aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Röportajlar;

 

 

 

Prof. Dr. Sabahattin Zaim, “hocaların hocası”. İçtimaî ve iktisadî sahanın hem teori hem de pratik manadaki “pîr”i de diyebiliriz kendisi için. O’nun “pîrliği”, ilimle iştigal edenlerin sadece ileri sürdükleri sözlerinden (teorilerinden) öte, ileri sürdüğü fikirlerle birlikte bizzat kendisi de ileri atılması ve işin içinde faal olarak bulunmasından ileri gelmektedir. O, söylediklerini yapan, yaptıklarını söyleyen bir önder ve örnek. Diğer taraftan, her kelimesi gönüllere işliyor, çünkü söyledikleri gönüllden geliyor. Yaşayanlar arasında, insanların en hayırlılarından olduğuna şüphemiz yok, çünkü insanlara en çok faydası dokunanlardan.

 

“Zahiri yaşlı; ruhu genç delikanlı”yla özel hayatından sosyal siyaset ile başlayan ilmi hayatına kadar hemen her alanda yaptığımız söyleşi ile sizleri başbaşa bırakıyoruz.. 

Görüşmemiz, biyografik çalışmayı da çağrıştıracağı için izninizle hayat hikâyenizden başlayalım. Balkanlardan gelmişsiniz değil mi?

Göçmen değil muhaciriz. Biz, Peygamber Efendimiz’in hicretini takip eden muhacirleriz. 1950 den sonra gelenlere göçmen diyorlar. Evvela buraya teşrif ettiğiniz için teşekkür ederim. Tebrik ederim, güzel müminlere has bir girişimde bulundunuz. Sosyal Politikalar Dergisi çıkartıyorsunuz.

Tabirler, mefhumlar çok önemlidir. Rahmetli Ayhan Songar’ın şöyle bir tespiti vardır: Fikirler mefhumlarda ifade edilir, mefhumlar da kelimelerle dile getirilir. Kelimeler yanlış olursa, bozulursa mefhumlar doğru ifade edilemez. Mefhumlar doğru ifade edilmezse fikirler doğru geliştirilemez. Şimdi tabi Türkiye, hem kelimeler itibarıyla hem mefhumlar itibarıyla bir anarşi içerisindedir. 70-80 yıldan beri bir karmaşa sürüyor. Dolayısıyla bu karışıklık fikir teşebbüsüne de yol açıyor. Sosyal Politika bunlardan bir tanesidir. Sosyal Politics Almanca bir tabirdir ve dışarıdan devşirilerek Türkçe’ye kazandırılmıştır. Keshler zamanında bunun adı “içtima-i siyaset” idi. Yani, Türkçe’si içtima-i siyasettir. Sosyal Politika ise onun Latincesidir.

Şimdi nerede başlıyor bu meseleler. Tabi ki İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunda başlıyor. Malumatınız, İstanbul’da 19. asırda bir Darülfünûn vardı. Bu eğitim müessesesi medrese sistemindeydi. Mektep sistemi içerisinde de mekteb-i tıbbiye, mekteb-i harbiye gibi müesseseler vardı. Sonra medreseden mektebe, mektepten okula, okuldan koleje doğru geçtik. O zamandan 19. asrın ikinci yarısında ve ortasında bu mektepler kurulurken bir de Darülfünûn kurulmuştu. İki yerde birden. 1933’te bu Darülfünûn’u ilga ettiler bir günde. Ertesi gün de İstanbul Üniversitesi kuruldu. Mehmet Akifler, Babanzadeler hep Darülfünûn müderrisleri oldular. O zaman mektebin başındaki insana da Darülfünûn Emiri derlerdi. Rektör sonraki tabirdir.

1933 reformu hazırlanırken Almanya’da da Nasyonal Sosyalizm ve Hitler iş başına geçmişti. Hitler’in de tutumundan memnun kalmayan veya onun zulmünden, şerrinden kaçan hocalar da kendilerini dışarı attılar. Onların bir kısmı Amerika’ya giderken bir kısmı da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne geldiler. Türkiye, o yabancı ve kaçan hocaları resmen davet etmiş. Ki bunlar iki grupmuş. Bir bölümü Hitler’e ve Nasyonal Sosyalizm fikrine karşı olan Alman Profesörler; ikincisi ise Musevi kökenlilermiş. Biri fikri bakımdan öbürü de can havliyle kendilerini bir yerlere atıyorlar. Türkiye’ye kalabalık bir grup geliyor. İki şehirde temerküz ediyorlar: Ankara ve İstanbul’da. Burada üniversiteyi yeniden inşa ediyorlar. Bunlar geldiği zaman 1934 yılında Hukuk Fakültesi var, Edebiyat fakültesi var ve devam ediyor. Hukuk Fakültesi’ne bağlı olarak da İktisadi ve İçtimai sahada araştırma yapmak faaliyet göstermek üzere bir enstitü kuruluyor. Henüz İktisat Fakültesi yok. İktisadi ve İçtimai Araştırmalar Enstitüsü adıyla bir araştırma merkezi kuruluyor. Bilahare 1936 yılında İktisat Fakültesi kurulduğunda bu enstitü İktisat Fakültesi’ne devrediliyor. Ve başına da Gerhart Kessler gibi bir Alman hoca getirilip konuluyor. Kessler, demokrat tipik bir Prusyalı Almandır. Şahsiyet sahibi, namuslu, inançlı biridir. “Ben Gavur değilim. Ben müminim” derdi.

 

Siz de onu bizzat görenlerdensiniz?

Tabii; benim hocamdı. Ben bizzat ondan ders aldım. 1951 yılına kadar devam etti. Dolayısıyla Kessler, İktisat ve İctimayat Enstitüsü’nün kurucusudur. Şimdi 1936 da İktisat Fakültesi kurulunca, o zaman iktisat kısmı ayrıldı. İktisat kürsüleri açıldı, geriye ictimayat kısmı kaldı. O da “içtima-i siyaset” adı altında bir kürsü haline geldi. Kesslerin başına geçtiği kürsü “içtima-i siyaset kürsüsü”dür.

O zamanlar üniversitede fakülte ağırlığı vardı. Esas olan fakültelerdir. Fakültelerin kendi bütçeleri vardı ve dekanlar da ita amirleriydi. Rektörlük, sembolik bir makamdı; esas olan akademik birimlerdi, fakültelerdi. Fakülteler içinde de disiplinler vardı. Disiplinler bünyesinde ise kürsüler yer alırdı. İşte içtima-i siyaset bir disiplin idi. Onun içinde de iki kürsü yavaş yavaş teşekkül etti. Birisi sonra Orhan Tuna hocamızın benim en sevdiğim tabirle Sosyal Siyaset Kürsüsü oldu. Öbürü de Fındıkoğlu Ziyaettin Hocamızın da İçtimayat Kürsüsü oldu.

