SOSYAL
DEVLET VE KAYIT DIŞI İŞÇİLİĞİN ÖNLENMESİ
Prof. Dr. Fevzi Demir
(Dokuz Eylül
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve
Endüstri İlişkileri Bölümü Başkanı)
I.
SOSYAL DEVLET KAVRAMI
Sosyal devlet,
genellikle “vatandaşlarının sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen,
onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev edinen” devlet olarak
tanımlanmaktadır. Böyle bir tanımlama, batı toplumlarında çoğunlukla “refah
devleti”(welfare state) denilen devlet anlayışından pek faklı değildir. Bu
deyim, güttükleri ekonomik politikalar serbest rekabet temeline dayanmakla
birlikte, sosyal güvenlik ve çalışma yasaları (sosyal sigortalar, sendika,
toplu sözleşme ve grev hakları, asgari ücretler, vs...) yolu ile
vatandaşlarına asgari bir yaşam düzeyi sağlayan devletler için
kullanılıyor.Sosyal devlet, ne kişinin dokunulmaz, devredilemez ve
kişiliğine bağlı hak ve özgürlüklerini herhangi bir nedenle elinden almaya
çalışan bir despot, ne de bireyi kendi kaderiyle baş başa bırakan, kişiye
sadece fiziksel güvence sağlamakla yetinen XIX. yüzyılın sözde liberal
devletidir. Sosyal devlet, bütün vatandaşların yarınlarına güvenle
bakmalarını sağlayacak önlemleri, birey hak ve özgürlüklerini zedelemeden
almayı temel bir ödev kabul eden devlettir.
Öyleyse, sosyal devlet
bireyin hak ve özgürlüklerine kendisi müdahale etmeyecek, başkalarının
müdahale etmesine de engel olacaktır. Buna karşılık ekonomik haklar ve
sosyal haklar konusunda sosyal devlet, bu hakların gerçekleşmesi ve
korunması amacıyla müdahalede bulunacak, herkesin bu haklardan
yararlanması için gerekli önlemleri alacaktır. Temelde, bu müdahale ile
yine aynı esasın gerekli olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Çünkü
devlet, bir yandan bireyin hak ve özgürlüklerini korumayı üstlenirken,
öte yandan bireyin devletten bir dizi istekte bulunma hakkını da
yüklenmektedir. Devlet, bu bireyin isteklerini de yerine getirmekle
görevlidir. Bu isteklerde bireyin hak ve özgürlükleriyle çatışan bir
durum değil; tam tersine bireyin hak ve özgürlüklerini tamamlayan, onların
gerçekleşmesine hizmet eden bir ödevler bütünüdür. Örneğin yaşama,
çalışma ve eğitim-öğrenim özgürlüklerini bireylere tanıyarak bu özgürlüklere
müdahale etmemek artık yetmemektedir. Tersine, bireyin sağlıklı yaşamasını
ve çalışmasını sürdürecek uygun bir iş bulunmasında kendisine yardımcı
olacak iş ve işçi bulma kurumlarının kurulmasına; sadece çalıştığı
zamanlarda değil, çalışmadığı (hasta olduğu veya yaşlandığı)zamanlarda da
kendisine bakım ve gelir güvencesi sağlayacak sosyal sigorta (güvenlik)
kurumlarının kurulmasına; eğitim ve öğrenimini tamamlayacak ilk, orta ve
yüksek okullar açılmasına ve faaliyete geçmesine devlet öncülük edecektir.
(1)
II.
SOSYAL DEVLET VE SOSYAL VE EKONOMİK HAKLAR
Temelde klasik “kişi
hak ve özgürlükleri” konusunda devlet de birey de “pasif” bir konumdadır.
Devlet bu hakları sadece “tanımakla” yetinir ve onları “korur”. Bireyde bu
haklardan yararlanır. Buna karşılık çağdaş “sosyal ve ekonomik haklar” hem
bireyi hem de devleti “aktif” bir konuma sokmuştur. Gelişen toplum
düzeni içinde birey, kendisine tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanabilmek
için, devletin kendisine yardımcı olmasını, ihtiyaçlardan bir kısmının
devletçe karşılanmasını istemektedir. Bir başka deyişle, günümüzde bireyin
toplum üzerinde sahip olduğunu varsaydığı ve bu nedenle devlete karşı ileri
sürdüğü bir çeşit “kamusal” nitelikli “alacak hakkı” (talep hakkı) bulunduğu
kabul edilmektedir. İşte bu hakka “sosyal hak”; bu hakların tamamına da
“sosyal ve ekonomik haklar” denilmektedir.
Başlangıçta sosyal
haklar, maddi güçleri bulunmayan veya zayıf olan ve bu nedenle zorunlu
ihtiyaçlarını karşılayamayan kişilere devletçe yapılan “yardımlar” olarak
kabul edilmiştir. Bu anlamda yardımların, klasik hak ve özgürlüklerle
donatılmış liberal devlet anlayışına dokunmadan, “hayır dernekleri” yoluyla
da yapılması mümkündür. Ancak, böyle bir “yardımlaşma sisteminin” sadece
mali gücü yerinde olan zenginlerin “merhamet” ve “alicenaplık”
duygularına dayandırılması, yardımların “sınırlı” ve “yetersiz” kalmasına
yol açabilmektedir. Aslında hayır derneklerinden bir “yardım” talep
etmekle, bunu devletten bir “alacaklı hakkı” gibi istemek birbirinden
tamamı ile farklı iki olaydır. Çünkü yardımda, kendisine yardım edilen
yardım edene karşı daima “medyum”, “minnet” ve “şükran” borcu içinde
bulunacağından, kişinin “insanlık onuru ve haysiyetini” zedeleyen bir
ağırlık vardır. Buna karşılık, günümüzde sosyal hak topluma karşı bir
alacak hakkı gibi kabul edildiğinden, insan onuruna ve haysiyetine daha
uygun düşmektedir. Temelde “hak” kavramı ile “yardım” kavramı arasındaki
fark da zaten buradadır.
İşte bu anlayışın
sonucudur ki, günümüzde çağdaş devlet anlayışı sadece maddi gücü
yerinde olmayan vatandaşlarına değil, fakat tüm vatandaşlarına “insan
onuruna ve haysiyetine yaraşır bir yaşam düzeyi” sağlamayı amaçlamaktadır.
Bu devlet, bireyin temel hak ve özgürlüklerine zarar vermeden ve
verilmeden herkesin yarınına güvenle bakmasını sağlayacak önlemleri alan
bir devlettir. Bu devlet, toplumun her türlü sosyal ve ekonomik,
ihtiyaçlarını dengeli bir şekilde karşılayarak, kişilerin ve toplumun
huzur, refah ve mutluluğunu sağlayan bir devlettir. Bu devlet çağımızın
“sosyal devleti”dir.(2)
III. 1982 ANAYASASI VE SOSYAL DEVLET
1961 Anayasası’nda
olduğu gibi, 1982 Anayasası’nda da “Cumhuriyetin temel nitelikleri”
arasında devletin “...sosyal bir hukuk devleti” olduğu ilkesine yer
verilmiştir. Bu ilkeler kaynağını aynı zamanda Anayasa’nın “başlangıç”
hükümlerinde de bulmaktadır. “Her Türk vatandaşı bu Anayasa’daki temel
hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal hak gereklerince yararlanarak,
milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat
sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine
doğuştan sahip”tir (Başlangıç, f6).
Doğal Haklar
Doktrininden açık bir esinlenmeyle kaleme alındığı anlaşılan bu hükümler
insanı doğuştan itibaren “kişiliğe bağlı dokunulmaz, devredilmez,
vazgeçilmez” temel hak ve özgürlükler sahibi yapan Anayasa hükmüyle
tamamlanmaktadır: “Herkes, kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez,
vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir” (Any.md.12\1). Öyleyse
insanoğlu bu hak ve özgürlüklere sadece “insan” olması dolayısıyla doğuştan
itibaren “kendiliğinden” sahip olmaktadır. Yoksa, bu haklar herhangi bir
makam veya kişi tarafından “lütfedilmiş”, ”bahşedilmiş” veya “ihsan
edilmiş” değildir... İnsanı böylesi değerli ve önemli bir varlık olarak
kabul eden Doğal Haklar Doktrini, sonunda insanı aynı zamanda “gerçek irade
sahibi” ve “sorumlu bir varlık” olarak kabul eden bireyci özgürlük
anlayışına (ve liberalizme) varıyor. Anayasamız da aynı maddede “herkese”
tanınan bu hak ve özgürlüklerin, başıboş ve sorumsuz kişiler
tarafından kullanılması anlamına gelmeyeceğini belirtiyor: “Temel hak ve
hürriyetler kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve
sorumluluklarını da ihtiva eder”(Any.md.12\2). Öyleyse, “bireyci özgürlük”
anlayışını “bencillik” ile karıştırmamak; irade sahibi, sorumlu ve
bilinçli bir kişi olarak, başta içinde yaşadığımız toplum olmak üzere
herkese karşı bir takım ödevlerimiz olduğunu unutmamak gerekir. Bir başka
deyişle, kişinin hak ve özgürlüklerini sorumluluk içinde “başkalarına zarar
vermeden kullanması” (Medeni Kanun md.2\2) gerekiyor; “kendi hak ve
özgürlüklerinin sınırını başkalarının hak ve özgürlüklerinin çizdiğini”
unutmadan...
Ancak, kişiye tanınan
bu hak ve özgürlüklerin gerçekleştirilmesi, bu hak ve özgürlüklerden onun
yeterince yararlanması ve bu suretle hem kişinin, hem ailesinin hem de
toplumun refah, huzur ve mutluluğunun sağlanması, kişinin iradesini,
gücünü ve yeteneklerini çok çok aşabilir. Diğer bir anlatımla, toplum içinde
yaşayan kişiler bu hak ve özgürlüklerden yararlanmak istedikleri taktirde,
bir takım ekonomik, sosyal ve siyasal engellerle karşılayabilirler.
Örneğin, bir insana doğuştan itibaren düşünce özgürlüğüne sahip olduğunu
söylemek kolaydır; ama, o insanın doğru ve iyi düşünmesini sağlayacak
eğitim ve öğretim olanaklarına sahip olduğunu söylemek her zaman zorlaşır.
