakaları düzenlenerek arkadaşlıklar kurulur ve pekiştirilir.
Böylece büyüklerin yol göstericiliği ile gençler köyün tüm sosyal
müesseselerini yaşatmakta ve toplumsal düzeni devam ettirmektedirler
3.11. Diğer Gelenekler
Eski
Türklerin kullandığı eşyalardan biri de evreni yansıtan ve gökte yazılı
olanı okumaya yarayan tunç bir aynadır. Ayna şamana ait o kadar önemli bir
alettir ki, günümüzde ayna olması durumunda giysisiz hatta davulsuz bile
Şamanlık yapılabilir [Roux, 2001: 71]. Günümüzde de Taraklı ve Göynük
köylerinde gece aynaya bakmak hoş karşılanmaz. Bu eski Türklerin inancından
kaynaklanan bir hatıra olabilir.
Hastalığı yahut başa gelen bir felaketi başka birine yahut nesneye çevirmek
için hastanın başında gerçekten yahut sembolik olarak dolaştırmak
Türklerdeki kurban törenin önemli bir unsurudur. Başa çevirip sadaka verme
adeti Türklerde mevcuttur. Kırgızlar başa çevirip hediye verdiklerini böyle
yapmanın hediye alana mutluluk getireceğini sandıklarını Radloff “alasla”
kelimesinin izahına kaydetmiştir [İnan, 1998: 247].
Türklerdeki itaat gelenekleri külahını koltuğunun altına almak, kuşağını
boynuna asmak, galibin silahının altından geçmektir. Türkler İslâmîyet’i
kabul ettikten sonra yıllarca bu adetleri devam ettirmişlerdir [İnan, 1998:
331-334]. Taraklı ve Göynük köylerinde bir işi kötü yapan kimseye hatasını
anlaması ve başarılı olması için o işte başarılı olanın koltuğunun altından
geçmesi söylenir. Bu herhalde eski Türklerdeki galibin silahının altından
geçmek adetinin bir devamı sayılabilir.
Bağdaş
kurarak oturmak Türk geleneklerinde önemli bir yer tutmakta hatta
kaynaklarda bağdaş kurarak oturma için; “hükümdarlara mahsus şekilde bağdaş
kurarak oturuyordu” ifadeleri kullanılmaktır [Esin, 1978: 98-111]. 1199
Mardin Artuklu hükümdarı Hüsamettin Yoluk Aslan adına bastırılmış sikkenin
ön yüzünde bağdaş kurarak oturan insan figürü vardır [Yaşa, 1996: 36].
İslâmîyet’ten önce Türkistan Türklerinde hükümdarlar bu şekilde tasvir
edilirdi. Nitekim Göktürk hakanı Bilge Kağanı lahdi üzerine bağdaş kurarak
oturmuş vaziyette görmekteyiz [Yaşa, 1996: 36]. Eski Türklerde hükümdarların
ve beylerin oturuş biçimi olan bağdaş kurarak oturma bugünde Taraklı ve
Göynük köylerinde çok yaygındır özellikle eski usul yerde oturulan köy
evlerinde genelde bağdaş kurularak oturulmaktadır.
Chouların (MÖ.1050-249) av ve şölen adetleri Köktürkler’e intikal etmiştir.
Kök-Türkler vurdukları hayvanların etinin bir kısmını atalar mezarına
yolluyor kalanlar hükümdar soyu mensuplarınca yenilerek ikisi arasında bağ
kurmuş oluyorlardı. Avlanan hayvanın parçaları dağıtılıp paylaşılıyordu
[Esin, 1978: 102]. Avlanma ile ilgili adetler şölen havasında Taraklı ve
Göynük köylerinde devam etmekte, yasak olmayan zamanlarda kış aylarında
avcılar genelde zevk için, ihtiyaç halinde tarla bahçelerini korumak için
topluca veya bireysel olarak ava giderler. Zaman zaman vurulan avın
derisinin içi doldurularak saklandığı, veya büyük bir hayvan vurmuşsa (domuz
gibi) köye getirerek avcılıktaki yeteneğini gösterdiği görülmektedir.
Moğolca büyük erkek kardeş demek olan “aka” Türkçe’de ağa şeklinde
kullanılmaktadır. Büyük erkek kardeş ve önemli bir kuruluşun başındaki
idarecilere de ağa dendiğini görmekteyiz [Sümer, 1985: 58]. Selçuklularda ve
Moğollarda hem ağabey hem de beylerin taşıdığı unvan manasında kullanılan
ağa kelimesini dede korkut destanında da görmekteyiz [Ergin, 1964: 113-114].
Ak
koyunlularda ve Türk Moğol geleneklerini devam ettiren Safavilerde
oymakların ileri gelenleri ağa unvanıyla anılmaktadır [Sümer, 1985: 62-63].
Osmanlı devletinde yeniçeri ocağının başı yeniçeri ağası şeklinde
adlandırıldığı gibi I. Murat devrinde Paşacık Ağa, Ak Sungur Ağa, gibi
yeniçeri ocağının başındaki beyler ağa unvanıyla anılmaktaydılar
[Aşıkpaşazade, 1985: 130-131].
Taraklı ve Göynük köylerinde şehir kültürü almamış gençler ve yaşı büyük
olanların büyük çoğunluğu ağabeylerine ağa ya da aga şeklinde hitap
etmektedirler. Yine köyün zengin ve güçlü kimselerinden köyün ağası diye
bahsedilir. Ağa ve aga unvanının bu şekilde yaygın kullanılması eski Türk
geleneklerinde ağa unvanının yaşadığının işaretidir.