Sonra metodoloji ve sosyoloji kürsüleri kuruldular. 1961 de iki kürsü ayrıldı. 1961 yılına kadar sosyoloji ve sosyal siyaset müştereken bir kürsü halinde ve bir disiplin içinde yer alıyorlar; sonra kürsüler ayrıldı. Daha sonra enstitüler birbirinde ayrıldı. Sosyal Siyaset eski adıyla içtima-i siyaset dersleri, Kessler tarafından verilirdi. O hocanın hem sosyal siyaset hem de içtima-i siyaset kitapları vardı. İçtimayat tarafını bir yana bırakırsak sizin derginizle ilgili olan içtima-i siyaset dalını takip edersek, sosyal siyaset niçin denilmiştir? Bunun bir sebebi şu: Almanya’da 19. asırda bir sosyal siyaset veya içtima-i siyaset cemiyeti varmış. Almanya’nın ve Avrupa’nın ideolojik gelişmeleri içerisinde önemli yeri olan bir cemiyet ve dernek.

 

Önemi nereden geliyor?

19. Yüzyılda kapitalizme karşı sosyalizmin ve marksizmin taarruza geçerek geliştiği bir çağdır. Thomas Carline’nin kahramanlar kitabındaki tabiriyle, 19. asır tek yönlü ve tek kollu gelişen bir çağdır. Manevi tarafı ihmal etmiş, ruhu terk etmiş materyalist bir kisveye bürünmüş teknolojik ve iktisadi bakımda fevkalade gelişmelerin yaşandığı ama içtima-i sahada bir yıkımın yaşandığı bir çağ.

 

Sanayi Devrimi’nin başladığı dönem değil mi bu?

Sanayi Devrimi, bu gelişmeleri yaşandığı dönemde oldu. Bu kapitalizmin gayrı ahlaki ve gayri adil düzenine karşı insanlar bir reaksiyon göstermiş. Bundan şikayetçi olmuşlar. İnsanlar, kapitalizme karşı cephe almışlar ve sosyalizme ve derken ilmi sosyalizmi, marksizmi, komünizmi tercih edenler olmuştur. İşte Sosyal Siyaset düşüncesi de bu arada ortaya çıkmıştır. Demişlerdir ki, kapitalizmi yıkmayalım, çünkü marksizm kapitalizmi yıkmak istiyor. Yerine başka bir sistem kurulacak. Böylece, kapitalizmin gayrı adil ve gayrı ahlaki yönlerini tashih etme yoluna gitmişler. İşte Almanya’daki Sosyal Siyaset Cemiyeti’nin hedefi bu olmuştur: Kapitalizmin gayrı ahlaki ve gayri adil yönlerini düzeltmek. Cemiyette mülkiyet müessesesini muhafaza ederek üretimden ve tüketimden özel sektörü koruyarak, içtima-i hayatta aile müessesesini muhafaza ederek kapitalizmin kötü yönlerini düzeltecek pratik,  hukuki tedbirler almanın yolları düşünülmüş. Tabi bütün bu tedbirlerin adına da “sosyal siyaset tedbirleri” denilmiştir. Böylece kapitalizmi ayakta durabilecek ve yaşayacak hale getirelim demişler. O düşüncedeki insanlar bu sahada mücadele etmişler. Yani Sosyal Siyaset sadece nazari bir görüş değil bir aksiyondur. Fikri ta Descart’a kadar intikal eden bir harekettir. Onun için de adı Sosyal Siyaset olmuştur.

 

Sosyal Politika düşüncesi Alman Hocalar üzerinden Türkiye’ye gelmiş oluyor...

Bu düşüncenin doğuşu Almanya’da olmuştur. Almanların tabirinin ifade edilişinin zorluklarından dolayı Türkiye’ye Sosyal Politika olarak tercüme edilmiştir. Aslı “Sosyal İktisadî Siyaset” olması gerekir. Dolayısıyla Sosyal Siyaset’in böyle geniş bir perspektifi var.

Kessler derdi ki: “Sosyal Siyaset okuyacak bir kişinin evvela cemiyeti tanıması lazım.” Cemiyeti bilme ilmine de Latince ifadesiyle Sosyoloji deniliyor. Ama sosyolojinin eski adı içtimayattır. Cemiyet zaten içtimaîdir. Bunlar hep kelime ve tabirlerin farklı telaffuz edilmesinden kaynaklanıyor. “Ondan sonra iktisat bilmelidir. Ayrıca iktisadi doktrinlerin bilmesi gerekecektir.” İktisadi teoriler, iktisadi doktrinlere göre şekillenmişlerdir. Doktrinler iktisadi görüşlerdeki teammülleri anlatır. İşte marksizm, sosyalizm ve diğerleri gibi. Bu görüşler iktisada nasıl bakacağınızı ortaya koyuyor. Sonra da “o iktisadî harbin içinde cereyan ettiği müesseseyi de bileceksiniz” derdi Kessler. Demek ki, hepsini beraber bildikten sonra bunların üzerine içtima-i siyaset öğreneceksiniz. “Cemiyeti tanımadan, iktisadi bilmeden, işletmeyi okumadan sosyal siyaset yapılmaz” derdi. Ve kendisi öyle yetişmişti, bizleri de öyle yetiştirdi.

Bendeniz 1947’de Mülkiye’yi bitirirken sınıf birincisi olduğum için İstanbul’a tayin ettiler. Ankara’da İktisat Fakültesi yoktu. Onun yerine İstanbul’daki Mülkiye’yi Ankara’ya taşıdılar. Mülkiye, İktisat’ın Ankara’daki karşılığıydı. YÖK sistemi kurulunca İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi adı verildi. Bunlar olunca iki istisna ortaya çıktı. Birincisi İstanbul’daki İktisat Fakültesi ile Ankara’daki Siyasal Bilgiler Fakülteleri isimlerini korudular.

 

Daha sonra İstanbul’da Siyasal Bilgiler Fakültesi açıldı...

O da ideolojik oldu. Dönemin CHP’lisi, Tarık Zafer Tunaya daha ideolojik bir birim kurdu. Burası daha ideolojik oldu. Tarık Zafer Tunaya da başında bulunduğu için daha sola yakın bir fakülte kuruldu. Bu yüzden de İstanbul’da bir Siyasal Bilgiler Fakültesi kurulmuş oldu. Ama hikmet-i İlahi, İstanbul Siyasal Fakültesi’nin hocaları solcu, öğrencileri hep sağcı daha başka bir ifade ile ağırlıklı olarak mütedeyyin oldular. Genellikle İmam Hatip Liseleri mezunları burayı tercih eder hale geldiler. Talebeler hocalarını hizaya getirmeye başladılar.

 

YÖK’te bunun üzerine okulun tercih alanını değiştirdi bildiğimiz kadarıyla...