Böyle bir olanağa sahip olmak herkes için söz konusu olmayabilir. Zaten
bu konu, tek başına bir kişinin gücünü ve yeteneklerini aşan bir öneme
sahiptir. İşte devlet, kişilerin önüne çıkan bu tür engelleri ortadan
kaldırmakla görevlendirilmiştir. Geçtiğimiz yüzyılın ortalarından bu güne
kadar savunulan “sosyal devlet” modeli de kişilere tanınmış bulunan hak ve
özgürlüklerin gerçekleşmesinde başlıca görevleri yüklenen devlet
olmaktadır.(3)
Böylece XIX. yüzyıl
ortalarında başlayan ve günümüze kadar uzanan düşünce ve akımlarındaki
gelişmeler; bir yandan Doğal Haklar Doktrininin üst değer haline
getirdiği kişi (insan) hak ve özgürlükleri kavramının içeriğinde; öte
yandan, devlete düşen görev ve fonksiyonlarda “sosyal” yönde bir gelişme
ve genişleme yaratmıştır. İnsan artık pür liberal anlayışta görüldüğü gibi
“sosyal bir varlık” olarak değil; fakat, içinde yaşadığı toplumun sosyal
koşulları ile çevrili “ihtiyaç sahibi vatandaş” olarak ele alınır.
Kendisine yalnız devletin yersiz müdahalelerine karşı ileri sürebileceği
“negatif” kişi özgürlüklerinin değil; fakat, devletten olumlu bir eylem, bir
hizmet ve özgürlükleri kullanma yetkisi veren “pozitif” hakların da
tanınması yoluna gidilmektedir. Artık yalnız yaşama özgürlüğüne sahip
olmakla kalmayacak, aynı zamanda “insan onuruna ve haysiyetine yaraşır”
yaşam koşullarını da bir “hak” olarak isteyebilecektir; yalnız çalışma
özgürlüne değil, fakat çalışma hakkına, öğrenim hakkına da sahip olacaktır.
Özgürlük, artık kağıt üstünde kalan içi boş bir kurumsal kavram
olmaktan çıkmakta, kişiler ve kitleler için erişebilir, gerçekleştirilebilir
pozitif haklar haline gelmektedir.(4)
İşte, 1982 anayasası
da tıpkı 1961 Anayasası gibi, kişilere ve kitlelere tanınan temel hak ve
özgürlüklerin gerçekleştirilmesinde karşılaşılan her türlü engellerin
ortadan kaldırılması görevini Devlete yüklemiş; temel hak ve özgürlüklerin
“kağıt üstünde kalan boş bir kavram” olmaktan çıkarılması görevini“Devletin
temel amaç ve görevleri”arasında saymıştır.“...kişinin temel hak ve
hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya,
insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlamaya çalışmak” (Any.md.5). Öyleyse Anayasa, “insanın maddi ve
manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartların hazırlanmasını” bir
Devlet görevi kabul etmekte; sadece ekonomik ve sosyal haklar alanında
değil, kişi hak ve özgürlükleri konusunda da devletin yapıcı bir rol
oynamasını, hakların gerçek anlamda kullanılabilmesi için olanakların
zorlanmasını zorunlu kılmaktadır. Biraz önce örnekte olduğu gibi, Devlet
sadece düşünce özgürlüğünü tanımakla kalmayacak, doğru ve iyi düşünmeyi
sağlayacak okul, öğretmek, araç-gereç gibi olanaklar da verecek; hatta,
düşüncelerini yaymak için gerekli (kredi, sermaye, personel, vb.) olanakları
da sağlayacaktır. (5)
IV. SOSYAL DEVLET VE ÇALIŞMA HAKKI
Görüldüğü gibi,
kişilere tanınan bu yeni hak ve özgürlükler, ister istemez devletin
ödevlerinde ve görevlerinde yeni bir takım gelişmeler yaratmakta; bu nedenle
devlet vatandaşlarını sefaletten kurtarmak, onlara hiç değilse asgari
geçim ve yaşam koşulları sağlamak amacıyla ekonomik ve sosyal hayata
müdahale etmek zorunda kalmaktadır. Devletin, ekonomik ve sosyal hakları
gerçekleştirmek, onlara uygulamada bir değer kazandırmak, onların herkesçe
kullanılabilir ve yararlanılabilir bir hale gelmesini sağlamak amacıyla,
“sosyal yönde” yüklendiği bu görevlerin başında “çalışma hakkı” gelmektedir.
Gerçekten çalışma hakkı, uygulanabilmesi devletin desteğine bağlı olan
sosyal hakların en önemlisidir. Öyle ki, diğer sosyal haklardan
yararlanabilmenin ön koşulu, kişinin çalışma hakkının gerçekleştirilmesine
bağlıdır. “Çalışan kişi” statüsüne erişmek, başta ücret olmak üzere, sosyal
sigorta, sendika, toplu sözleşme, grev, ücretli tatil ve dinlenme hakkı gibi
birçok sosyal hakların çekirdeğini oluşturmaktadır.(6)
Çalışma hakkının
uygulanabilmesi için çağımızın en önemli sosyal politika aracının“tam
çalışma politikası” olduğuna kuşku yoktur. Ülkede bulunan işgücü
kaynaklarının tamamını en yararlı biçimde kullanmayı; iş arzını iş
talebine sürekli uydurmayı ve özellikle devresel ve teknolojik işsizliği
ortadan kaldırmayı amaçlayan bu politika, 1930’lardan bu yana ve büyük
ölçüde ikinci dünya savaşından sonra yaygın bir uygulama alanı bulmuştur.
Hükümetler, tam çalıştırmayı ekonomik refahın ölçüsü sayarken; işsizliği
yalnız sefaletin nedeni değil, aynı zamanda tüm ekonominin ve ilgili
sektörlerin bunalım göstergesi olarak değerlendirmişlerdir. (7)
Böylece, “özgür
toplumda herkese iş” sloganıyla uygulamaya konulan tam çalıştırma
politikası, devleti bir takım yeni görevlerle donatmıştır. Devlet, bir
yandan tam çalıştırmayı sağlayacak pür “ekonomik programlar” hazırlarken,
öte yandan çalışma hakkının uygulanmasını kolaylaştıracak “hukuki kurumlar”
yaratmakta öncülük etmiştir. Temelde, ancak bu suretle ekonomik olan ile
sosyal olan arasında bir uyum sağlanabilmiş; bir başka deyişle, çalışma
hakkı tam bir uygulama alanı bulabilmiştir. (8)
Konumuz bakımından
ekonomik programların incelenmesi, çalışmamızın sınırları dışında
kalmaktadır. Biz burada, çalışma hakkına uygulamada değer kazandıran hukuki
kurumlara değinmekle yetinecek; bu kurumların bölgemizdeki kayıt dışı
işçiliği önlemedeki rolünü incelemeye çalışacağız.
V. ÇALIŞMA HAKKINA UYGULAMADA DEĞER KAZANDIRAN HUKUKİ
KURUMLAR
A. ÇALIŞMA HAKKININ GERÇEKLEŞMESİNİ SAĞLAYAN KURUMLAR
Uygulamada çalışma
hakkına değer kazandırmak isteyen devletler, tam çalıştırma politikaları
çerçevesinde, öncelikle iş piyasasına işlerlik kazandıran hukuki kurumlar
yaratmaktadırlar. Çünkü, bir yandan ekonominin nitelikli işgücü ihtiyacını
karşılamak, öte yandan yapısal değişmelerden ve geleneksel mesleklerin terk
edilmesinden doğan işsizliği önlemek gerekmektedir. Bu amaçla iş
piyasasındaki arz talep dengesini sadece “nicelik” olarak değil, “nitelik”
olarak da sağlamaya yönelmek, yaratılan hukuki kurumların başlıca görevleri
olmaktadır.
Gerçekten, işgücü
piyasasında işgücünün düzenli dağılımını sağlayarak işsizliği önlemeye
yönelen bu kurumlar, bir ülkede uygulanan tam istihdam (mevcut
işgücünden en verimli şekilde yararlanma) politikasının sosyal amacını
oluşturur. Tam istihdam politikaları içinde işgücü piyasalarını düzenleyen
bu kurumlar, piyasa koşulları içinde yalnız iş talebinin ve iş arzının
karşılanmasını kolaylaştırmayı değil, aynı zamanda talebin arza en iyi
biçimde uymasını sağlamayı, böylece arz ve talep arasında iyi bir denge
kurmayı amaçlamaktadır. Genellikle, İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığı ile iş
piyasasında kurulan bu denge sayesinde, bir yandan işsizlerin bir iş
bulması sağlanırken, öte yandan işçilerin hızlı teknolojik gelişmelere
uygun bir mesleki eğitimden geçmesi sağlanmaktadır. Bu kurumlar, işsizlere
bir işe yerleşinceye kadar mali destek sağlayan kurumlarla (işsizlik
sigortasıyla) tamamlanmaktadır.
Çalışma hakkının
gerçekleştirilmesine yönelik bütün bu faaliyetler, sadece istihdamla
hacmiyle ilgili olmadığı ölçüde, “sosyal devlet”i sürekli oluşum içinde
bulunan dinamik bir kavram haline getirmektedir. Sosyal devlet, çalışma
hakkını sadece bir “iş sahibi olma hakkı” değil, “yeteneklerine uygun bir
iş sahibi olma hakkı” ve giderek “en iyi iş sahibi olma hakkı” olarak
algılanmaktadır.(Geniş bilgi için bkz. Çalışma Hakkı İlkesi, s. 99-100)
B. ÇALIŞMA HAKKININ KORUNMASI (İŞ GÜVENCESİNİ) SAĞLAYAN
KURUMLAR
Çalışma hakkının
muhatabı olan sosyal devletin görevleri, çalışma hakkının
gerçekleştirilmesini, yani işsizlerin bir işe yerleştirilmesini amaçlayan
kurumların yaratılmasıyla bitmemektedir. Bu kurumların çalışma hakkının
korunmasını (iş güvencesini) sağlayan kurumlarla tamamlanması
gerekmektedir. Çünkü, çalışma hakkının uygulamada bir değer kazanabilmesi
için, işçilerin uygun bir işe yerleştirilmeleri yeterli olmamakta;
kurallara uygun olarak çalıştıkları sürece, onların işlerinin kolayca
kaybetmelerinin engellenmesi, onlara iş güvencesinin sağlanması
gerekmektedir. Nitekim, son yıllarda yaygın bir uygulama alanı bulan tam
çalıştırma politikaları sonucu, bir işe yerleşme imkanı bulan işçilere iş
güvencesi sağlayan hukuki kurumlar, iş hukukunda görülen çağdaş
gelişmelerin başlıca yönünü oluşturmaktadır. Öyle ki, günümüzde çalışma
hakkının korunması söz konusu edildiğinde, akla hemen iş güvencesi gelmekte,
“çalışma hakkı” kavramı, giderek “iş güvencesi” kavramı ile
karşılanmaktadır.