Daha
çok yıkık harap yerleri, mezarlıkları kendine mekan tutan ve halk arasında
uğurlu görülmeyen bir kuşta baykuştur. Halkın inanışına göre bu kuş hangi
evin damına konarsa o evden cenaze çıkarmış [Ersoylu, 1982: 174]. Baykuşla
ilgili bu inançları Taraklı ve Göynük köylerinde görmekteyiz. Baykuş bu
bölgede de uğursuz sayılır ve baykuşun konduğu evden cenaze çıkacağına
inanılır.
Müslümanlar arasında en korkunç hurafelerden biri de muska tılsımlarına
inanma adetidir. Her türlü muska ve tılsımların menşei putperestliğin en
ilkel şekli olan fetiş’tir. İlkel kişinin inanışına göre bazı nesnelerde
uğur ve uğursuzluk bulunur. Uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar ve yanında
taşır bu herhangi bir nesne olabilecek muska (tılsımların) hastalıklardan
nazardan görünür görünmez kazalardan koruduğuna inanılır. Sonraları bu
inancın daha gelişerek dinî formüller ve işaretler kullanılarak yazılan
kağıt parçaları eski fetişlerin yerini tutmuştur [İnan, 1976: 207].
Eski
Romalılarda Mısırlılarda, Budist Uygurlarda rakamlar, harfler kullanılarak
yazılmış büyüler, efsunlar, muskalar çoktur. Şamanlar, İslâmîyet’in
kabulünden sonra varlıklarını devam ettirmeye çalışmışlar ancak İslâm’ın
sağlam yerleşmesi üzerine yeni dine intibak ederek varlıklarını sürdürme
yoluna gitmişlerdir. Bunun için İslâm dinî yasaklanmasına rağmen Araplar ve
Türkler arasında revaçta olan hurafelerden yararlanmışlar ve varlıklarını
devam ettirmişlerdir. Müslümanların cahil halk tabakası içinde faaliyet
gösteren muskacılar Kuran dan ayetleri de muskalarına karıştırarak saf
Müslümanları kandırmışlardır. Altay Şamanlarının efsunlarından farklı
olmayan bu efsunlar, büyüler alimlerin mücadelesine rağmen varlıklarını
devam ettirmişlerdir [İnan, 1976: 207-220]. Taraklı ve Göynük köylerinde çok
azda olsa insanlar arasında bu tip efsun ve muska türü inanışlara rastlamak
mümkündür.
Oğuz Türklerinin
kahramanlarının sevinç davranışlarından biri de kas kas gülmekti. Bugün
Anadolu’da ve Taraklı, Göynük köylerinde bu söz aynı manasında hala
kullanılmaktadır. Oğuzlar sevinçli bir haber aldıklarında “muştuluk ve gözün
aydın” sözleriyle bu haberi bildiriyorlardı. Oğuzlar hayretlerini çok defa
bir ellerini diğerine vurmak suretiyle ifade ediyorlardı. Bu hareket
beklenilmeyen sevindirici veya üzücü bir olay ya da haberin ani tepkisiydi.
Bu davranış şekilleri araştırma bölgemizde görülmektedir [Sümer, 1980, 413].
Oğuzların destan
kahramanlarında derin üzüntünün bir tezahürü de börk veya sarıklarını yere
vurmaktı ki Osmanlılarda aynı gelenek görülmektedir [Sümer, 1980: 415].
Taraklı’nın köylerinde ileri yaştaki bazı insanların çok sinirlendiklerinde
yada şaka amaçlı olarak bazen başlarında ki şapkalarını yere çarptıklarını
görmekteyiz.
Oğuzlar sakallarını tıraş
etmekte ve yalnız bıyık bırakmaktaydılar. Türkiye’de bu geleneğin uzun bir
müddet devam ettiğini din adamlarından başka halkın sakallarını tıraş
ettiğini görüyoruz. Taraklı ve Göynük köylerinde gençlerin büyük bir
çoğunluğu bıyık bırakmakta ve sakallarını kesmektedirler.
Destanlarda saygı
davranışları arasında selam verme ve el öpmeden bahsediliyor. Selam şekli
kaş indirip bağrına basmaktı [Sümer, 1980: 405]. Bu Anadolu Türklerinde
başlıca selam verme şeklidir [Öğel, 1988: 551]. Taraklı ve Göynük köylerinde
büyüklerin elini öpme adeti hala devam etmektedir.
Türkiye Selçuklularındaki
yaygın bir gelenek de, üzerinde dikiş dikilen kimsenin ağzına bir şey
almamasının uğursuzluk getireceği inancıydı [Taneri, 1977: 62]. Bunun için,
ağzına yaprak, saman çöpü gibi bir şey alınırdı. Taraklı ve Göynük
köylerinde elbisesi üzerinde dikilen kimseler muhakkak ağızlarına bir şey
alırlar.
Kökü İslâmîyetten önceki
devirlere kadar uzanan ve Türkiye Selçuklularında görülen uygulamalardan
birisi de, Türk töresinin büyüğe hürmet prensibidir. [Taneri, 1977: 62-63]
Taraklı ve Göynük köylerinde büyüğe hürmet ilkesi günümüzde de en tavizsiz
şekilde devam etmektedir.