Evet.. Sosyal-Türkçe ağırlıklı öğrenci alan okulu alanını Türkçe-Matematik tercihli haline getirdiler.

 

Araya başka konular girdi. İstanbul’a tayininizden kalmıştık. Sonra neler yaptınız?

Biz dört arkadaştık. Bizleri dört ilçeye kaymakam refîki olarak tayin ettiler. 1948 yılındı bir ara seçim yapıldı. Bilenler iyi hatırlayacaktır. O zaman açık rey, gizli tasnif sistemi vardı. Halk da sisteme karşı tepkili hale geldiği için rey vermeye gelmediler. Hadiseyi boykot ettiler. Mülkiye’de CHP’ye bir tek rey verilmişti. 1948 seçimlerinde de İçişleri Bakanlığı bir talimat veriyor. Talimatta; “seçimde rey vermeyenlerin isimlerini bildiriniz”. Dört ilçe kaymakamı bu talebi ret etti. Ben de o ret cevabı verenlerin arasındaydım. Söz konusu ilçeler, Fatih, Kadıköy, Eminönü ve Beyoğlu idi. Dört kahraman insan hükümetin uygulamasına isyan etti. Böyle bir dönemde bendeniz İstanbul’dayım. Memurluğuna devam ederken zihnimde de ilmiye intisap etme fikri var. Yani akademik hayata bir özlemim vardı.

 

Bilim adamı olma düşüncesi niye gelişti. Aileden bilim adamı olan birileri var mıydı?

Ailemde bilim adamı yoktu. Ailem, Osmanlı devrinde Balkanlar’dan gelmiş. Bendeniz aile şeceresine meraklıyım. Babamın ana tarafı 17. asırda Konya’da atlara binmiş ve sipahi olarak Balkanlar’a gitmiş. O gidenlerin içinde bilebildiklerimizin en eskilerinden ismi de Aslan Zeamet. “Zaim”, zahmet sahibi demektir. Bir kökü Konya’dan. Ana tarafı da yine 17. asırda Kafkasya’dan kalkıp Balkanlar’ın fethine geliyorlar. Birinci grup Üsküp’ün Bulgaristan’a doğru kısmındaki “İşkip” şehrine yerleşiyor. İkinci grup da Köprülü’ye yerleşiyor. Onlar da Ayan oluyorlar. Ayan Ahmet Ağa ve Ayan Emine adıyla bilinen iki kardeş. Ali Osmanlı-Kara Osmanlı deniliyor babamlara. Onlara, Bey sülalesi denilirdi. Babamın adı, Keresteci Mehmet Efendi’dir. Anamın babasının adı, Ali Bey’dir.

Beylik sülaleden gelen bir unvan oluyor; bir makam. Makamların el alt başlangıç noktası. Sonra o makam yükseliyor ve paşalığa kadar gidiyor. Efendilik ise şahsın kendi karakter müktesebatıyla elde ettiği bir meziyetmiş. Onun için hiçbir zaman Şeyhülislam’a paşa denmez; “Şeyhülislam Efendi” denir. “Hoca Bey” denmez; “Hocaefendi” denir. Dolayısıyla ilmiye mensuplarına hep “efendi” diye hitap edilir. Eğer bir şahıs hem sülalede beyliği tevarüs etmişse hem de şahsen efendilik sıfatına layık görülmüşse o zaman “beyefendi” olur.

Buraya böylece şimdilik noktayı koyduktan sonra, İstanbul’daki hayat hikayeme geri döneyim. İstanbul’da Fatih kaymakam vekili olarak çalıştım. O zaman da hala vesika sistemi sürüyor. Biz lisede okurken o zaman her şey vesika ile veriliyor. Ekmek, şeker, pamuk ve diğerleri. Bir çok malın kendi özel parası vardı. Ağır işlerde çok çalışan insanlara bir ekmek verilirdi. Normal vatandaşlara yarım, çocuklara çeyrek ekmek verilirdi. Kumaş sadece memurlara verilirdi. Bu işi suiistimale müsait olduğu için Agah Bey, hepsini üzerime yıkmıştı.

Bu arada bu akademik sahaya geçme isteğim sürüyordu. Demek ki okuma isteğimin önüne geçemiyordum. Üniversitelerde doktora imtihanı açıldı. Bir arkadaşımla birlikte girelim diye niyet ettik. Fakat imtihan harcı da 25 lira. Maaşımız da 47 lira. Girmeye kalkıştığımız da bize “deli misin” diye sordular. Neticede imtihana girdim ve kazandım. Demek ki yol ayrımına gelmişim. Doktoraya yazıldım. O zaman memurların doktora yapması yasak. Ama doktora talebelerinin hepsi memur. Bile bile lades! Mesai içinde çay ve kahve içmek yasaktı. Hukuka riayetsizliği kural haline getirmişiz. Başka memleketlerde ise konulan kaidelere uyulur. Toplumu düzenleyenler akıllı ve güzel insanlar. Her toplumu 10-15 bin insan yönetir. Bunlar mühimdir. Bir ülkenin kalkınması, yetiştirdiği birinci sınıf mütehassıs elemanların doğru olarak yetiştirilmesi demektir. Evvela çözümü üretecek elaman yetiştirilmeli, sonra halkın gözü açılmalıdır.

Ne ise, doktora derslerine başladım. Branş olarak iktisattaki maliye, işletme ve sosyal siyaseti seçtim. İktisat dersinde tabi o zaman bir çok ünlü hocalar vardı. İktisat dersindeki dersin adı “Harp Sonrası İktisat”tı. Bu dersi profesör Kessler veriyordu. Maliye dersine Chris Noysvart geliyordu. İşletme İktisadı’na Profesör Andre İzak geliyordu. Sosyal Siyasete gene  Gerhart Kessler geliyordu. İkisi Yahudi idi. Kessler de Alman’dı. Derslere girmeme mazereti yoktu. Tek mazeret vardı ki, o da öğrencinin ölümü. Bunlar çok idealist insanlardı. Bizim İçtima-i İktisat Enstitüsü’nün kitaplarını Kessler Almanya’dan getirmişti. O hocalar ibadet eder gibi gece yarılarına kadar çalışırlardı. Cumartesi, Pazar kitap okuma günleriydi. Kendilerini kırlara verirlerdi. Yazılı notlarına bu iki günde bakmazlardı. İçki, sigara gibi kötü alışkanlıkları hiç yoktu. Bizim kürsü tamamen hayata dönüktü. Hiçbirimiz sınıfta kalmadık.

 

O dönemde kaç kişiydiniz?

15 kişiydik. Merkez binadaki binanın en üst katındaydık. Enstitü’nün içinde sınıfımız vardı. O hocaların yetiştirdiği kişiler de iyi oldular. Orhan Tuna, Sosyal Siyasetin başına geçti.