İş güvencesi sağlayan
kurumlar, işçiyi işini ve gelirini kaybetme endişesi dışında tutmak için iş
ilişkilerinde belirli bir sürekliliği ve kararlılığı sağlamayı
amaçlamaktadır. Temelde, bütün akdi ilişkilerin belirli bir süreklilik ve
kararlılık ihtiva ettikleri bilinmektedir. Bir akdi ilişki, tarafların
sözleşmeden doğan borçlarını karşılıklı yerine getirdikleri sürece devam
eder. İş güvencesi sağlayan kurumlar da iş ilişkilerinde belirli bir
kararlılığı ve sürekliliği sağlarken öncelikle işletmede tam bir görev
bilinci içinde (borçlarına uygun olarak) çalışan işçiyi korumayı
amaçlamakta, işvereni de keyfi davranışlardan “caydırma” (çekinmeye)
zorlamaktadır. Bir başka deyişle, işçiye iş güvencesi sağlayan (caydırıcı)
kurumlar, yetersiz kaldığı taktirde, “onarıcı kurumlar”tamamlayıcı bir rol
oynamaktadır. Temelde iş güvencesi sağlayan caydırıcı kurumların onarıcı
niteliği bulunduğu gibi, onarıcı kurumların caydırıcı niteliği de
bulunmaktadır. Ancak biz inceleme kolaylığı sağlaması bakımından,
caydırıcı ve onarıcı niteliği ağır basan kurumları ayrı ayrı vermeyi uygun
bulduk.
1-
İş güvencesi Sağlayan Caydırıcı Kurumlar
İş güvencesi sağlayan
caydırıcı kurumlar, işverenin fesih hakkını doğrudan sınırlayan
kurumlardır. Bu açıdan caydırıcı kurumlar, iş ilişkisinin sona ermesi
üzerinde doğrudan ve önemli ölçüde etkili olabilmektedir. Zira temelde
hizmet akdi dayanıksız bir akittir. Gerek dış etmenlerden, gerek kişisel
karakterinden gerekse çalışma koşullarının değiştirilmesinden kaynaklanan
nedenler, hizmet akdini dayanıksız (fragile) kılmaktadır. İşte, hizmet
akdinin bu dayanıksızlığı, iş güvencesi sağlayan caydırıcı kurumlarla
önlenmeye çalışılmaktadır.
Her şeyden önce,
işverenin ölümü, satış, birleşme, fonların değişmesi gibi nedenlerle
işletmenin devri halinde bu kurumlar, işçilerin hizmet akitlerinin
korunmasını sağlamaktadır. Sonra bu kurumlar hastalık, analık, askerlik
vs. gibi belirli bir süre hizmet akdinin ifasını engelleyen olaylarda,
zorlayıcı nedenler gibi irade dışı olaylarda ve bir hakkın kullanılması
(sendikal görevler, kamu görevleri, grev) gibi iradi olaylarda “hizmet
akitlerini askıya alarak” iş akitlerinin bozulmasını engellemektedir. Bundan
başka, caydırıcı kurumlar idari ve\veya mesleki kuruluşlar aracılığı ile
“işverenin fesih hakkını denetlemekte”, onun kullanılmasını doğrudan
etkilemektedir.
Bütün bu sınırlamalar,
işçilerin gerek bireysel gerekse toplu işten çıkarılmalarına ilişkin
güvenceler getirmektedir. Fakat, iş güvencesi işletme içinde işçilerin işini
değiştirme suretiyle de zedelenebileceğinden, caydırıcı kurumlar işverenin
bu yetkisine de sınırlamalar getirmiştir. Nihayet bütün bu sınırlamalar
işletmede çalışan bütün işçileri korumayı amaçlamaktadır. Ama öyle işçiler
vardır ki, özel olarak korunmaları gerekmektedir: İşçi ve sendika
temsilcilerinin korunması gibi...
2-
İş Güvencesi Sağlayan Onarıcı Kurumlar
İş güvencesi sağlayan
onarıcı kurumlar, işçinin işten çıkarılmasının kaçınılmaz olması halinde,
onun uğrayacağı zararı hafifletmeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan onarıcı
kurumlar, iş ilişkisinin sona ermesi üzerinde doğrudan değil, dolaylı bir
etkide bulunabilmektedir. Gerçekten, gerek kişi özgürlüğünün korunması,
gerek yönetim hakkının kullanılması gerekse işçinin işletme içindeki özel
yeri dolayısıyla, günümüzün çoğulcu (pluraliste) toplumlarında zora
dayanarak iş ilişkisinin korunmasını sağlamak mümkün görünmemektedir.
Gerçi, onarıcı kurumların işverenlere yüklediği bazen parasal ve hatta
bazen cezai yükümler bu ilkenin önemini bir ölçüde sınırlandırmaktadır.
Fakat bu yükümler, akdin sona ermesinin önüne geçememektedir.
Onarıcı kurumların
işverene yüklediği yükümlerden en eskisi, işverenin feshi ihbar hakkını
belirli bir süreye bağlamasıdır. “Feshi ihbar süreleri”, her ne kadar
işverenin fesih hakkına doğrudan bir sınırlama getirmiyorsa da, fesih
hükümlerini belirli bir süre için ertelemesi, bu süre içinde işçinin bir
iş arayarak bulması bakımından önemlidir. Onarıcı kurumlar, işverene tanınan
bu fesih hakkına “kötüye kullanılması” halinde genellikle bir tazminat
öngörmektedir. Gerçi burada işverenin kusurlu olması gerekmektedir. Ama,
işverenin bir tazminat ödemesi için her zaman kusurlu olması da
gerekmeyebilir: İşçinin işten çıkarılması zorunluluğu da bir “kıdem
tazminatı” (işten çıkarma tazminatı) ödenmesini gerektirebilir. Çünkü,
işçinin işini kaybetmekle bir zarara uğradığı bir gerçektir.
Nihayet, onarıcı
kurumların tazminatlar dışında üzerinde önemle durduğu bir konu da
“işçinin işyerine iadesi”dir. Bir ölçüde “akit yapma zorunluluğu”na
yaklaşan bu konu, Anglosakson ve kara Avrupa’sı ülkelerinde, özellikle
“sendika” veya “sigorta” üyesi olmak isteyen işçilerin işten çıkarılması
halinde yaygın bir uygulama alanı bulmaktadır.
VI-TÜRKİYE’DE ÇALIŞMA HAKKINA UYGULAMADA DEĞER KAZANDIRAN
HUKUKİ KURUMLAR VE KAYIT DIŞILIK
Ülkemizde çalışma
hakkının gerçekleşmesini sağlayan İş ve İşçi Bulma Kurumu ile mesleki
eğitim alanında Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kurumlarının varlığı, bu alandaki
ihtiyacı bir ölçüde karşılamaktadır. Ancak, bu kurumların dahi sürekli
olarak yeniden yapılandırılması ve örgütlenmesi- ihtiyacı sürekli
vurgulanmaktadır. Özellikle iş ve işçi bulma faaliyeti üzerindeki devlet
tekelinin kaldırılarak “özel istihdam bürolarının” kurulmasına izin
verilmesi konusunda geniş bir mutabakat bulunmaktadır. Kaldı ki, ILO’da son
yıllarda yapılan çalışmalarda da artık “özel iş ve işçi bulma
bürolarının kapatılmasıyla” değil, “özel istihdam bürolarına daha fazla
yer verilmesiyle” ilgilenmektedir. (Geniş bilgi için bkz. Çalışma
Yaşamında Özel İstihdam Bürolarının Kuruluşu ve İşleyişi Semineri, İş
İşçi Bulma Kurumu, İstanbul, 3-4 Kasım, 1994) Bu alanda son olarak 4447
sayılı yasayla getirilen “işsizlik sigortası”, çalışma hakkı
gerçekleşinceye kadar işsizlere mali bir destek sağlaması bakımından
olumlu bir adım sayılmaktadır.
Çalışma hakkının
korunmasını (iş güvencesini) sağlayan kurumlar arasında ise, ülkemizde en
fazla tartışma konusu yapılanlar “kıdem tazminatı” ile “işe iade”
kurumlarıdır. Genelde işveren kesiminin şikayet ettiği kıdem tazminatı
kurumu, özellikle kriz dönemlerin de ödeme güçlüğü çeken işletmeler
bakımından sorunlar doğurmaktadır. Mevzuatımızda bir “üst sınır”
getirilerek “mutlak emredici” hüküm haline getirilen kıdem tazminatının
yarattığı bu olumsuzluklar, iş ilişkisinde aranan istikrarı zedeleyecek bir
fon yasası ile çözümlenebilir kanısındayız.
Çalışma hakkının
korunmasını (iş güvencesini) sağlayan kurumlardan en çağdaş olanı ve
yaygın bir gelişme göstereni ise, kuşkusuz “işe iade” kurumudur. Ülkemizde,
1992 yılında Başbakanlıkça hazırlanan ve özellikle İş Kanununun 13.
maddesinde “belirli nedenlerle” işçi çıkarılmasına izin verilen; bu
nedenlerin işveren tarafından ispat edilememesi halinde işçinin “işine
iadesine” mahkemelerce karar verilmesi öngörülen bir taslak üzerinde
koparılan fırtınalar henüz hafızalardan silinmemiştir düşüncesindeyiz.
Özellikle işveren kesiminin yoğun bir tepkisi ve eleştirisiyle
karşılaşan bu taslak, yanılmıyorsak Bakanlar Kurulunun gündemine bile
gelmemiştir (Geniş bilgi için bkz. Akdin Feshinde Yargı Denetimi Sempozyumu,
Türk-İş Yayınları, No: 180, 28-29 Şubat 1992, Ankara).