3.12. Tarım
İlk
defa bir devlet düzeni içinde gördüğümüz Hunların ziraatla uğraştıkları
bilinmektedir. Hunlardan önce de ziraatla uğraşıldığı hakkında arkeolojik
kazılardan elde edilen veriler vardır. Arkeolojik kazılardan elde edilen
sonuçlara göre Türkler su açmışlardır. Bu su arklarının sulama için açıldığı
da bir gerçektir. Nitekim bu kazılarda tarım aletleri de ortaya çıkmıştır.
Keza ziraat bitkisi olan kavun ve karpuz çekirdekleri de bu kazılarda
çıkmıştır. Bu da Türklerin ,Hunlar dan önce de ziraatle uğraştıklarını
göstermektedir.
Türk
kavimleri, tabiat şartlarının müsaadesi nispetinde çiftçilikle de iştigal
ediyorlardı. Durum bu olunca oymağın bir kısım halkı, bilhassa kadınlar,
ihtiyarlar, bazı sanatkarlar ve esirler yazında kışlaklarda kalarak
çiftçilik yapıyorlardı. Türkler bunu yapmak mecburiyetinde idiler. Çünkü
ekmek yapmak için buğdaya, hayvanlara yem olmak üzere arpa ile mısıra
ihtiyaç vardı. Bunlar ise ancak çiftçilik yapmakla elde edilebilirdi [Öcal,
1985: 165-167].
Gök
Türklerin Kapagan Kağanı 688’de zaferle biten bir sefer den sonra
Çinlilerden bol miktarda ham malzeme ve ipek kumaştan başka haraç olarak
tohum ve ziraat aletleri almıştır. İlk ziraatlarına evcilleştirdikleri
hayvanları beslemek üzere bazı bitkilerin ekimi ile başlayan Türkler, daha
sonra kendi ihtiyaçları için de toprağı ekip biçmeğe başlamışlardır. Her
halde ilk yetiştirilen ziraî mahsul buğday, arpa ve darıdır [Kazıcı ve
Şeker, 1981: 12-13]. Günümüzde Taraklı ve Göynük köylerinin en önemli geçim
kaynağı tarımdır.Yetiştirilen en önemli üründe buğday ve arpadır. Tarım
modern aletlerle de yapılsa bu bölgedeki insanların babalarından gördükleri
gibi tarımla uğraşmaları ve aynı ürünleri yetiştirmeleri önemlidir
3.14. Hayvancılık
İnsanın geçim vasıtalarından biri olan hayvancılık, eski Türk toplumunda
mühim bir yer tutar. İklim şartlarının gerektirdiği şekilde hayvanlarını
otlatabilmek amacıyla durmadan yer değiştirmek zorunda olan bu insanlar
için hayvanlar, bilhassa şu üç hususiyetlerden dolayı ehemmiyet
kazanıyorlardı. Bir kere hayvan, bu insanların başlıca gıda maddesi olmuştu.
Et, yün, süt ve derisinden istifade ediyorlardı. Hayvanın ikinci
hususiyeti, başta Çin olmak üzere, ziraatçı ülkeler de mühim bir ticaret
unsuru olması idi. Bunlar, hayvanlarını satıp kendi ihtiyaçları olan ziraî
mahsulleri alıyorlardı. Hayvanın üçüncü hususiyeti ise, nakil vasıtası
olarak kullanılmasıdır.
Orta
Asya Türk kavimlerinin bulunduğu yerlerde ziraî faaliyet için tabiat
şartlarının pek o kadar elverişli bulunmamasına karşılık, hayvancılık için
gerekli şartları taşıyordu. Hayvancılık, Orta Asya Türk ekonomisinin
temelini teşkil ediyordu. Göçebe Türkler tarafından yetiştirilen hayvanların
başında at geliyordu. Bu hayvanın ehlileştirilmesi olmadan eski çağın büyük
ölçüdeki kavimler göçü tasavvur edilemezdi. At ile birlikte koyun da
iktisadi hayatın önemli bir varlığını teşkil ediyordu.
Türkler yaz ve kış mevsimlerinde, hayvanları ile birlikte göç ederlerdi.
Mevsimlere göre yapılan bu göçülerin bir neticesi olarak yaylak ve kışlaklar
kuruluyordu. Buralarda hayvanları için ağıllar yapılmıştı. Her oymağın sabit
ve belli olan bu yaylak ve kışlakları sonradan yerleşim merkezlerinin
temelini meydana getireceklerdi [Kazıcı ve Şeker, 1981: 12-13]. Günümüzde
Taraklı ve Göynük köylerinin tarımdan sonra en önemli geçim kaynağı
hayvancılıktır. Bu bölgede koyun, inek, tavuk yetiştirilmektedir.
SONUÇ
Antik çağlarda “Bitinya (Bytinia)” adıyla anılan bölgede yer alan Taraklı ve
Göynük Anadolu’nun yaşadığı tüm tarihî devirleri yaşamıştır. Bitinya
bölgesi, bugünün Bursa, Eskişehir Kocaeli üçgeninde Taraklı ve Göynük’ü de
içine alan, tarım yönünden elverişli mümbit bir bölgedir. Bu özelliklerinden
dolayı, bu bölge için bir çok savaş yapılmıştır. Bu bölgeye Türklerden önce
Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Persler, Makedonyalı İskender, Roma
İmparatorluğu ve Bizans Devleti hakim olmuştu.