 

Yabancı hocalar “sosyal siyaset” dersini verirken daha çok hangi kültürü anlatırlardı?

Bizleri anlatırlardı. Türk toplumunda yaşananlara dikkat çekiyorlardı. Mesela Karabük’te yeni bir şehir doğuyor, hemen gidip onu incelerdik. O vakit üniversiteler devletin danışma kuruluydu. Hiçbir kanun üniversitelerden geçmeden Meclis’e gitmezdi. Üniversite-Devlet işbirliği son raddesindeydi. Sendikaların istikameti de bizim kürsülerde belirlenirdi. Eğer sendikaların istikameti bizim kürsüde değil de İdris Küçüköemer’in kürsüsünde olsaydı Türkiye komünist olurdu. O zamanki bütün sendikacılar vatansever insanlardı. Hepsi de inançlıydılar.

İstanbul’da ise işadamlarına seminerler verirdik. İşverenler inanç bakımında zayıf, işçiler inanç bakımında kuvvetliydiler. Türkiye’nin paradoksu buydu. 80 yıllık cumhuriyet dönemindeki kavgaların temelinde din faktörü vardır. Bütün dünyada böyledir. Kavgaların temelinde dini problemlerin çözülmeyişi vardır. İdeolojiler sadece sebeptir. Onun için Türkiye’deki bu mefhumlar; sağ-sol kavramları yanlıştır. Çünkü izah etmez. Batı cemiyet modelinin mefhumlarıdır. Batıda umumiyetle dört kurum cemiyete etki sahibidirler. Bürokrasi, sermaye, ordu ve kilise. Bu dördü toplumun kültürünü ve değerini muhafazaya çalışılır. Devletin de sahibi de onlardı. İngiltere’de devletin sahibi kraliçedir. Hükümetler hikayedir. İngiltere bir anlamda hilafet sistemi vardır. Türkiye olarak ne kendimizi ne de dünyayı tanıyoruz. Hem dilimizi hem de dinimizi de kaybediyoruz.

 

İstanbul Üniversitesi’ndeki doktora döneminize geri dönersek...

Kürsüye devam ettim. Osman Okyar Maliye kürsüsünde asistan. Sadun Aren ile de aynı sınıftayız. İşte o vakit Haydar Kazgan ile Gülten Kazgan da doktoranın birinci sınıfında talebeler. O vakitler mastır yoktu. Doktora vardı ve iki sene dersler vardı.

Şimdiki Fatih Kız Lisesi’nin bulunduğu yer dedemin konağıydı. Hala annemin orada bir dükkânı vardır. Evimiz Beyciz Caddesi’nde 48 numaradaydı. 1934 yılında geldiğimizde bir süre dedemin evinde oturduk. Sonra 2 bin 500 liraya iki katlı bahçeli bir ev aldık. O vakit Türkiye’de tam depresyon hali vardı. Para değerli, mal değersizdi. Onun için “para, mal getirir” denirdi. Rahmetli babam kereste ticaretiyle uğraşırdı. Rumlar buradan gidince, oradan gelen insanlar getirdikleri paralarla kendilerine iş kurmuşlar. İmkanları olmadığı için hep bakkaliye işine girmişler. Daha sonra bizim akrabalar oraya doluştular.

Liseye girdiğimde Hasan Ali Yücel Maarif Mektebi’ne gittim. Hasan Ali Yücel döneminde, yani batılılaşma dönemi ortaya çıktığı zamanlarda Farsça, Arapça okullardan kaldırıldı. Onun yerine Latince -eski Yunanca- koymak istiyorlar. O bakımdan da bir pilot deneme yapmak istiyorlar. 1940’ta klasik sınıflar açıldı. Vefa, Galatasaray liselerinde Ankara’da ise başka okullardan. Talebe seçip klasik şubeler açtılar. Bu dönemin ilk örneği benim. Benden sonra ikinci sınıfta Cevat Babuna okudu. Daha sonra kapandı. Bu sınıflardaki derslere hakikaten üniversitelerden hocalar geliyordu. Fakat çok sıkı oldu. Fen dersi hocaları da çok çetin çıktılar. Bunun üzerine talebeler kaçışmaya başladılar. Neticede bizler 13 kişi kaldık. Mevcut azalınca bizler özel bir eğitim görmüş olarak mektebi bitirdik.

Vefa Lisesi’nden iki hocamız vardı. Birisi Felsefe hocamız Nurettin Topçu, öbürü de Tarih Hocamız Reşat Ekrem Koçu. O, derslerde kitaptan hiç ders anlatmazdı. Mesela bir Sultanahmet’i üç derste anlatırdı. Rahmetli Nurettin Topçu zaman zaman şakalaşırdı ve derdi ki, “Sizin zihninizi bir sürü işe yaramaz bilgiyle dolduruyorlar. Bunu verince de mezun edip gönderiyorlar.”  

Bizim dönemimizde üniversitelere giriş imtihansızdı. Mülkiye ile mühendis mektepleri imtihanla öğrenci alırdı. Diğerlerine öğrenciler istedikleri gibi kayıt olurlardı. Bizim Nurettin Topçu’nun talebeleri en yüksek puanları almışlardı felsefe imtihanlarında. Tabi bu arada şunu da söyleyeyim. Hasan Ali Yücel, köy enstitülerini kurunca, Türkiye’de İslamî toplumda tart etmek dönemi başlar. 1934-1940 yılları arasında İslamî toplumun içinde çıkarma hareketleri hayata geçirilmeye özen gösterilmiştir. Tüm inkılâplar insanları, İslam’la,  Osmanlı ile olan münasebetlerini kesme hamleleridir. Hatta o zamanlar resmen Hıristiyanlığı teklif edenler bile olmuştur. Ama direnişle karşılaşınca o zaman İslam’ı iğdiş etme politikası izlenmiş ve en sonunda da sekülerleşme başlamıştır. Atatürk zamanında daha laiklik yoktur. Laiklik onun ölümüne yakın 1937 yılında kabul edilmiştir. Dolayısıyla böyle bir dönemdi Kuran okumak ve okutmak yasaktı. Türk dünyasıyla ilgilenen bir gence derhal Turancı yaftası karalanırdı. Turancılık, komünizmden daha tehlikeli gösterildi. 1945 yılında 8. Ciltlik muazzam mülkiyeliler tarihini yazan merhum Ali Çetinkaya ve Osman Gümrükçüoğlu Türk dünyasıyla ilgili yazılara yazdıkları için bir sene okuldan uzaklaştırıldılar.

 

Gerekçe neydi?

Türkiye’nin Türk dünyasıyla zaman ve mekan içinde irtibatını kesmek. Türkiye, İslam ve Türk dünyasıyla ilişkilerinden adeta izole edilmişti. 1955 yılına kadar Mısır’la başbakanlık seviyesinde hiçbir ziyaret gerçekleştirilmemiştir. Böyle bir dönemden geçmiştir Türkiye.