Bununla birlikte, iş
hukukundaki çağdaş gelişmelerin başlıca yönünü oluşturan çalışma hakkının
korunmasını (iş güvencesini) sağlayan kurumların yetersizliği; ülkemizde çok
önemli bir sorunun doğmasını engelleyememiştir: Kayıt dışı işçilik.
İşveren kesiminin sık sık şikayet ettiği “tazminatların yüksekliğinin”
bile engelleyemediği bu oluşum, halen kayıtlı işçi sayısının çok çok
üzerinde bir sayıya ulaşmış bulunmaktadır. İşçi, işveren ve hükümet
kesiminin sık sık şikayetine konu olan “kayıt dışı ekonominin” de
kaynağını oluşturan “kayıt dışı işçilik” , artık doğru, dürüst ve yasalara
saygılı faaliyet gösteren kayıtlı sektör işverenlerinin de başlıca
“haksız rekabet” konusunu oluşturmaktadır.
Öyleyse, anayasamızda
ifadesini bulan sosyal devlet (md.2) ilkesinin bir gereği olarak,
uygulamada bir değer kazanması için yaratılan çalışma hakkının
gerçekleştirilmesini ve korunmasını (iş güvencesini) sağlayan kurumlar,
halen kayıtlı işçi sayısını geçen kayıt dışı (kaçak) işçiler sorununa bir
çare getiremediği için “biçare” durumdadırlar. Gerçi, hükümet ve
parlamento düzeyinde son zamanlarda bu konuda bazı cılız teşebbüslerde
bulunduğu bir vakıadır. Ama, bu teşebbüsler de olumlu sonuçlar vermediği
gibi, vereceğe de benzememektedir. Bu anlamda, ileride ayrıntısı ile
inceleyeceğimiz 1998 yılında çıkarılan 4369 sayılı “Sosyal Güvenlik Reformu
Yasası” hükümlerini, ilk cılız teşebbüsler olarak şimdilik hatırlatmakla
yetinelim.
Buna karşılık, bir
yandan kayıt dışı ekonomiye kaynak yaratarak haksız rekabeti alabildiğine
körükleyen, öte yandan yakın bir gelecekte büyük ve önemli toplumsal
sorunlar yarat maya aday durumdaki kayıt dışı işçiler, ülkemiz ve
Devletimiz için gittikçe önem taşıyan, hiç de hafife alınmayacak bir sorun
olarak gündemde durmaktadır. Öyle ki, son zamanlarda hem işçi, hem
işveren, hem de hükümet kesiminden sürekli şikayetlerin yükseldiği; bu
konuda, girişilen cılız teşebbüslere ve etkisiz önlemlere karşın, hala
yeterli ve köklü tedbirlere yönelinmemesi ilginçtir.
Bu nedenle biz,
çalışmamızın bu bölümünü kayıt dışı işçiliğin önlenmesine yönelik alınması
gereken “köklü” hukuki tedbirlere ayırdık. Bununla birlikte, önereceğimiz
hukuki tedbirlere “köklü” sıfatını yakıştırırken, onu tırnak içine
almaktan da kendimizi alamadık. Çünkü, bu alanda önerilen hukuki
önlemler arasında o derece “köklü” olanlara rastladık ki, bizim
önerilerimiz hafif kaldı. Özellikle bu önerileri yapan üstelik bir
“işadamı” olması, gerçekten bizi derin derin düşündürmekten
alıkoyamadı. Gerçekten doğru, dürüst, namuslu, yasalara saygılı bir
işadamı olarak, faaliyet gösterdiği tekstil sektöründeki “haksız
rekabete” karşı çıkan Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği eski Başkanı ve
UKİ Yönetim Kurulu Başkanı sayın Turan SARIGÜLLÜ, “4,5 milyon kayıt dışı
işçinin sisteme dahil olması” gerektiğini belirttikten sonra; bunu sağlamak
için “kayıt dışı eleman çalıştırma eğiliminde olan işverene, caydırıcı
olabilecek nitelikte, işyeri kapatmasından ağır hapis cezasına kadar
yaptırımlar uygulanması-nı” önermektedir (T.SARIGÜLLÜ,Tekstil İşveren,
Sayı:232, Nisan, 1999, s.10).
Kanımızca oldukça ağır
ekonomik ve sosyal sonuçlar doğurabilecek böylesi bir “cezai” düzenlemeye
gitmeden , çok daha hafif ve fakat etkili sonuçlar doğuracağına
inandığımız basit “hukuki” düzenlemelerde ihtiyacımızı karşılayabilir.
Önereceğimiz bu hukuki önlemlerden biri Sosyal Sigortalar Kanununda (SSK),
diğeri Sendikalar Kanununda (SK) yapılacak küçük bir takım değişiklikleri
içermektedir.
Şimdi bu
değişiklikleri, geçen yıl (1998) çıkarılan 4369 sayılı “Vergi Reformu
Yasası” ile bu yıl (1999) çıkarılan 4447 sayılı “Sosyal Güvenlik
Reformu Yasası” hükümlerine de değinerek “Değişiklik Gerekçeleri” ile
birlikte anlatmaya çalışalım.
VII- KAYIT DIŞI İŞÇİLİĞİ ÖNLEMEK AMACIYLA SOSYAL
SİGORTALAR KANUNUNDA YAPILMASI GEREKEN DEĞİŞİKLİK
A-DEĞİŞİKLİĞİN GEREKÇESİ
Kanımızca, Sosyal
Güvenlik Reformundan anlaşılması gereken, işçilerin sadece emeklilik
yaşlarının ve pirim ödeme gün sayılarının arttırılmak suretiyle “Kurumun
açıklarının kapatılarak kurtarılması (!)” olmamalıydı. Daha açık bir
deyişle, reformun “kayıtlı işçi” sayısını halen aşmakta olan “kayıt dışı
işçiliği” yok etmeye yönelmesi daha doğru ve isabetli olurdu. Reformun,
halen birkaç günlük sigortalı gösterilen işçiler ile mevsimlik
çalışanlarında dahil olduğu 4,5 milyon civarındaki “sigortalı” üyeye
karşılık; 5 milyon civarındaki “kaçak” çalışan işçinin, ülkemizin
ekonomik ve sosyal hayatında yaptığı ve yapacağı tahribatın önlenmesine
yönelmesi daha yararlı olurdu. Dilerim ki, “emekli yaşının” ve “pirim ödeme
gün sayılarının” arttırıldığı yeni “reform yasası”, mevcut “kayıt dışı
işçiler ordusunu” yakın bir gelecekte “dilenciler ordusu”na dönüştürmesin.
O zaman, halen kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği ülkelerine değil,
yolları dilencilerden geçilmeyen Güney Asya ülkelerine benzeyeceğimiz
kuşkusuzdur.
Aslında, SSK’nın
6.madde hükmü, ülkemizin bu duruma düşmemesi için gerekli önlemi almış
gibidir. Zira, bu maddenin “zorunlu sigorta” sisteminin bir sonucu
olduğu bilinen bir gerçektir: ”Çalıştırılanlar işe alınmalarıyla
kendiliğinden sigortalı olurlar. Sigortalılar ile bunların işverenleri
hakkında sigorta hak ve yükümlülükleri, sigortalının işe alındığı tarihten
başlar. Bu suretle sigortalı olmak hak ve yükümlülüğünden kaçınılamaz ve
vazgeçilemez” (SSK, md6/1,2,3). Görüldüğü gibi maddede ilk bakışta bir
eksiklik bulmak güçtür. Ama, uygulamaya gelince, maalesef birçok işverenin
bu hükümleri görmezlikten geldikleri; getirilen “hukuki yaptırımların
yetersizliği” ve özellikle “iş piyasasının” (işsizliğin) işçiler
aleyhindeki dengesizliği nedeniyle, bu hükümlere uygun davranmadıkları
bilinen bir gerçektir. Bu anlamda, Teksif Sendikasının yaptırdığı bir
araştırmaya göre İstanbul Merter’de çalışan 60 bine yakın tekstil
işçisinden sadece 4 bininin sigortalı olduğunu (sendikalı zaten yok);
Öz-İplik İş Sendikasının Gaziantep’te örgütlendiği bir fabrikada çalışan
(600-700 civarındaki) işçilerin ayda sadece 8 günlük sigorta
primlerinin yatırıldığını hatırlatmak, insanın tüylerini ürpertmeye
yeter de artar sanırım. Üstelik bu örneklerin benzerlerini gıda, metal,
toprak-seramik-tuğla, ulaştırma, madencilik gibi birçok sektörde yaygın
olarak görmek hiç de zor değildir.
Şimdi bu sektörlerde
doğru, dürüst, namuslu bir şekilde faaliyette bulunarak yasalara saygılı
davranan; işçisini, bırakınız “sigortalı” yapmayı üstelik “sendikalı”
çalıştıran, vergisini muntazaman ödeyen, fon kesintisini zamanında yatıran
işverenlerin günahı ne! Bunların maruz kaldığı haksız rekabeti nasıl
önleyeceksiniz . O haksız rekabet ki, “kamu düzenini” bile tehdit eder hale
gelmiş; zor günler yaşayan kayıt içindeki sektör, kayıt dışına nasıl
kaçacağını düşünmeye başlamış... nitekim 1980’li yılların başında 2 milyonu
aşkın “sendika üyesi” işçiye karşılık, bugün toplu iş sözleşmesi kapsamı
içinde kalan 900-950 bin civarındaki işçi sayısı, bunun en güzel
örneğidir. Özellikle, bu işçilerden 700 bininin kamu sektöründe çalıştığı
göz önünde tutulacak olursa, özel sektördeki sözleşme kapsamındaki işçi
sayısının 200-250 bin civarında kaldığı görülür. Bunun anlamı, 1980’lerden
bu yana istihdamda meydana gelen artışlara karşın, kaçak işçi çalıştıran
kayıt dışı sektörün acımasız ve yoğun haksız rekabeti karşısında, kayıtlı
sektörün ya “tasfiye” edilmiş yada kayıt dışı sektöre “iltica” etmiş
olduğudur. Bölgemiz dahilinde gerçekleştirdiğimiz resmi arabuluculuk
faaliyetlerimiz sırasında da, ekonomik krizlerden en çok etkilenen
işyerlerinin sigortalı ve sendikalı işçi çalıştıran işyerleri olduğu;
buna karşılık, bu işyerlerinin yanında veya yakınında sendikasız veya
büyük ölçüde sigortasız çalıştıran işyerlerinin “olağanüstü bir esneklik
içinde” (!) faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiği bizzat tarafımızdan
gözlenmiştir. Özellikle, son 10 yılda meydana gelen krizlerden sonra ülke
ekonomisi içindeki ağırlığını biraz daha arttıran kayıt dışı sektör,
sendikalı ve sigortalı işçi çalıştıran kayıtlı sektörü giderek tasfiye
noktasına kadar getirebilmiştir.