Taraklı, Göynük ve
çevresini de içine alan tüm Doğu Marmara bölgesi, Türkiye Selçuklu Sultanı
Süleyman Şah döneminde Türklerin eline geçmiş, ancak Haçlı Seferlerinin
sonunda bu bölge tekrar Bizans hakimiyetine girmiştir.
Taraklı, Göynük ve
çevresi daha Osmanlı Devleti kurulmadan 1291 yılında Osman Gazi tarafından
fethedilmiş ve o günden beri Türk yurdu olmuştur. Rumların yaşadığı bu
bölgeler, Doğu’dan yoğun olarak gelen Türkmen göçmenleri sonucu Türkleşmiş
ve İslâmlaşmıştır.
Büyük kabileler hâlinde
göç eden Oğuz Türkmenleri, bu dönemde İslâm’ı kabul etmiş olsalar da eski
Türk inançlarıyla ilgilerini tamamen kesmemişler ve İslâm dini ile
çelişmeyen inançlarını aynen devam ettirmişlerdir. İslâm dinine göre, yasak
olan inançları ya İslâmîleştirerek yaşatmışlar ya da tamamen terk
etmişlerdir.
Günümüzde Taraklı ve
Göynük köylerinde eski Türk inançlarının izlerini görmek mümkündür. Örf ve
âdet dediğimiz sosyal hayatı düzenleyen değerleri, babalarından ve
dedelerinden gördükleri gibi devam ettiren yöre halkı, bu değerlerine sıkı
sıkıya bağlıdır. Şehirleşmenin az olduğu, geleneklere bağlılığın ise üst
seviyede olduğu Taraklı ve Göynük köylerinde kültürel miras dediğimiz zengin
bir sosyal yaşantı mevcuttur.
Doğum geleneklerinde
çocuğa altın takılması, çocuğa uğursuz geldiğine inanılan isimlerin
değiştirilmesi kötü ruhlardan korunmak için, yatağın etrafının urganla
sarılması, eski Türk inançlarından bazı örneklerdir. Bundan başka
düğünlerde; sağdıç geleneği, ateşin etrafında oynamak, bereket getireceği
ümidiyle saçı saçmak, gelin baba evinden çıkarken yapılan bazı uygulamalar;
cenaze merasimlerinde ölünün arkasından ölü aşı (helva) vermek gibi bazı
adetler eski Türk inançlarının yaşayan diğer önemli örneklerindendir.
Bundan başka eski
Türklerin kutsallık atfettikleri su, demir, ağaç, ateş ve atalar kültünün
izlerini, Taraklı ve Göynük köylerinde açıkça görmekteyiz. Düğünlerde gelin
eve girerken, su testisinin kırılması, yola çıkanın ardından su dökülmesi,
geline pınarlara gezdirme âdeti, gelin eve girerken eşiğe bıçak koyma,
albastıdan korunmak için, yatağın altına bıçak koyma, ölünün karnına makas
veya bıçak koyma, mezarlardaki ağaçları kesmeme, ateşin küllerini ayak
altına dökmeme, yatırlardan medet umma gibi âdetler, yörede hâlen
uygulanmaktadır.
Şehirleşme oranının,
okuma yazmanın ve kültürel etkileşimin son dönemlere kadar düşük olduğu
bölgemizde gelişen teknoloji ve iletişim imkânları, okuma yazma oranının
artması gibi sebeplere bağlı olarak, eski Türk inançlarının sosyal hayattaki
tatbiki, giderek azalsa da özellikle orta yaş üstü insanlarda bu gelenekler
aynen devam etmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Taraklı ve Göynük
yöresinde tespit edebildiğimiz eski Türk inançlarının izleri, kültürel
değişime rağmen hâlen görülebilmektedir. Bu konuda yaptığımız bu araştırma,
bir başlangıç olup, bunun daha da geliştirilmesi temennimizdir.
KAYNAKLAR
ABDÜLAZİZ BEY,
Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul,
2002.
Acıpayamlı,
Orhan, Türkiye’de Doğumla İlgili Âdet ve İnanmaların Etnolojik Etüdü,
Atatürk Üniversitesi Yay., No: 355, Ankara, 1974.
Acun, Hakkı,
Sakarya İli, Taraklı İlçesi ve Yunus Paşa Camii, T.C. Kültür
Bakanlığı, Ankara, 1996.
AKKOYUN, Taylan
ve Mehmet AYDIN, Ertuğrul Gazi’den Bugüne Söğüt,
Yenilik Basımevi, İstanbul, t.y.
AKTAŞ, Ali,
“Sakarya’da Yaşayan Yerli ve Yerleşik Manavlar”, Irmak Dergisi, Yıl
2, Sayı 13, Ocak 2002, sh. 10.
AKURGAL, Ekrem,
Anadolu Kültür Tarihi,
Tübitak Yay., Ankara 1998.
ALPTEKİN, Coşkun, “Türkiye
Selçukluları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, C. 8, Çağ Yay,
İstanbul, 1992.
ARSLAN, Ali,
“Milli Mücadelede Geyve Muharebeleri ve Geyve’nin Önemi”, I. Sakarya ve
Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu, 22-23 Haziran 1998, Sakarya
Üniversitesi yayınları, Adapazarı, 1999, ss. 41-66.
AŞIKPAŞAZADE,
Aşıkpaşazade Tarihi, (Haz. Nihal Atsız), MEB Yay., İstanbul, 1992.
ATALAY, Besim,
Divan-ı Lügat-it Türk Tercümesi, C. 1-3, TDK, Alaeddin Kıral
Basımevi, Ankara, 1941.