1950’den sonra Yeniden-İslamlaşma (re-Islamîzasyon) hareketi başlamıştır. Demokrat Parti iş başına geçince halk kendini bulmanın ve değerlerini yaşamanın yollarını aramaya başlamıştır. O dönemlerde Türkiye halkı fakir ve cahildi. “Yol vergisi” diye bir şey vardı. Parayı veremeyen herkes resmen yollarda çalıştırılırdı. Zonguldak vilayetinde oturanlar yılın belirli günlerinde maden ocaklarında çalıştırılırdı. “Cebri istihdam” sistemi vardı. Köylere, okullarını kendi yaptırmaları zorunlu olarak bildirilmişti. Yine köylerde cenazeleri kaldıracak hoca bulunmaz olmuştu. Son başbakan Şemsettin Günaltay, artık halk isyan olduğu toplum patlama noktasına geldiğinden dolayı İmam-Hatip Okulları açma programına yürürlüğü soktu.

Derin Devlet bu durumu görünce taktik değiştirdi. O zaman Milli Kalkınma Partisi’ni kuran Nuri Demirbağ da ilk defa merasime kurban kesimiyle başladı. Eskiden açılış ve temel atma törenlerinde şampanya patlatılırdı. Milli Kalkınma Partisi, Demokrat Partisi’ne muvaza partisi derdi. Milli Kalkınma Partisi’ni kuranlar mütedeyyin, inançlı ve vatanperver insanlardı ama politik sahada tecrübeleri yoktu. Başarılı olamadılar ve tasfiye oldular. Demokrat Partililer ise rahleden geçtiklerinden dolayı deneyimli insanlardı. Ama Demokrat Partililer, Halk Partisi’nin iyileriydiler. Halk Partisi’ndeki muhalefeti temsil ederlerdi. Başbakan Adnan Menderes bunun iyi bir örneğiydi. Ben o dönemi Hazreti Musa’nın Fravun’un sarayında büyütüldüğü döneme benzetiyorum. Samimi Müslümanların yetişmesine zemin hazırladılar. Kendileri olmasalar da iyi insanları yetişmesine imkanlar sağladılar. Dolayısıyla hayırla yad etmek gerekir.

Bendeniz böyle bir dönemde doktorayı bitirdim. Sonra yedek subay olarak askere gittim. Fakat içimde yine girme arzusu var. O vakit hocalarımın hepsi Almanya’ya gittiler. Ben de irtibat kurmak istiyorum. Bitirme tezi hazırladığım sırada, hocalarım Almanya’dan Türkiye’ye geri döndüler. Yedek subay iken asistanlık imtihanın açıldığını duydum. Geldim imtihana girdim. Yabancı hocalarla irtibatımız çoktu. İmtihanı kazandım, fakat bana tam olarak anlatmıyorlar, sonradan öğrendim ki, fakülte içinde çekişmeler var. Yahudi hocalar Yahudileri alıp kürsülere doldurmuşlar. Gruplar oluşmuş. Esasından bizim sosyal siyaset kürsüsü başlangıçta solu temsil ederdi bir bakıma. Öbürleri liberal ekonomiyi okuturlardı. Sonra gel zaman git zaman o liberaller sosyalist oldular. Biz gene aynı çizgide kaldık.

Bu çekişme içerisinde bizim ekip de fakülteyi kontrol etmeye çalışıyor. Hocalar, “kadro problemlerimiz var, siz bir süre daha kaymakamlığa döner misiniz?” deyince ben de kaymakamlıktaki görevime bir süre geri döndüm. Kadro problemleri hal olunca 1953 yılında asistanlığa başladım. Başlayacağım zaman “kör ölür badem gözlü olur” hikayesi gibi içişleri bakanlığında kıymete binmişiz. Bana izin vermediler. O zaman hemen Agah İyriboz’a gittim. Dedim ki, “Ben imtihanı kazandım ama gitmem için izin vermiyorlar.” Agah Bey, bu konuyu hayatımın en önemli görev telakki ederim. Çünkü “Ben de vaktiyle asistan olmuştum, gitmedim, şimdi bin pişmanım” dedi. Hemen beraber gittik. Beni emniyette önemli bir göreve getirmek istediklerini, bunun için de Amerika’ya göndereceklerini söylediler. Ben de buraya pazarlık yapmaya gelmediğimi söyledim. Agah Bey, tekrar içeri girdi ve gerekli izni çıkardı. Ardından da göreve başladık. İşte sosyal siyaset maceramda böylece başlamış oldu. Hocalarımız bunun üzerinde çok dururlardı. Fındıkoğlu içtima-i siyaset demişti, Orhan Hoca onun “içtima-i”sini sosyal yaptı. Bir kısım siyasetçilerde de Sosyal Politika oldu.

 

Sonra ise Çalışma Ekonomisi oldu...

Durun daha oraya geleceğiz. Ankara’da Mülkiye’de ise “Sosyal Ekonomi” diye, Fransızca’sından tercüme ederek aldılar. 1955 yılında doçentliğimi Amerika’da yaptım. Sosyal Siyaset’in müstakil olarak tek Fakülte olduğu üniversite Amerika’da var. Geldim ve 1957 kasımında doçent olarak derslere başladım.

Amerika’da ne kadar kaldınız?

Orada iki sene kaldım. Amerika, o zaman kendi kabuğunun dışına çıkıp dünya siyasetinde etkin rol oynamak için dünyanın değişik ülkelerinden insan getirip ülkesini tanıtıyordu. Birçok ülkede de ücretsiz öğrencilerin eğitimini üstlenmişti. Ankara’da kurmuş oldukları teşkilatlarıyla bizim bakanlıklarımızdan daha iyi çalışıyorlardı. Bakanlıklarımızda bulunmayan bilgiler oradan tedarik edilirdi. Devlet daireleri, sanayi tesisleri, işçi sendikaları ve üniversiteleri görmek istedim. Buna göre bir program yapıyorlardı ve gönderiyorlardı. Ziyaretlerimi yaptıktan sonra dönüyordum, faturalarımı verip yeni programı alıp yeniden ziyaretlere çıkıyordum. Bu sayede neredeyse bütün Amerika’yı dolaştım. Kanada’ya da gittim. O dönem Yahudilere kota konulmuştu. Birçok yere “buraya köpekler ve Yahudiler giremez” diye yazılar yazılmıştı. Şimdi Yahudiler kota koyuyor!

Tezimi orada hazırladım ve Türkiye’ye gönderdim. Verdiğim derste Çalışma Ekonomisi’ydi. O zamana kadar böyle bir ders yoktu. Ben iktisadın içindeki Çalışma Ekonomisi’ni, ücretleri, istihdam, işgücü gibi konuları ele aldım. Haftada iki saat dersim vardı. O iki saatlik ders için bir hafta boyunca hazırlanırdım. Verdiğim notlar da sonra kitap oldu. “Çalışma Ekonomisi” kitabı işte odur.