Burada herhalde işçi
ve işveren sendikacılığının yararlarını; güçlü bir işçi sendikacılığı ile
güçlü bir işveren sendikacılığının iş barışı ve giderek sosyal barış
için ne derece gerekli olduğunu, örgütlü bir toplumun sağlam bir demokrasi
ve güçlü bir devlet için ne derece şart olduğunu tartışmayacağız.
Sendikasız ve sigortasız bir demokratik toplum düzeni düşünülemeyeceğine
göre, ülkemizde yaşanan sorunun kayıtlı sektörde faaliyette bulunan yasalara
saygılı işverenlerin, kayıt dışında faaliyete bulunanların haksız
rekabetine karşı nasıl korunacağının belirlenmesi olduğu kanısındayız.
B-DEĞİŞİKLİĞİN HUKUKİ NİTELİĞİ
Önerdiğimiz naçizane
çözüm yollarından biri, SSK’nın 6. maddesine son bir fıkra eklenmesidir: “Bu
kanundan doğan haklardan biri nedeniyle iş akdi erdirilen sigortalı aksi
işveren tarafından ispat edilmedikçe İş Mahkemesi tarafından seri muhakeme
usulüyle en geç iki ay içinde işine iade edilir. Sigortalının işten
çıkarıldığı tarih ile mahkemece yeniden işe başlatıldığı tarih arasında
kalan süreye ait kazançları toplamı kendisine işverence tam olarak
ödenir.ödenen kazanç tutarı üzerinden kesilen pirimler ile işe başladığı
hükmen tespit edilen tarihten itibaren ödenmeyen pirimler işveren tarafından
Kuruma yatırılır. Sigortalının diğer kanunlardan doğan hakları saklıdır”
(SSK md.6/son-önerimiz).
Kanımızca, kaçak
işçiliğin büyük ölçüde “çanına ot tıkayacak” değişiklikte budur. Bunun
anlamı, işe başladıktan sonra “kendiliğinden sigortalı olan” işçinin, Kuruma
bildirilmeyerek sigortasız (kaçak) çalıştırıldığını öğrenmesi halinde
mahkemeye başvurarak “sigortalılığını hükmen tespit” ettirmesi (SSK md.79)
veya “sigortalı çalışmayı istemesi” nedeniyle işten çıkarılması halinde
yargı kararıyla işine iadesinin sağlanmasıdır. Bu durumda mahkeme, işvereni
sigortalının hükmen işe başladığını tespit ettiği tarihten itibaren
primlerini yatırmaya mahkum etmekle kalmayacak, aynı zamanda işten
çıkarıldığı tarih ile işe iade edildiği tarih arasındaki ücretin ödenmesine
ve bu ücreti üzerinden primlerinin kesilerek Kuruma yatırılmasına da karar
verecektir.
C-4447 SAYILI YASA İLE GETİRİLEN DEĞİŞİKLİKLER
SSK ile ilgili
görüşümüzü, 4447 sayılı yasa ile getirilen ve “kaçak işçiliği” önlemeye
yönelik olduğu iddia edilen yeni değişiklik hükümlerine değinerek tamamlamak
istiyoruz. Yeni yasanın getirdiği değişikliğe göre, bundan böyle
“işverenler, çalıştıracağı kimseleri işe başlatmadan önce örneği kurumca
hazırlanacak işe giriş bildirgeleriyle Kuruma doğrudan bildirmekle veya bu
belgeleri iadeli taahhütlü olarak göndermekle yükümlüdür” (25.08.1999 gün ve
4447 sayılı yasayla değişik SSK md.9/1-Resmi Gazete,sayı:23810,08.10.1999).
Büyük bir iyi niyetle hazırlandığına kuşku duymadığımız ve kayıt dışı
işçiliği önlemekte yetersizde kalsa yardımcı olacağına inandığımız bu
hükmün, birtakım haksızlıklara da yol açmasının kaçınılmaz olduğu
kanısındayım. Şöyle ki, işe alınacağı önceden bildirilen işçinin işe
başlamaması veya başladıktan 1-2 gün sonra işten çıkması halinde durum ne
olacaktır. Gerçi, aynı yasanın SSK.md.79’a eklenen ikinci fıkrası ile “ay
içinde bazı işgünlerinde çalıştırılmadığı ve ücret ödenmediği beyan edilen
sigortalıların otuz günden az çalıştıklarını açıklayan bilgi ve belgelerin
eklenmesi şart kılınmış”; üçüncü fıkrayla da “sigortalıların otuz günden az
çalıştıklarını gösteren bilgi ve belgelerin Kuruma verilmemesi veya verilen
bilgi ve belgelerin Kurumca geçerli sayılmaması haline, otuz günden az
bildirilen sürelere ait primlerin Kurumca resen tahakkuk ettirilerek
80.madde hükümlerine göre tahsil olunması öngörülmüştür. (4447 sayılı
yasayla değişik SSK.md.79/2,3)
Ancak, bu bilgi ve
belgelerin ne tür bir bilgi ve belge olacağı, nasıl ispatlanacağı, işverenin
bizzat basit bir sözlü bilgilendirilmesi veya kendi hazırladığı yazılı bir
belgenin geçerli olup olmayacağı, üstelik bu bilgi ve belgelerin Kurumca
geçerli sayılmamasının hangi hallerde söz konusu olacağı açıklıkla
belirtilmediği göz önünde tutulacak olursa; yine doğru, dürüst, yasalara
saygılı çalışan işverenlerin, önceden işe giriş bildirgesi verilen ve fakat
işe başlamayan veya bir-iki gün sonra işi terk eden işçiler için “otuz
günlük” prim ödemekten kurtulamayacakları anlaşılmaktadır. Kurumun,
“yakaladığı işverenlere” karşı prim tahsili konusundaki titizliği ve
hassasiyeti göz önünde tutulacak olursa, yeni 4447 sayılı yasayla
çıkarılması öngörülen “uygulamanın usul ve esaslarını belirleyerek 6 ay
içinde yürürlüğe konacak yönetmeliğin” (SSK.md.79/3) de soruna ne derece
etkili çözüm olacağını beklemekten başka yapılacak bir şeyin olmadığı
kanısındayız.
Kayıt dışı işçiliğe
etkili bir çözüm olacağı sık sık ifade edilen yeni yasanın SSK’ya getirdiği
Ek 40.madde ise, sanıldığının aksine “ölü doğan” bir madde görünümündedir.
Çünkü, bizzat sigortalıya “çalışmaya başladıklarını işe başladıkları
tarihten itibaren 30 gün içinde Kuruma bildirme” hakkını tanıyan bu hüküm
(SSK Ek madde 40/1); istismarların önlenmesi bakımından, ister istemez
uygulamada “işverenin onayını” da zorunlu kılacaktır. Gerçi, “bildirimler
ile Kurumca yapılacak işlemlerin usul ve esasların bir yönetmelikle
belirlenmesi”de bu maddede öngörülmüştür. (SSK Ek madde 40/2) Ancak
hazırlanacak yönetmeliğinde sokaktan geçen sıradan bir kişinin şu veya bu
işyerinde çalıştığına ilişkin bildirimlerinin Kurumca kabul edilmesini
öngörmesi mümkün olmayacağına göre, sigortalının yapacağı bildirimde
işyerinin onayının da aranacağı kuşkusuzdur. İşveren onayını arayan
bildirimlerin ise bizzat sigortalı (işçi) tarafından yapılması zordur.
Çünkü, iş piyasasının (işsizliğin) baskısını üzerinde hisseden sigortalının
bu onayı talep etmesi zor olduğu gibi, zaten ona onay verecek işverenin de
bu bildirimi bizzat kendisinin yapması doğaldır. Bu nedenle, yeni yasayla
getirilen Ek madde 40’ın, kayıt dışı işçiliğe önlem olacağı yolundaki
iddialara katılamıyoruz.
VIII- KAYIT DIŞI İŞÇİLİĞİ ÖNLEMEK AMACIYLA SENDİKALAR
KANUNUNDA YAPILMASI GEREKEN DEĞİŞİKLİK
A-
DEĞİŞİKLİĞİN GEREKÇESİ
Kayıt dışı işçiliğe bir
önlem olarak SSK’nın 6.maddesine bir son fıkra eklenmesine ilişkin yukarıda
yaptığımız önerinin, uygulamada bazı zorluklarla karşılaşılması
kaçınılmazdır. Zira, hükmün uygulanmasında görev alacak ve kayıt dışı
çalışan işçilere destek olacak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının
ilgili müfettiş sayıları çok yetersizdir. Bakanlığımızın 1994 yılında yapmış
olduğu açıklamada “SSK kapsamında 570 bin işyerinin bulunduğu, Bakanlık
olarak bu işyerlerinden yılda en çok olarak 70 bininin denetlenebildiği,
bununda en iyimser hesaplamalarla işyerlerinin ancak %12’si olduğu” ifade
edilmişti. Bugün bu oranın, açılan işyeri sayısının o günden bu yana daha
fazla arttığı, buna karşılık müfettiş sayısında bildiğimiz kadarıyla bir
artış olmadığı göz önünde tutulacak olursa, denetim oranının fazla bir
değişikliğe uğramadığı, bilakis göreceli olarak oranların daha çok
gerilediği ihtimal dahilindedir. Öyleyse bugün, bir müfettişin denetlemek
üzere gittiği bir işyerine bir daha yaklaşık 10 yıl sonra uğrayabilmektedir.