AYDIN, Mehmet,
“Şamanizmin Eski Türk
Dinî Hayatı İle İlişkisi”, IX. Türk Tarih Kongresi Bildirileri,
Ankara, 1994.
BARUTÇU, Sema,
“Eski Türk İnanç
Sisteminde Ağaç Kültü ve Çankırı’daki İzleri”, Türk Dünyası Araştırmaları,
Sayı 16, Şubat 1982, ss. 155-163.
BORATAV, Pertev Naili,
Türk Folkloru,
Gerçek Yay., İstanbul, 1973.
CAHEN, Claude,
Osmanlılardan Önce
Anadolu’da Türkler,
(Terc.: Yıldız Moran), İstanbul, 1970.
CAHEN, Claude,
Türklerin Anadolu’ya İlk
Girişi, (Çev.:
Yaşar Yücel ve Bahaeddin Yediyıldız), TTK Yay., Ankara, 1992.
ÇAĞATAY, Neşet,
Bir Türk Kurumu Olan
Ahilik, Ankara
Üniversitesi İlahîyat Fakültesi Yay., Ankara, 1974.
ÇAPAR, Selim,
Göynük, Göynük Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği Yay.,
Ankara, 1998.
ÇELEBİ, Evliya,
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi,
(Hazırlayan: Zekeriya Kurşun, Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı), Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 1999.
ÇINAR, Fatih, “Tarihin
ve Doğanın Kucağında Bir Kasaba: TARAKLI”, Milliyet Gazetesi,
12.08.2000.
DANİŞMENT, İsmail Hami,
İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 1, Türkiye Yayınları, İstanbul,
1971.
DEMİR, Galip,
Osmanlı Devletinin Kuruluşu ve Ahilik, Ahi Kültürü Araştırma ve
Eğitim Vakfı Yay., İstanbul, 2000.
DOĞRU, A. Mecit,
”Gagavuzların Folklor ve
Antropolojik Özellikleri”, IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi
Bildirileri, Ankara, 1992.
EBERHARD, D. W.,
Çin Tarihi,
(Çev.: Nimet Uluğtuğ), TTK Yay, Ankara, 1995.
EBERHARD, D. W.,
Çin’in Şimal
Komşuları,
(Çev.: Nimet Uluğtuğ), TTK Yay, Ankara, 1996.
EFLAKİ, Ahmet,
Ariflerin Menkıbeleri,
(Çev.:Tahsin Yazıcı), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1986.
ERGİN, Muharrem,
Dede Korkut Kitabı,
Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara,
1964.
ERGİN, Muharrem,
Orhun Abideleri,
Boğaziçi Yay., İstanbul, 1973.
EROĞLU, Türker,
Sakarya Halk Kültürü Derleme Çalışması, Sakarya Valiliği-Sakarya
Üniversitesi, Sakarya, 2003.
ERÖZ, Mehmet,
“Türk Toplumunun Ölüm Âdetleri Üzerine Bir Deneme”, Türk Dünyası
Araştırmaları, Sayı 17, Nisan 1985, ss.57-68.
ERÖZ, Mehmet,
Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik, İstanbul, 1977.
ERSOYLU, Halit,
“Türk Dünyasının İnanç ve Yaşayışındaki Bazı Kuşlar”, Türk Dünyası
Araştırmaları, Sayı 17, Nisan 1982, ss. 167-193.
ESİN, Emel,
Türk Kozmolojisine Giriş,
Kabalcı Yay., İstanbul, 2001.
ESİN, Emel,
İslâmiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslâm’a Giriş, Edebiyat
Fakültesi Matbaası, İstanbul, 1978.
GAZİ
ZAHİRÜDDİN MUHAMMET BABÜR,
Vakayi
Babür’ün Hatıratı,
(Doğu Türkçesinden Çeviren: Reşit Rahmani Arat), C.1. Ankara, 1987.
GENÇ, Reşat,
Kaşgarlı Mahmut’a Göre 11. Yüzyıl Türk Dünyası, Türk Kültürü
Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara, 1997.
GÜNGÖR, Harun, Mustafa
ARGUNŞAH,
Gagavuz Türkleri, T.C. Kültür Bakanlığı Türk Dünyası Edebiyatı, Ankara,
2002.
GÜZELBEY, Cemil Cahit,
“Gaziantep’te Doğum ve Çocuğa İlişkin Eski Töre ve İnançlar”, Türk
Folkloru Araştırmaları Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1982,
ss.26-27 .
HAMİDULLAH, Muhammed,
İslâm’a Giriş, Beyan Yay, İstanbul, 1996.
HAMMER, V. Joseph,
Osmanlı Devleti Tarihi, (Çev.: Mehmet Ata), C. I, MEB Yay., İstanbul,
1991.
HASSAN, Ümit,
Eski Türk Toplu Üzerine İncelemeler, Alan Yay., İstanbul, 2000.
HOCA
SADETTİN EFENDİ,
Tacü-t Tecarih,
C. I, (Haz.: İsmet Parmaksızoğlu), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1992.
İBN-i BİBİ,
El Evamirül Ala’iye Fi’l Umuri’l Ala’iye (Selçuk-Name), (Çev: Mürsel
Öztürk), C. 1, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1996.
İBN-İ BATUTA,
İbni Batuta Seyahatnâmesinden Seçmeler, (Haz.: İsmet Parmaksızoğlu),
MEB Yay., İstanbul, 1971.