Türkiye’nin şablonuna oturdu ve çocuklar da başıma bela oldu. Tabi daha sonra başka dersler de vermeye başladım. Sosyal Siyaset’in her konusunu ders olarak verdim. “Bir yere takılıp kalmayın” derdim. Şimdikiler çok farklı oluyor. Hocalar tekniker gibi oluyorlar. Müderrislik makamının istediği bu değil. Müderrislikte diğer yan dersleri de anlatmak gerekiyor. Bunun içinde Sosyal Siyaset’te, sosyal güvenlik dersi okutulurdu. Sosyal Yardım dersi, Çalışma Ekonomisi, Şehircilik okutulurdu.

Bir çalışmanın genel koordinatörü oldum. İstanbul’un bütün fabrikalarını belediye çalışanlarıyla birlikte tek tek tespit ettik. Sanayi tesislerinin, fabrikaların kapasitelerini özelliklerini yazdık. Haritadaki yerlerine kadar her şeylerini inceledik. Amerika’dan uzmanlar gelip çalışmamız hakkında bilgi aldılar. Bu daha sonra benim profesörlük tezim oldu. İstanbul Sanayi bölgeleri hakkında bir kitap çalışması oldu. Bu araştırma da Milli Güvenlik Kurulu’na gitti. Güvenlik Kurulu’nun tasdikinden geçtikten sonra İstanbul’un nazım plan ve bürosu kuruldu. Nazım Plan Bürosu benim çalışmam dayanak gösterilerek yapıldı. Fakat daha sonra ben Almanya’ya gittim. Döndüğümde baktım o bütün çalışmaları kaybetmişler. Dolayısıyla Sosyal Siyaset’in geniş manada yapısı bizim kürsünün bünyesinde yer aldı.

1980’de Suudi  Arabistan’a gittim. Oradaki okullarda ders verdim. Döndüğüm zaman YÖK kurulmuştu. Bizim bölümün ismini değiştirmişlerdi. Değiştiren de bizim bir arkadaşımızdı. Bölümün adını “Sosyal Güvenlik ve Endüstri İlişkileri” diye koymuşlar. Ben gelince topladım kürsüdeki insanları ve dedim ki “Böyle saçmalık olmaz”. “Sosyal Güvenlik” olmayacağını söyledik ve neticede “Çalışma Ekonomisi” oldu. Sosyal Siyaset, bizim bölümde bir dal olarak okutuldu. Bunun yanı sıra çalışma ekonomisi, sosyal güvenlik, iş hukuku, toplu pazarlık, insan kaynakları, beşeri münasebetler ve daha pek çok konu anabilim dalları olarak kabul gördü. Bu konu başlıkların hepsi geniş manada sosyal siyasetin içine girer. Bir cemiyette sefaleti ve sefahati önlemek üzere alınan tedbirlerin hepsine sosyal siyaset denir.

 

Şimdi daha çok insan kaynakları boyutuna indirildi...

Evet modaya uyuldu. “Yeni bir şey söylemek zamanıdır” gibi deyimlerden hareketle değişiklik yapılıyor. Ama kimi zaman yanlış yapıldığı çok sonraları ortaya çıkıyor. Dünyada, söylenmemiş söz yoktur. Her şey söylenmiştir. Medeniyet, gelişmek, değişmek... Kimin ne kadar değiştiğini Allah bilir. Geçmişte yaşananlara, bir de şimdi olanlara bakın; hangisinin daha adil ve eşit bir dünya olduğunu ona göre değerlendirin.

İslâm’ın hâkim olduğu dünya kesinlikle çok farklıydı. O zamanlar insanlar fevkalade mutlu, bütün dünya bir tek devlet gibi tek bir toplum gibi. İslamiyet kompartizmayı kabul etmez. Tevhid dinidir. Adaletin, sosyali bilmem nesi olur mu? Adalet hayatın her safhasında her zerresinde olmalıdır. Batı sisteminde bölümlere ayrılmıştır. Farklı farklı kompartımanlar vardır. İslami anlayışta bütünlük vardır. Cüzler bütünün parçalarıdır. Cüz-kül münasebeti vardır. Ama cüz külden bağımsız değildir.

Adalet, her yerde olur. Onun içindir ki “Adalet mülkün temelidir” denilmiştir. Mülk burada kainat manasındadır. Kainatın temeli adalettir. Çünkü Cenab-ı Hakk, onun üzerine kurmuştur sistemi. O yüzden; denilmiştir ki, bir toplum, bir devlet küfür ile batmayabilir ama zulüm ile payidar kalamaz. Zulüm, adaletin zıttıdır. Batılı terminoloji kafamızı karıştırıyor. Şimdi biz, tam İslam toplumu olamıyoruz, kendi mefhumlarımızı bilmiyoruz ve kullanmıyoruz. Batı mefhumlarını alıyoruz ama halbuki onların ki bize uymuyor; ya dar  geliyor ya da geniş. Onun için tabiki zorlanıyoruz. Tıpkı bu sağ-sol gibi.

Bizde cami bürokrasiden kopartılmış, ordu camiden ilgi ve alakasını koparmış, sermaye çevreleri camilerden uzak durmuş. Bu üç grup camiden kopunca seküler hale bürünmüşler. Halbuki toplumun bütün içtimaî değerleri İslamî naslar üzerine kurulmuş. Bin yıllık bir geçmişten geliyor. Örf, adet, töre, gelenek ve görenekler halinde toplumun hayatına bir şekilde girmiştir. Şimdi Türkiye’de bürokrasi, ordu ve iş çevreleri bunlara karşı çıkıyorlar. Muhafazakâr değil reaksiyoner oluyorlar. Hâlbuki kendi şablonları gereğince muhafazakar olmaları gerekiyor. Mesela İstanbul’da fakir semtlerde hep muhafazakâr partiler kazanıyor. Oysa o fakirlerin solcu olmaları gerekirdi. Ama millet içtimaî değerlere sahip çıktığı için, baskılara rağmen bu değerleri muhafaza eden partilere oy veriyorlar fakirler. Öbür zenginler, bürokrasi ve ordu ise devlete sahip olmaları gerekirken milletten koptukları için, milletin değerlerini benimsemedikleri ve karşı çıktıkları için halkla zıt olan partilere oy veriyorlar. Moda’da, Şişli’de milletin değerlerine karşı çıkan partilere oy verilmesi gibi.