Gerçi, son olarak 4447
sayılı yasa ile bu denetim imkanı genişletilmiş; “genel bütçeye dahil
daireler ile katma bütçeli idarelerin denetim elemanları, kendi mevzuatları
gereğince işyerlerinde yapacakları her türlü denetim ve incelemeler
sırasında, çalıştırılanların sigortalı olup olmadığını da tespit ederek
sigortasız çalıştırılanları Kuruma bildirmek zorunda” bırakılmışlardır.(4447
sayılı yasayla değişik SSK.md.130/son) Ancak, bu hükümde yer alan “genel
bütçeye dahil” Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı iş müfettişleri,
uygulamada zaten bu görevi yerine getiriyorlardı. Diğer “genel bütçeye
dahil” Bakanlıkların denetim elemanlarının da, konuyu ne derece bildikleri
göz önünde tutulacak olursa, ne derece etkili olabileceklerini tahmin etmek
de zor değildir. Burada, kanımızca “katma bütçeli idarelerden” belediyelerin
tutumu (belediye zabıtalarının denetimi) önem kazanacaktır. Bununla
birlikte, belediyelerin genellikle siyasi niteliği ağır basan kurumlar
olması bir yana, geniş ölçüde işçi çalıştıran işyerlerinin belediyelerin
denetim (mücavir) alanları dışındaki Organize Sanayi Bölgelerinde kurulması,
belediye zabıtaları eliyle yapılabilecek bu denetimlerin de etkisini büyük
ölçüde azaltacaktır.
Öyleyse, devletin kamu
görevlileri aracılığıyla uygulamaya koyduğu denetim kurumları, değişik
nedenlerle yine yetersiz kalmaya mahkum olacaktır. Bundan cesaret alan bazı
işverenlerin iş piyasasının (işsizliğin) işçiler aleyhine yarattığı korkudan
da istifade ederek, yukarıda SSK’nın 6.maddesine önerdiğimiz son fıkrayı da
görmezlikten gelmeleri kaçınılmaz olabilecektir. Bu nedenle, bütün
demokratik ülkelerde olduğu gibi, en etkili denetim kurumlarının “sivil
toplum örgütleri” olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bu alanda işçi ve işveren
sendikalarını harekete geçirmenin en sağlıklı yol olduğu gerçeği
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Böylece, Devletin Kurumları daha etkin
çalışma olanağı bulabilecekler, yasalara saygılı işverenlerde etkili denetim
sayesinde haksız rekabetten korunacakları için bundan ziyadesiyle istifade
edeceklerdir. Nitekim bugün, bütün demokratik ülkelerde hukuk devleti ilkesi
çok iyi işliyorsa, bunu, devlet kurumlarını dışarıdan ve fakat yakından
izleyerek yasaları hukuka uygun bir şekilde uygulatan sivil toplum
örgütlerinin güçlülüğüne borçludurlar. Bunun örneklerini ülkemizde de
yakından görmek için, sadece sendikalı işyerlerine bir göz atmak yeterlidir.
Bu işyerlerinden hangisinde sigortasız işçiye rastlamak, hangisinde fazla
mesai ücretinin ödenmediğine tanık olmak, hangisinde hafta tatili, ulusal
bayram ve genel tatil günlerinin ücretlerinin verilmediğini görmek,
hangisinde yılık izin kullandırılmadığına veya parasının verilmediğine şahit
olmak mümkündür. Hemen hiçbirinde! Çünkü hemen sendikanın yakınmaları
devreye girerek gerektiğinde iş müfettişlerinin işyerine gönderilmesi
sağlanmakta, böylece, devletin organlarının çok daha etkin ve hızlı bir
şekilde işletilmesi mümkün olmaktadır. Öyleyse, kayıt dışı işçiliğe karşı
mücadelede, işçi sendikalarının rolü çok önem kazanmaktadır. Bu rol ayrıca
işveren sendikalarınca da desteklenmek zorundadır. Bu konuda işveren
sendikalarının işçi sendikaları ile birlikte hareket etmelerinin zamanı
çoktan gelmiş, geçmektedir bile... Yeter ki kayıt dışı işçiliği kaldırma
konusunda “samimi” olalım...
Bugün, işçi
sendikalarını kayıt dışı işçi çalıştıran işyerlerinde örgütlenmekten
alıkoyan en önemli faktör, sigortasız çalıştırılan işçilerin sendika
üyeliğinin de hukuken geçersiz sayılmasıdır. Nitekim, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı da isabetli olarak “sigorta numarası bulunmayan” sendika
üyelik fişlerini “eksik bilgilendirme” gerekçesiyle yetki tespitinde dikkate
almamakta, “işverence bildirilen listede karşılığı bulunmayan bu üyelikler”,
ÇSGB Bilgi İşlem Merkezinde karşılıksız bildirim olarak nitelendirilerek
değerlendirme dışı bırakılmaktadır. ÇSGB Çalışma Genel Müdürlüğünün
16.02.1994 gün ve 5398 sayılı genelgesinde açıkça belirtilen bu durum,
TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK’e bağlı bütün sendikalar ile birlikte TİSK’e bağlı
işveren sendikalarına bu bildirilmiştir. Böyle olunca, sigortasız işçi
çalıştıran işyerlerinde birer sivil toplum örgütü olan sendikalar tarafından
gerçekleştirilebilecek denetimin önüne geçilmiş olmakta, yukarda SSK madde
6’ya eklenmesini önerdiğimiz son fıkranın işletilmesinde kaçak işçi,
sendikaya başvurduğu hallerde bile yalnız ve çaresiz kalmaktadır.
İşte, modern iş
hukukunun işçi işveren kesimleri arasında kurması gereken dengenin burada
açıkça kaçak sigortalılar ve yasalara saygılı işverenler aleyhine bozulduğu;
iş hukukunun çağdaş çizgisine ve özüne uygun olarak, bozulan dengenin
“işçinin korunması” ve “haksız rekabetin önlenmesi” amacına uygun olarak
yeniden kurulması gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Gerçekten, bir kere
kaçak çalışan sigortalı işçilerin içinde bulundukları yalnızlık ve
çaresizlikten kurtulmak için kapılarını çaldıkları sendikalarda bugün hiçbir
şey yapmamaktadır. Çünkü, sigorta numarası bulunmayan sigortalıyı üye
kaydedemediklerinden, sendikalar “elleri kolları bağlı” bir şekilde kayıt
dışı işçilere karşı “kayıtsız” kalmaya devam etmektedirler. Üstelik, “elleri
kolları bağlı” olanlar sadece işçi sendikaları da değildir.bunlar gibi,
belki de asıl “elleri kolları bağlı olanlar” yasalara saygılı olarak
“sigortalı” ve hatta “sendikalı” işçi çalıştıran işverenler ve onların
örgütleri işveren sendikalarıdır. Zira, aynı işkolunda faaliyette bulunan ve
fakat “sendikasız” olması bir yana “sigortasız” işçi çalıştıran işverenlerin
yoğun ve acımasız haksız rekabetine maruz kalan bu işverenler, sendikal
örgütleri aracılığıyla bile bu durumu engelleyememektedirler. Öyleyse,
modern iş hukukunun çağdaş çizgisi doğrultusunda soruna bir çözüm bulmak,
yasalarımızdaki bu “boşluğu” etkin bir şekilde doldurmak, gittikçe kamu
yararına ve kamu düzenine zarar verme istidadı gösteren ve işçi-işveren
teşekkülleri ile hükümet düzeyindeki yetkililerin sık sık şikayetine konu
olan bu kaçak işçiliğe bir çare bulmak zamanı gelmiş de geçmektedir bile
kanısındayız.
B-
DEĞİŞİKLİĞİN HUKUKİ NİTELİĞİ
Bizim bulabildiğimiz
naçizane çare, SSK’nın 6.maddesine eklenmesini önerdiğimiz son fıkranın,
Sendikalar Kanunun 31.maddesinin son fıkrasının birinci cümlesine eklenecek
küçük bir cümlecik ile desteklenmesidir: “işverenin üçüncü ve beşinci fıkra
hükümlerine aykırı hareket etmesi halinde, sendika, üyesi hakkında
30.maddenin usul ve esasa ilişkin hükümleri birlikte uygulanır veya işçinin
talebi üzerine ücretinin bir yıllık tutarından az olmamak üzere bir
tazminata hükmedilir. Ancak bu fıkraya göre tazminata hükmedilmesi halinde,
iş kanunlarındaki kötü niyet tazminatı uygulanmaz” (Sen.Kan.md.il/son-önerimiz).
Böylece, sadece altını çizdiğimiz cümleciğin eklenmesi ile Sendikalar
Kanununun 30.maddesinde öngörülen sendika temsilcilik güvencesi, SSK’nın
6.maddesine eklenmesini önerdiğimiz son fıkraya paralel bir düzenlemeyle
sendika üyelerine de tanınmış olacak; bütün günahı(!) sigortalı olmak
istediği için işten atılan işçinin, üyesi olarak arkasına aldığı sendikası
aracılığı ile işe iadesi mümkün olacaktır. Doğal olarak, işçinin sendika
üyeliği de sigortalılığının hükmen tespit edildiği mahkeme kararı ile
geçerlilik kazanacaktır. Buna karşılık isteyen işçinin, talebi üzerine
ücretinin bir yıllık tutarından az olmamak üzere bir sendikal tazminatı
alarak işe dönmeyi istememesi de mümkün olabilecektir.