İBNÜ-L ESİR,
El-Kamil,Fi’t-Tarih, (Çev.Abdülkerim Özaydın),C.:10, İstanbul 1987
İBN-İ
FA’ZLAN,
İbni Fazlan
Seyahatnamesi,
(Haz.: Ramazan Şeşen), İstanbul 1975.
İNAN,
Abdülkadir,
Eski Türk Dinî Tarihi, Kültür Yay., İstanbul, 1976.
İNAN, Abdülkadir,
Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK Yay., Ankara, 1995
İNAN, Abdülkadir
, “Al Ruhu Hakkında”, Makaleler ve İncelemeler, C.:1, TTK Yay.,
Ankara, 1998, ss. 259-267.
İNAN, Abdülkadir,
“Dede Korkut Kitabında Eski İnanç ve Gelenekler”, Makaleler ve
İncelemeler, C.:2, TTK Yay, Ankara, 1998, ss. 239-252.
İNAN, Abdülkadir,
“Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları”, Makaleler ve İncelemeler,
C.:1, TTK Yay. Ankara, 1998, ss.456-479
İNAN, Abdülkadir,
“Türk Boylarında Dağ, Ağaç (Orman) ve Pınar Kültü”, Makaleler ve
İncelemeler, C.:2, TTK Yay., Ankara, 1998, ss.253-255.
İNAN, Abdülkadir,
“Türk Destan ve Masallarında Kırklar Motifi”, Makaleler ve İncelemeler,
C.:1, TTK Yay., Ankara, 1998, ss. 238-240.
İNAN, Abdülkadir,
“Türk Düğünlerinde Exogamie İzleri”, Makaleler ve İncelemeler, C.:1,
TTK Yay.Ankara, 1998, ss. 341-349.
İNAN, Abdülkadir,
“Türk Şamanizmi Hakkında”, Makaleler ve İncelemeler, C.:1, TTK Yay.,
Ankara, 1998. ss. 389-396.
İNAN, Abdülkadir,
“Türklerde Demircilik Sanatı”,
Makaleler ve İncelemeler,
C.:2, TTK Yay., Ankara, 1998, ss. 229-231.
İNAN,
Abdülkadir, “Türklerde
Su kültü İle İlgili Gelenekler”,
Fuat
Köprülü Armağanı,
Makaleler ve İncelemeler,
C.:1, TTK Yay., Ankara, 1998, ss. 491-495.
İNAN,
Abdülkadir,
“Umay İlahesi Hakkında”,
Makaleler ve İncelemeler,
C.:1, TTK Yay.Ankara, 1998, ss. 397-399.
İNAN, Abdülkadir,”
Eski Türklerde Teslim ve İtaat Sembolleri”, Zeki Velidi Togan’ a Armağan,
Makaleler ve İncelemeler, C.:1, TTK Yay., Ankara 1998, sh. 331-334.
İNAN, Kenan,
“Osmanlı Devleti Kuruluş Devrinin Klasik Dönem Osmanlı Tarihçileri
Tarafından Takdim Şekilleri”, I. Sakarya ve Çevresi Tarih ve Kültür
Sempozyumu, 22-23 Haziran 1998, Sakarya Üniversitesi Yayınları,
Adapazarı, 1999, ss. 41-66
İŞÇİ, Metin,
Davranış Bilimleri,
Der Yay., İstanbul, 1999.
İŞÇİ, Metin,
Sosyal Yay. ve Sosyal
Değişme, Der
Yay., İstanbul, 2000.
İŞSEVER, Ahi Naci,
Taraklı,
Ankara Basımı, 1994.
KAFESOĞLU, İbrahim,
Harzemşahlar Devleti Tarihi, Ankara, 1956.
KAFESOĞLU,
İbrahim, Eski Türk Dinî , Kültür Bakanlığı yay. Ankara, 1980.
KAFESOĞLU, İbrahim,
Türk Millî Kültürü, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1996.
KALAFAT, Yaşar,
Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yay. No. 112, Ankara, 1990.
KALAFAT, Yaşar,
“Eskişehir ve Çevresi Ulucanlarında Eski Türk İnançlarının İzleri”,
VII. Uluslar arası Türk Halk Edebiyatı Semineri, 7-9 Mayıs 2000,
Eskişehir.
KALAFAT, Yaşar,
Balkanlardan Uluğ Türkistan’a Türk Halk İnançları, T.C. Kültür
Bakanlığı, Ankara, 2000.
KARA, Mustafa,
Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yayınevi, İstanbul, 1980.
KARADAĞ, Metin,”Manas
Destanı'nın Türk Halk Edebiyatı ve Kültürü İle Ortak Yönleri”, Folklor
Edebiyat Dergisi , Sayı:2-3 , Ocak 1996, ss.33-41
KAZICI, Ziya, Mehmet ŞEKER,
İslam Türk Medeniyet Tarihi, Çağrı yay.,
İstanbul, 1981
KİTAPÇI, Zekeriyya,
Türkistan’da İslâmiyet ve Türkler, Konya, 1988.
KÖKSAL, Osman,
“Sakarya Bölgesindeki Anadolu Selçuklu Devletinin Kuruluş Dönemi
Mücadeleleri”, I. Sakarya ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu,
22-23 Haziran 1998, Sakarya Üniversitesi yayınları, Adapazarı, 1999, ss.
31-40.
KÖPRÜLÜ, M. Fuat,
Edebiyat Araştırmaları,
Ankara, 1966.