Batı böyle olunca oradaki kavramları burada kullanamazsınız. Olmaz çünkü. Onun için o tabirleri kullanmak doğru değildir. Neye göre sağ, neye göre sol? Çünkü İslam, bir bütündür. Eğer soldan kastedilen adalet ise, o İslam’ın içinde, özünde zaten vardır. Dinin yarısı ahlaktır. Bunun içinde zaten her türlü güzel değer var. “Komşusu aç iken ona bigane kalan bizden değildir”, “Çalıştırdığın işçinin ücretini teri kurumadan veriniz” diyor Efendimiz (as). İslam’da para karşılığından para kazanmak yasaktır. Dolayısıyla İslam İktisadı’nda kart, kredi kavramı yoktur. Kredi olamaz, çünkü kredi borç demektir. İktisadi hayatta borç, niçin verilir? Tabi ki para kazanmak için. Paradan para kazanmanın adı ise faizdir. Kur’an-ı Kerim’de 16 yerde faiz yasaklanmıştır. Ve bir yerde Allah-u Teala, “Faiz alan ve veren Allah’a ve peygamberine harp açmış demektir. Açın bakın Kur’an-ı Kerim’e. Bugünkü dünyanın hali bu. Bu dünya Allah’a ve peygamberine harp açmış insanlar eliyle yönetiliyor. İşte onun için terörizm var. 5 milyar insan sefalet içinden iken 1.5 milyar ise onları sömürüyor. Bu nasıl “sosyal adalet”? İşte kapitalist sistemin getirdiği sosyal adalet bu.

 

Bunun sebepleri nedir?

Bunun en bariz sebepleri, zekâtın düzenli olarak verilmemesi ve faiz sisteminin sürdürülmesidir.  Batının çarkı faiz sistemi ile dönüyor. Seküler iktisadın temeli faizdir. Faizi kaldırdınız mı, Batı biter. İşte o zaman İslam sistemi başlar. Onun yerine ikame edilen kâr-zarar ortaklığıdır.

İslamiyet’te üretim faktörü üçtür: Müteşebbis sermaye, emek ve tabiat. Gelirler de o zaman üçe ayrılıyor: ücret, kar ve kira.. Rant ve faiz hep tartışmalı olmuştur. Hak edilmemiş kazanç. Adalet meselesi İslam’ın özünde vardır. O vakit ben “İslam iktisadı”nı anlattığım zaman çoğu solcu hocalar “Efendim biz bunları bilmiyoruz” derlerdi. İslam’ın içinde sosyal siyasetin unsurları da vardır. Ama yerine göre, toplumuna, zamanına göre. Bazen içtima-i adalete daha çok önem verilmiştir. İbni Teyyime daha çok, İslam’ın sosyal adalet tarafın üzerinde durmuştur. Öbür yandan örneğin, Osmanlı toplumu daha müreffeh bir toplumdur. “Bir kimse bütün gün işinde helal kazanç peşinde koşar da yorgun gecelerse günahları af olur.” İşçiye bir türlü, işverene bir türlü söylüyor.

İslamiyet’te borç kesinlikle tavsiye edilmez. Peygamberimiz dua ederken şöyle derdi: “Yarabbi, beni günah işlemekten ve borca girmekten koru, muhafaza eyle”. Şimdi “Borç yiğidin kamçısıdır” derler. Ama buna benzer sözlerin hepsi münafıkların sözlerdir. Bunlar İslam’a aykırı şeylerdir. Hele tüketin için borç kesinlikle alınmamalıdır. Ancak üretim için o da mecbur kalınırsa kara ve zarara ortak olunarak alınır. İslamiyet’te ikraz müessesesi yoktur. İkraz olmayınca, faiz de yoktur. Onun için ben diyorum ki, bankalarda kredi departmanı olmaz. İslamiyet’te kredi veya ikraz bir tek şey için verilir: Allah rızası için. Ona da karz-ı hasen denilmiştir. Borç Allah için verilir.

Neden dolayı bir adamın gelirleri giderlerinden fazladır, zengin olmuştur? Allah vermiştir. İslamiyet’te servet Allah’ın dileğiyle olur. Ferdin çalışmasının mahsulü değildir. Her çalışan zengin olamaz. Allah, herkesi bu dünyada bir şekilde imtihan eder. Kimimizi servetimizle, kimimizi fakirliğimizle kimimizi güzelliğimizle, kimimizi çirkinliğimizle. İmtihan konuları çoktur. “Bakalım karşılığını veriyor muyuz” diye teste tabi tutuluyoruz. Cenabı Hakk der ki, “İlmi çalışana, serveti dilediğime veririm”. Peygamber efendimiz de, “Bir adamın servetini nereden kazandığını tasdik etmemiz için uzun boylu düşünmemize gerek yoktur. Nereye sarf ettiğine bakın”. Eğer kişi servetini hayır yolunda sarf ediyorsa hayırdan gelmiş demektir. Helal yoldan gelen kazançlar ancak hayır yolunda kullanılabilir.

Şimdi ana parametreler bunlardır. Bunlar bilinirse sorunlar kendiliğinde çözülmüş olur. Şayet İslamî değerleri hayatımızda tatbik edebilirsek, kapitalizme, sosyalizme, marksizme gerek kalmaz. Zira, faizi yasaklıyoruz. İslamiyet bir denge dinidir. Dengeler bozuldu mu, insan da kainatta yıkılır. Her şeyde denge esastır. Dengeler de zıtlardan meydana gelir. Denge adaletle sağlanıyor. Adaletin olduğu yerde zaten onun sosyali, iktisadi, siyasisi de vardır.

 

“İslam İktisadı” düşüncesi nereden çıkmıştır?   

İslam İktisadı mefhumu Hindistan’da ortaya çıkmıştır. Araplar’da yoktur. Araplar’da fıkıh bilinir. Hindistan ve Pakistan’da hem İngilizce hem de Arapça bilindiği için ve Batı’daki bazı hareketler de yayılmaya başlayınca oradaki Müslümanlar, İslam’ın özüne inerek konuları izah etme lüzumu görmüşler. Ve İslam Ekonomisi diye bir kavram ortaya çıkardılar.

Hamidullah Hoca da Fransa’dan Türkiye’ye gelince Edebiyat Fakültesi’nde İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde yazın dersler verirdi. Salih Tuğ Hoca da tercüme ederdi. Onun anlattığı derslerden bir kitapçık ortaya çıkmıştı. Ben de ondan ele aldım ve konuyu genişleterek yazdım. İstanbul Din Adamları Derneği, İslam İktisadı üzerine benden bir konferans istedi. Kadıköy Halkevi’nde bir konferans verdim. Çağaloğlu Yayınevi’nin sahibi rahmetli İhsan Babalık, İslam Mecmuası’nı çıkarıyordu. O, benim konferansımı teybe almış. Ve daha sonra deşifre ederek bana verdi. Onun çıkardığı mecmuada yayınlandı. Sonra alıp bastılar.