Böylece, yukarda
önerdiğimiz SSK’nın 6/son maddesini destekleyen sendikalar Kanununun
31.maddesine eklenecek bu değişiklik, yakın ve uzun vadede, kayıt içinde yer
alan işyerlerinin “sendikalı” ve/veya “sigortalı” işçi çalıştırmaktan
kaynaklanan yüklerini, kayıt dışı işçi çalıştıran işyerlerine yaymakta
gecikmeyecek; haksız rekabetin önlenmesi suretiyle piyasada olması gereken
dengenin kurulmasına önemli ölçüde katkıda bulunacaktır. Gerçi, burada akla
gelen bir düşünce, piyasadaki dengenin “sendikasız” ve “sigortasız” işçi
çalıştırarak da kurulmasıdır. Ancak, başta işverenler olmak üzere, biz
hiçbir sağduyulu kişinin böyle bir çalışma düzeni (daha doğrusu
düzensizliği) isteyebileceğini düşünemiyoruz. Başta, sosyo-ekonomik
sonuçları olmak üzere, giderek Devlet ve Hükümet rejimini tehdit edebilecek
böyle bir gelişmenin siyasal sonuçları altında, sadece işçilerin değil,
başta işverenler olmak üzere bütün toplumun ezileceğini akıldan çıkarmamak
gerekir. Bu nedenle biz, bütün çalışmamızı ve önerilerimizi, kayıt dışı
işçiliğin geriletilmesi suretiyle haksız rekabetin ortadan kaldırılması ve
piyasa dengelerinin kurulması üzerine kurduk. Yoksa, “sigortalı” ve
“sendikalı” işçiliğin geriletilmesi suretiyle değil... Bu nedenle,
Bakanlıkça hazırlanan tasarıların esas hedefinin sigortasız işçi çalıştıran
işyerlerinin hedef alınmasının, zaten yoğun bir haksız rekabet karşısında
özellikle kriz dönemlerinde zor günler geçiren kayıtlı sektörü daha çok zora
ve zarara sokacağını belirtiyoruz. (F.DEMİR, Kayıt Dışı İşçiliği Önlemekte
Sendikaların Rolü ve Bakanlıkça Hazırlanan Bir Tasarı Üzerine Düşünceler,
Tekstil İşveren, Nisan-1999, s.28) Kanımızca yukarıda incelenen 4447 sayılı
yasanın “kayıt dışı işçiliği hedef aldığı iddia edilen” hükümetleri de,
SSK’nın 6. ve Sendikalar Kanununun 31.maddelerine önerdiğimiz hükümlerle
tamamlanmadıkça, sadece kayıtlı sektörü zora ve zarara sokmaktan başka bir
işe yaramayacaktır.
IX- KAYIT DIŞI İŞÇİLİĞİ ÖNLEMEK AMACIYLA ÖNERİLEN MALİ
ÖNLEMLER
Yukarıda önerdiğimiz
hukuki önlemlerin yanında, kayıt dışı işçiliği önlemeye yönelik mali
önlemler alınmasını öneren yazarlara da rastlanmaktadır. İşverenleri kayıt
dışı işçiliğe iten faktörler arasında özellikle “yüksek vergi ve prim
oranlarının geldiği” sık sık vurgulanan bir gerçektir.(G.AKALIN, Maliyeci
Gözüyle Sosyal Güvenlik Reformu, İşveren,Ağustos 1999, s.8; V.SEVİĞ,
Almanak-1997, MESS Yayın no:267, Ocak-1998, İstanbul, s.348) Bu nedenle,
yukarıda yaptığımız hukuki önerilerin üzerinde sosyal tarafların uzlaşmasını
kolaylaştıracak bir mali önlemde düşünülebilir. Bu da, öngördüğümüz hukuki
değişikliklerle birlikte, sigorta prim oranlarında kademeli bir şekilde yeni
ayarlamalara gidilmesidir. Hatta, yakın geçmişte ücretlilerin vergi
oranlarında yapılan indirimler, sadece “prim oranlarında” değil, “vergi
oranlarında” yapılabilecek yeni indirimlerle de devam ettirilebilir. Belki
de, bir yazarın önerdiği gibi, bütün bu indirimler sadece “sendikalı işçi
çalıştıran işyerlerinde” uygulanabilir. Çünkü, sendikalaşma yolu ile
ekonomide dengeler daha akılcı ve analize dayalı olarak kurulabilirken,
devlet bir anlamda çalışan işçi sayısına göre vergi gelirlerini tam ve doğru
olarak alabilmekte, bu bağlamda sosyal güvenlik açısından da muhtemel
sorunların önü alınmış olmaktadır.(V.SEVİĞ.Almanak-1997, MESS, s.348) Doğal
olarak, uzmanlık alanımızın dışına taşan bu konularda, sosyal tarafların
maliye uzmanları arasında yapılacak görüşmeler ve sürekli diyalog kurumları
aracılığıyla makul sonuçlara varılabilir. Böylece, sigorta ve sendika üyelik
güvenceleriyle birlikte getirilecek “mali güvenceler”, doğuracağı zorlayıcı
ve caydırıcı hukuki yaptırımlar ile birlikte, bir yandan kaçak işçi
çalıştıran işyeri işverenlerini “kendiliğinden” çalıştırdıkları işçileri
“sigortalı” yapmaya itecek; öte yandan, prim ve vergi oranlarında yeniden
yapılacak indirimler sayesinde, kaçak işçi çalıştıran işyerlerinin “ani
şoka” girmeleri önlenmiş olacaktır.
Gerçekte, bu konularda
ülkemizde 1998 yılında çıkarılan 4369 sayılı “Vergi Reformu” yasası ile bir
deneme yapıldığı da bir vakıadır. Nitekim 4369 sayılı Vergi Yasasının Geçici
5. maddesiyle; “bu kanunun yayınını izleyen beş ay içinde”, işverenlerin
yeni işe aldıkları veya yanlarında fiilen çalıştırdıkları işçilerden sendika
ve sigorta üyesi olanların ücretleri üzerinden kesintileri “gelir ve damga
vergilerin” ödenmesi “üç yıl süreyle” ertelenmiştir. Ayrıca yasa, aynı
zamanda “on iki ay süre ile” tahakkuk ettirilecek SSK primlerinin “işveren
hissesinin yarısının Hazinece karşılanmasını” öngördüğü gibi, “tasarrufa
teşvik” ile ilgili 3417 sayılı yasa hükümlerinin de “üç yıl süreyle
uygulanmamasını” hükme bağlamıştır. Bununla birlikte, yasanın tanıdığı beş
aylık sürenin dolduğu Aralık-1998 itibariyle; kayıt dışı işçilerin kayda
alınması yolunda hiçbir olumlu gelişmenin görülmediği, Geçici 5. maddenin
zaten toplu iş sözleşmesi kapsamında bulunan sendikalı işyerlerinde işe
alınan çoğu mevsimlik yeni işçilere uygulandığı, bu suretle, “vergileri ile
primleri tam olarak kesilmeye devam eden işçiler” ile “vergileri ile
primleri Geçici 5.maddeye tabi işçiler”den alınan ve işyerlerinde
huzursuzluk kaynağı olan “iki grup işçi” yaratıldığı, böylece yasayla
amaçlanan kayıt dışı işçiliği (ve giderek kayıt dışı ekonomiyi) kaldırmaya
yönelik hiçbir gelişmenin sağlanamadığı aşikardır. (geniş bilgi için bkz.
F.DEMİR, Tekstil İşveren, Nisan 1999, sf.25)
Bütün bu nedenlerle,
gerek vergi oranlarında gerekse prim oranlarında yapılacak yeni düzenleme ve
ayarlamaların, yukarda önerdiğimiz sigorta ve sendika üyelik güvencesiyle
ilgili hukuki düzenlemelerle desteklenmedikçe, kayıt dışı işçilik aleyhine
olumlu gelişmeler doğuracak sonuçlar beklenmemelidir. Hemen tekrar edelim
ki, halen sigortalı ve sendikalı işçi çalıştıran işyerlerinin hukuki ve mali
önlemler nedeniyle hiçbir sorunla karşılaşmayacakları; tam aksine, yeni
ayarlanacak vergi ve prim oranları sayesinde, bu işten kısa ve uzun vadede
“karlı çıkacakları” kuşkusuzdur. Bu durum, onların küreselleşen piyasa
ekonomisi içinde rekabet güçlerini de arttırmaktan geri kalmayacaktır.
X-ÖNERİLERİN MUHTEMEL SİYASİ, SOSYAL VE EKONOMİK
SONUÇLARI
Hemen belirtelim ki,
SSK’nın 6. ve Sendikalar Kanunun 31. maddelerine monte edilmek üzere
önerdiğimiz değişikliklerde bir takım eksiklikler olabilir. Bunları her
zaman tartışmaya da açığız. Önemli olan, kayıt dışı ekonominin tamamıyla
“çanına ot tıkayacak” olmasa bile, onu asgari düzeye indirecek önlemlerin
alınmasına yardımcı olacak önerilerin sunulmasıdır. Bizim de tamamlayıcı bir
şekilde önerdiğimiz değişiklikler, kuşkusuz Devletimizin üzerindeki büyük
bir yükü de hafifletmiş olacaktır. Çünkü bugün, hangi işkolunda, hangi
işyerlerinde kaç tane kaçak işçi çalıştığını yurt çapındaki örgütleri
aracılığıyla çok yakından bilen sendikalarımız, artık işten atılsa bile
yargı kararıyla işe iade edileceğini bilen ”korkusuz” işçilerin sigorta ve
sendika bünyesinde örgütlenmelerini sağlamış, olacaklardır. Bir başka
deyişle, “resmi” denetim elemanlarının yetersiz kaldığı zamanlarda bu görevi
üzerine alan bu sendikalar, bu güne kadar olduğu gibi, bundan sonrada iş
mevzuatının tam olarak uygulanmasında “gönüllü” ve “herhangi bir maaş
karşılığı olmaksızın” etkili bir denetimde bulunarak demokrasimizin
güçlenmesine ve Devletimizin prestijinin “masrafsız” artmasına katkıda
bulunacaklardır. Zaten bu nedenledir ki, Batıda sendikalara özellikle iş
mevzuatının uygulanmasında yüklendikleri görevleri dolayısıyla “yarı-kamu”
(semi-public) kuruluşlar gözüyle bakılmaktadır. Böylece sendikalarımız, bir
yandan üye kaydettikleri sendikasız işçileri sisteme dahil ederek birer
“sigorta numarasına” kavuşturmuş olacaklar, öte yandan üyeliği hukuki
geçerlik kazanan işçileri işe iade ettirmek suretiyle “yetki tespitinde”
başarı şanslarını arttırmış olacaklardır.
Kuşkusuz, bu
önerilerimizin uygulamaya konmasıyla birlikte, gelişen işçi sendikacılığına
paralel olarak, işveren sendikacılığının da gelişmesi kaçınılmaz olacaktır.