KÖPRÜLÜ, Fuad,
“İslâm Sufî Tarikatlarına Türk-Moğol Şamanlığının Tesiri”, (Terc.: Yaşar
Atlan), AÜİF Dergisi, XXVII.
KÖPRÜLÜ, Fuat,
Osmanlı Devletinin Kuruluşu, TTK Yay., Ankara, 1988.
KÖSOĞLU, Nevzat,
Türk Dünyası Tarihi ve
Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler,
Ötüken Yay., İstanbul, 1991.
KÖYMEN, Mehmet Altay,
Alparslan Dönemi,
MEB Yay., İstanbul, 1995.
MÜNECCİMBAŞI AHMET DEDE,
Müneccimbaşı Tarihi,(Çev.: İsmail Erünsal), C. 1, Tercüman Binbir
Temel Eser, İstanbul, t.y.
NİYAZİ, Mehmet,
Millî Ahlâk, Zaman Gazetesi, 08.12.2003.
OCAK, Ahmet Yaşar,
Bektaşi Menakibnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Enderun
Kitabevi, İstanbul, 1983.
ÖCAL, Safa,
“Eski Türklerde Yiyecekler”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 35,
Nisan 1985, ss. 161-213.
ÖGEL, Bahaeddin,
Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı,
İstanbul, 1988
ÖGEL, Bahaeddin,
İslâmîyetten Önce Türk Kültür Tarihi, TTK Yay., Ankara, 1991.
ÖGEL, Bahaeddin,
, Türk Mitolojisi, MEB Yay., İstanbul, 1997.
ÖGEL, Bahaeddin,
Türk Kültürün Gelişme Çağları, C. 1-2, MEB Yay., İstanbul, 1997.
ÖZÖNDER, M. Ç.,
“Türk ve Kore Halk İnançları Arasında Benzerlikler”, III. Milletlerarası
Türk Folklor Kongresi (Bildiriler), C. IV, Ankara, 1987, ss. 420-427.
ÖZTUNA, Yılmaz,
Osmanlı Devleti Tarihi, Faisal Finans Kurumu Yay., İstanbul, 1986.
RADLOFF, W.,
Sibirya’dan, C. 3-4, (Çev.: Ahmet Temir), MEB Yay., İstanbul, 1994.
ROUX, Jean Paul,
Orta Asya Tarih ve Uygarlık, Kabalcı Yay., İstanbul, 2001.
ROUX, Jean Paul,
Türklerin ve Moğolların Eski Dinî, Kabalcı Yay., İstanbul, 2002.
SARIKAYA, Mehmet Saffet,
13.-16. Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dinî İnanç
Motifleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2002.
SEVİNDİK, Hüseyin,
“Akçaören ve Yeşilöz (Nevşehir) Köylerindeki Doğum Geleneğinin Halkbilimsel
Açıdan İncelenmesi”, I. Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu
Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yayınları No: 1800, Ankara, 1996.
SEYİDOV, Mireli,
“Gök-Ak-Kara Renklerin Eski İnançlarla Alakası”, (Çev.: Orhan Yavuz),
Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 52, Şubat 1988, ss. 33-49.
SEYYAR, Ali,
Ahlâk Terimleri (Ansiklopedik Sözlük), Beta Yay., İstanbul, 2003.
SEYYAR, Ali,
Davranış Bilimleri (Ansiklopedik Sözlük), Beta Yay., İstanbul, 2004.
SÜMER, Faruk,
“Eski Türklerde Yağmur
ve Kar Yağdırma Adeti”, Resimli Tarih Mecmuası, C. 4, Sayı: 44, 1953,
ss. 2533-2535.
SÜMER, Faruk,
Oğuzlar,
Ana Yay., İstanbul, 1980.
SÜMER,
Faruk,
“Eski Türk Devletlerinde Ağa Unvanı”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,
Sayı: 38, Ekim 1985, ss.58-63.
ŞAHİN,
Haşim,
“Göynük’te Dinî-sosyal hayatı Etkileyen İki Farklı Şahsiyet: Akşemseddin ve
Bıçakçı Ömer Dede”, Mehmet Pehlivan Armağanı, SAÜ Rektörlüğü Yay.,
Sakarya, 2000, ss.351-353.
ŞAHİN, İlhan, “Kuruluşundan
Fetret Devrine Kadar Osmanlı Siyasi Tarihi”, Doğuştan Günümüze Büyük
İslâm Tarihi, C. 10, Çağ Yay, İstanbul 1992.
ŞAHİN, Yaşar,
“Sakarya Geyve Yöresi Düğün Gelenekleri”, Irmak Dergisi, Yıl 2, Sayı
22, Ekim 2002. sh 23.
ŞAPOLYO, Enver Behnan,
Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi,
İstanbul, 1964.
ŞEKER,Mehmet,
Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,
Ankara, 1999.
TANERİ, Aydın,
Türk Devlet Geleneği, MEB Yay., İstanbul, 1997.
TANERİ, Aydın,
Türkiye Selçuklularının
Kültür Hayatı, (Menakibul Arif’in Değerlendirilmesi),
Bilge Yay. Konya, 1977.
TOGAN, Zeki Velidi,
Umumî Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1981.
TURAN Osman,
Selçuklular Tarihi ve
Türk İslâm Medeniyeti
, Boğaziçi Yay , Ankara, 1965
TURAN, Osman,
Selçuklular ve İslâmiyet, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1993.