Çünkü, bu uygulamayla birlikte, varlığını sadece kaçak işçilerin “emek
sömürüsü” üzerine kurmuş işyerleri ya “yeniden yapılanmaya” ya da “tasfiye
olmaya” zorlanacak, buna karşılık iyi niyetli ve yasalara saygılı bir
şekilde çalıştığı için eskiden uğradığı haksız rekabet nedeniyle ayakta
kalma mücadelesi veren işyerleri rahat bir nefes alacaktır. Bir başka
anlatımla, daha önce ucuz işçilik maliyetleri nedeniyle kalitesiz mal ve
hizmet üreten işyerleri, artık hayatta kalmak amacıyla teknoloji yenilemeye
ve/veya re organizasyona yönelerek kayıtlı sektör içindeki yerlerini almaya
mecbur kalacaklardır. Buna ayak uyduramayan işyerleri ise tasfiye olmak
zorunda kalacak, bu nedenle doğacak işsizlik de, bu işyerlerinin
tasfiyesinden doğan pazar (mal ve hizmet) boşluğunu dolduracak kaliteli
üretim yapan kayıtlı sektör tarafından kısa sürede emilecektir. Bunun
sonucu, bu güne kadar görüldüğünün aksine, artık işkolları düzeyinde
gittikçe gelişen ve kayıt dışı sektörü kayıtlı sektöre “ilticaya” zorlayan
bir işçi sendikacılığı hareketiyle karşılaşılacak; bu durum, o güne kadar
kayıt dışı işçi çalıştıran işverenleri de ister istemez bir işveren
sendikası çatısı altında toplamaya zorlayacaktır. Doğal olarak, yapılan
“grup toplu iş sözleşmeleri” sayesinde işkolu düzeyinde yaratılan ortak
çalışma koşulları da sonuçta bugün karşı karşıya bulunduğumuz acımasız ve
yoğun haksız rekabeti ortadan kaldıracaktır.
Üstelik, bundan
Devletimiz de karlı çıkacak, işkolları düzeyinde doğan güçlü bir işçi
sendikacılığı ile güçlü bir işveren sendikacılığının, giderek artan bir
milli geliri adaletli paylaştırma ve yatırım sistemiyle sağladığı iş barışı
ve sosyal barış, geleceğe güvenle bakmamızın teminatı olacaktır. Nitekim,
bugün Türk Endüstri İlişkileri Sistemi içinde özel sektörde imzalanan grup
toplu iş sözleşmeleri, bu paylaşımın ve yatırımın karşılıklı güvene dayanan
oturmuş, yerleşmiş ve istikrar kazanmış en güzel örnekleridir. İşçi
sendikalarının toplu görüşmelerde yeterli sayı ve kalitede uzman istihdam
edememesine rağmen, böylesi bir Endüstri İlişkileri Sistemi içinde, ekonomik
ve sosyal kalkınmasını “özel sektör” eliyle kararlı bir şekilde sürdüren
ülkemizde, halen 5 milyon civarında olduğu tahmin edilen kayıt dışı işçiden
sadece 3 milyonunu kayıt içine alması halinde bile, Devletimize bugünkü
asgari ücret üzerinden “sigorta primi” ve “gelir vergisi” olarak en az 2,5
katrilyonluk ek bir kaynak yaratılmış olacaktır. Bugünkü koşullarda tüm
sosyal güvenlik kurumlarının açığını kapatmaya yetecek miktardaki bu kaynak,
sosyal tarafların yukarıda sözünü ettiğimiz “prim” ve “vergi” oranları
üzerinde anlaşmalarını kolaylaştıracağı gibi, yeni 4447 sayılı yasanın
kademeli emeklilik uygulaması süreci içinde çok daha verimli alanlara
kolaylıkla kaydırılabilecektir. En önemlisi de, bugün ki emeklilik yaşı ve
prim ödeme gün sayıları göz önüne alındığında, yakın bir gelecekte ülkemizin
sokaklarını işgal etmeye hazır “primleri ve yaşları yetmediği için” “emekli
olamamış” muhtemel bir “dilenciler ordusunun” doğması engellenmiş olacaktır.
Kaldı ki, yukarıda
önerdiğimiz sigortalı ve sigortalı olma haklarının Anayasada düzenlendiği
(Anayasa madde 51, 60); dolayısıyla sigortalı ve sendikalı bir toplum
yapısında bir “kamu yararı” gözetildiği muhakkaktır. Üstelik,Türkiye’nin
uluslar arası taahhüt altına girdiği ve TBMM’nin de onayladığı 87, 90 ve
158 sayılı ILO sözleşmeleri ile bu önerilerimizin “zorunlu” hale geldiğini
de biliyoruz. Nitekim, hükümetimizin bu yıl hariç her yıl Cenevre’de kara
listeye alınmasına yol açan nedenlerden biride bu zorunluluğu yerine
getirmekte gecikmesidir. Gerçi, onayladığımız ILO Sözleşmelerinde İş
Kanununun 13. maddesinde yapılması gereken değişiklikler de; bir başka
deyişle, iş güvencesi ile ilgili yapılması gereken yasal düzenlemelerde
öngörülmektedir. Ancak, bugünkü siyasi konjonktür ile gittikçe küreselleşen
ülkemizde işverenlerin her alanda artan esneklik talepleri, böyle bir
düzenlemenin kabulünü çok zorlaştırmaktadır. Başka bir deyişle, bugünkü
siyasal ortamda ve parlamento yapısı içerisinde, sosyal taraflar arsındaki
dengenin bir iş güvencesi yasa tasarısı üzerinde uzlaşma sağlamalarına ve
“evet” diyebileceklerine pek fazla imkan vermediği kanısındayız.
Buna karşılık hem
Anayasa hem de ILO Sözleşmelerinin kısmen de olsa bir gereğini yerine
getirebilir; iş güvencesini, sadece sigorta ve sendikaya üyelik halleriyle
sınırlı bir şekilde kabul edebiliriz. Parlamentonun bugünkü yapısı ve
özellikle örgütlü sosyal tarafların “ortak menfaatleri” çerçevesinde, böyle
bir yasanın çıkarılmasında kamu yararı ve giderek kamu düzeni açısından
büyük yarar görüyoruz. Çünkü, burada söz konusu olan, işveren kuruluşlarının
üzerinde hassasiyetle durduğu, İş Kanununun 13.maddesinde bir düzenlemeye
gitmek değildir. Bir başka deyişle, işverenler kendilerine göre “önemli bir
hak” saydığı İş Kanununun 13.maddesine göre, yine istedikleri zaman
“ekonomik” ve “teknoloji” nedenlerle veya bugün olduğu gibi “hiçbir sebep
göstermeden” işçi çıkarma haklarını kullanmaya devam edeceklerdir. Örneğin,
işverenler toplu görüşme masalarında zaman zaman karşılaştıkları bazı
sendika yönetici ve temsilcilerinin “hesapsız, ölçüsüz, aşırı, hatta kötü
niyetli” sayılabilecek muhtemel taleplerini, hatta duruma göre “münferit
dayatmalarını” bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada 13.maddeye dayanarak
engelleyebileceklerdir. Ama bunu, işçi Anayasal hakkı olan “sigortaya”
ve/veya “sendikaya” üye olmak istediği zaman artık yapamayacaklardır. Bu
nedenle, halen sigortalı işçi çalıştıran, üstelik işyerinde sendika üyesi
bulunan işverenlerin budan zarar görmeyecekleri açıktır. Tam aksine, kayıtlı
sektör içinde faaliyet gösteren bu işyerlerinin, getirilecek
değişikliklerden doğrudan ve dolaylı olarak büyük ölçüde yarar görecekleri
aşikardır.
Nihayet, önerdiğimiz bu
değişikliklerin bilinmeyen şeyler olmadığı da bir gerçektir. Bugün, ABD,
Kanada ve İngiltere gibi Anglo-sakson ülkelerinde özellikle toplu iş
sözleşmeleriyle uygulama alanı bulan sigorta ve sendika üyelik güvencesi,
Kara Avrupa’sı ülkelerinde iş güvencesi ile getirilen yasal düzenlemeler
içinde yer almaktadır. Üstelik, sayın Şinasi ERTAN’ın Meclis Başkanlığını
yaptığı, sayın Selim YAŞAR’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu bir dönemde
oluşturulan Ege Bölgesi Sanayi Odasının bir “Sosyal ve Siyasi Konular
Çalışma Grubu”, mevcut hukuki düzenlemeleri “haksız rekabeti önlemekte
yetersiz” bularak, “sendika ve sigorta hakları ihlal edilen işçiler için
yargı kararı ile işe iade prensibinin getirilmesini” uygun görmüş, bu görüş
01.06.1995 tarihinde EBSO Yönetim Kurulunda görüşülerek 15.06.1995 tarihinde
EBSO Meclisine sunularak kabul edilmiş ve EBSO görüşü olarak
yayınlanmıştır.(A.N.SÖZER, Çalışma Mevzuatının Güncel Sorunları, EBSO
Çalışma Grupları Yayınları, Ağustos- 1995, s.20) Bizde bu görüşün
doğruluğuna inanıyor; yukarıdan bu yana açıklaya geldiğimiz SSK’nın 6. ve
Sendikalar Kanununun 31.maddesinde yapılacak değişiklik önerilerinin kaçak
işçiliği önlemeye doğrudan yönelik en etkili hukuki önlemler arasında
bulunduğuna, sosyal tarafların ortak menfaatini ve dolayısıyla kamu düzenini
yakından ilgilendiren bu önlemlerin hiçbir şekilde göz ardı edilmemesi
gerektiğine inanıyoruz.
Kaynaklar:
1.)
Demir, Fevzi: Anayasa Hukukuna Giriş. 5. Baskı;
İzmir; 1998; s.267-268.
2.)
Demir; s. Anayasa; 269.
3.)
Demir; Anayasa; s. 278
4.)
Kapani, M.: Kamu Hürriyetleri. Ankara-1964. s.43.
5.)
Geniş bilgi için bkz. Demir: Anayasa. s. .278 vd.
6.)
Demir, F.: Çalışma Hakkı İlkesi, Yayınlanmış
Doçentlik Tezi. İzmir-1981. s.XII.
7.)
Beverıdge, W.: Du Travail Pour Tous Dans Use
Societe Libre. Paris-1945. s.13 vd.
8.)
Demir, F.: Çalışma Hakkı İlkesi. S.XIII. |