TURAN, Osman,
Tarihî Akışı İçinde Dil ve Medeniyet, Nakışlar Yay., İstanbul, 1980.
TURAN, Osman,
Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,
Boğaziçi Yay., İstanbul, 2000.
TURAN, Osman,
Selçuklular Tarihi, Nakışlar Yay., İstanbul, 1980.
TÜMER, Günay , Abdurrahman KÜÇÜK,
Dinler Tarihi, Ankara, 1988.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı,
Osmanlı Tarihi, C. 1, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1995.
ÜLKEN, Hilmi Ziya,
“Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerinin İzleri”, AÜİF-Dergisi,
C. 17, 1969, ss. 22-25.
ÜLKER, Hasan,
“Karaçay Türk Düğününden Bir Motif: Algış”, Türk Dünyası Araştırmaları,
Sayı 34, 1985, ss. 119-123.
WİTTEK, P.,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Batı Dinlerinde Osmanlı Tarihi I,
(Çev., G. Yalter), 1971.
YALTKAYA, Şerafeddin,
“Eski Türk Ananelerinin Bazı Dinî Müesseselere Tesirleri”, II. Türk Tarih
Kongresi Kitabı, İstanbul, 1943.
YALVAÇ, Mehmet,
“Bilecik Düğün Âdetleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 29, Nisan
1984.
YAŞA, Recep,
“Adapazarı ve Çevresindeki Manavlar”, I. Sakarya ve Çevresi Tarih ve
Kültür Sempozyumu, 22-23 Haziran 1998, Sakarya Üniversitesi yayınları,
Adapazarı, 1999, ss. 283-293.
YAŞA, Recep,
“Mardin Artuklu Sikkeleri”,Türk Dünyası Tarih Dergisi, Kasım1996,
Sayı:119, ss. 35-39
YAŞA,
Recep,
“Selçuklularda Saçı Geleneği”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 200,
Ağustos 2003, ss..41-43.
YAVUZ,
Nuri,
“Sakarya ve Çevresinin Türk Hakimiyetine Girişi”, I. Sakarya ve Çevresi
Tarih ve Kültür Sempozyumu, 22-23 Haziran 1998, Sakarya Üniversitesi
yayınları, Adapazarı, 1999, ss. 21-30.
YAZICI, Reşat ve Feyzullah AKBEN,
Halk Bilim, Gün Yay., Ankara, 1995.
YILDIZ, Hakkı Dursun,
İslâmiyet ve Türkler,Enderun Kitabevi, İstanbul, 1980.
YILMAZ, Ömer Faruk,
Osmanlı
Tarihi,
Osmanlı Yayınevi, 2. Baskı, C. 1, İstanbul, 1999.
KURUM
VE KURULUŞLARIN YAYINLARI
DPT,
Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Plân Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara.
Kuran-ı Kerim
ve İzahlı Meali, Hazırlayan: Ahmet, Davudoğlu, Çile Yay., İstanbul, t.y.
Sakarya Valiliği,
Tarihte ve Günümüzde Sakarya, Adapazarı, t.y.
Taraklı Kaymakamlığı,
Tarihin Doğayla Buluştuğu Yer: Taraklı, Çizgi Ofset Basım, Taraklı, 2003.
TDV, İslâm
Ansiklopedisi, C. 19, İstanbul, 1999.
SÖZLÜ KAYNAKLAR
1.)
Necati SEYYAR: 70 yaşında, Taraklı-Akçapınar
köyünde yaşıyor, emekli işçi.
2.)
Fatma SEYYAR, 65 yaşında, Taraklı-Akçapınar
köyünde yaşıyor, ev hanımı.
3.)
Mukaddes SANLI, 62 yaşında, Taraklı’da yaşıyor, ev
hanımı.
4.)
Nazmiye AYDIN, 72 yaşında, Göynük-Hilaller köyünde
yaşıyor, ev hanımı.
5.)
Ali AYDIN, 75 yaşında, Göynük-Hilaller köyünde
yaşıyor, çiftçi.
6.)
Hatice ÖZEN, 69 yaşında, Taraklı-Akçapınar köyünde
yaşıyor, ev hanımı.
7.)
Durali SANLI; 95 yaşında, Taraklı-Akçapınar
köyünde yaşıyor, emekli.
8.)
Fatma YAVUZ; 50 yaşında, Taraklı-Akçapınar
köyünde yaşıyor, ev hanımı.
9.)
Fatma KESKİN, 35 yaşında, Taraklı-Akçapınar
köyünde yaşıyor, ev hanımı.
10.)
Saniye ÇETİN, 60 yaşında, Taraklı-Akçapınar
köyünde yaşıyor, ev hanımı.
11.)
Tacettin ÖZKAHRAMAN, Taraklı eski Halk Eğitim
Müdürü, şu an Taraklı Belediye Başkanı.
12.)
Hatice, SEYYAR, 57 yaşında, Taraklı-Akçapınar
köyünde yaşıyor, ev hanımı.
13.)
Mehmet Emin ÇETİN, 52 yaşında, emekli ziraat
mühendisi, Göynük Gerişler köyünden.
14.)
Ali SEYYAR, 44 yaşında, Taraklı-Akçapınar doğumlu,
Öğretim üyesi.
15.)
İsmail Hakkı YAVUZ, 56 yaşında, Taraklı-Akçapınar
köyünde yaşıyor, çiftçi
Rasim KÖK, 50 Yaşında,
Göynük-Arızlar köyü doğumlu, Sınıf Öğretmeni
|