 

Türkiye’de son zamanlarda bazı çevrelerde bir İslami birliğin hayal olduğu düşüncesi savunuluyor. İslam Ortak Pazarı, Ortak Para Birimi ve benzeri konularda birlik ve beraberliğin güç olduğunu hatta savunulamayacak bir görüş olduğu dile getirilmeye başlandı. Bir bilim adamı olarak ve yıllardır bu konular yazan, konuşan bir insan olarak bu görüşlere karşı fikriniz nedir?

İslam ekonomisi var mıdır? Hem vardır hem yoktur. Eğer bir insan Müslüman ise ve iman ediyorsa vardır. İnanmıyorsa ve iman etmiyorsa, gayrı-Müslim ise yoktur. Çünkü bu düşüncenin adı İslam Ekonomisi. İslam bir dindir. Eğer İslam varsa, tabiki ekonomisi de vardır. Eğer sen İslam’a inanmıyorsan, sana göre de ekonomisi yoktur. Bugün dünyada hakim olan ekonomi İslam’la alakalı değil. Faizin hakim olduğu ekonomik bir dünyada, onlara göre, faizi ortadan kaldıran İslam ekonomisi olmaz. Çünkü inanmıyorlar.

Bir kişi İslam’a inandığı halde, İslam’ın ret ettiği ekonomik düzenin çarklarına göre hareket ediyorsa o günahkardır. Vaktiyle Konyalı Lokantası’nda işadamları toplanmış faiz konusunu konuşuyorlar. Rahmetli Nasuhi Bilmen de var. İşadamları, “Hocam rakiplerimiz büyürken, biz yerimizde sayıyoruz. Bize bu konuda fetva ver” dediler. Nasuhi Bilmen Hoca’da “Efendiler ben iktisatçı değilim. Allah faizİ haram kılmıştır. Ama sen dersen ki, ‘Ya Rabbi ben mecbur kalıyorum. Biliyorum haramdır bu. Zaruriyetten bu günahı işliyorum’ dersen, kendi fetvanı kendin verirsin; işini yaparsın. Ama fetvayı ben vereceğim, günahlar benim boynuma, kârlar senin cebine inecek böyle bir şey olmaz” dedi.

Bugünkü dünyada Müslümanlar ferden var, fakat toplum olarak yoklar. Bir İslam cemiyeti, bir İslam Devleti mevcut değil. Suudi Arabistan başta olmak üzere. Çünkü Suudi Arabistan’da hala İslam bankası dahi yok. 1980 yılında Muhammed Faysal’a bir İslam bankası kurulması için müracaat edildi. Sene 2006, hala ortada bir şey yok. Halk fukara, oradaki bankaların hepsini İslam bankası zannediyor. Oysa öyle değil, hepsi faizle çalışıyor. Kral “Evet, kurulsun” derse, mevcut bankalar zora girecekler. “Hayır” diyemiyor, çünkü bu sefer de “Sen İslam Devleti’sin, İslam Bankası’na nasıl hayır diyorsun” derler.

İslamî hükümlerin hakim olduğu toplum düzeni yok. Dolayısıyla Müslüman fertlerle İslami toplumunu birbirinde ayıracağız. İslamî toplum olmayınca tabii İslam ekonomisi de olmaz. Bölük pörçük oluyor. Türkiye’de olduğu gibi. İslam Bankaları kuruyoruz. Bir taraftan faizli bankalar diğer taraftan Faizsiz Finans Kurumları. Dolayısıyla zekat mecburiyeti, faiz yasağı uygulanmıyor. O zaman “İslam İktisadı” yok demek daha doğru olur. Eğer toplum olarak “zekat verilmelidir”, “faiz yasaklanmalıdır” deniliyorsa, “İslam İktisadı” başlıyor demektir. Evvela bize bağlıdır. Eğer ferdî Müslümanlığımızı toplumsal bir yapıya dönüştürebilirsek o zaman otomatikman İslam Ekonomisi yaşanmış olur. Çünkü bütünün parçaları bir araya gelmiş olur.

“İslam Dünyası”, son İslam devleti Osmanlı’nın yıkılmasıyla bitti. İslam dünyası siyaseten bitti, dinen ve iktisaden bitti. İslam dünyası müstemleke haline geldi. Birinci Dünya Harbi, İslam’a büyük darbe vurdu. Fakat, Kur’an’ın kerameti vardır. Orada “Ehli küfür, İslam karşısında tevhide gider, birleşir”, “İslam çekildiği zaman kendi aralarında tefrikaya düşerler”. Birinci Dünya Harbi’nden sonra İslam sahneden çekilince, batı dünyası kapitalist, komünistler olarak karşılıklı harp etmeye başladılar. Bu sayede İkinci Harp’ten sonra İslam dünyası yeniden kendine gelmeye başladı.

O ilk devlet, 10 sonra 20 oldu. Tabiki az kesretten vahdete gitmek gerekirdi ama gidilemedi. Çünkü bu 57 devletin coğrafyasının haritasını Müslümanlar çizmedi. Sömürgeciler çekilirken kendi düşüncelerine göre taksimat yaptılar. Kimisine çok nüfus az arazi kimisi de tam tersi. Aralarına ihtilaflar sokarak birlikte yaşayamayacak hale sokarak geri çekildiler. İslam ülkeleri bugün İslam’ın vahdetine ulaşma kavgası veriyorlar. 1970’lere kadar yoktu. 1970’ten sonra Allah, petrol ve zenginlik verdi. Fakat Müslümanlar o zenginliği kullanamadı. İmkanlarını üç beş şeyhin eliyle harcadılar. Lükse gidiyor; halbuki lüks ve israf haram. En zengin ve en fakir ülkeler Müslümanların elinde. Ama 1970’ten sonra İslam dünyası çocuklarını okutmaya başladılar. Onlar da okuyunca gördüler ki “Yahu biz, Müslüman gibi yaşamıyoruz.”

İslam dünyası ilk merhalede dinlerinden uzaklaştıklarının farkına vardılar. Toplum halinde Müslümanlığı yaşamadıklarını anladılar. Bir kısmı kapitalist, bir kısmı sosyalist bir kısmı bilmem ne grubunda. Ama hiçbirisi İslamî grupta değil. Onun üzerine “Eğer bu Allah’ın dini ise bunun bir izah tarzı olmalı. Biz neyiz? Kimiz?” diye sorgulamaya başladılar. İslam Ekonomisi düşüncesinin ortaya çıkmasından sonra, son dönemler de bazı liderlerin İslam birliği düşüncesi üzerinde durduklarına tanık oluyoruz.

Osmanlının yıkımında yıllar sonra 1969 yıllarında ilk defa İslam İktisadı Konferansı tertip edildi. Bir çok iktisatçı Cidde’deki konferansa katıldı. Orada İslam İktisadı ile ilgili çeşitli tebliğler sunuldu. Ben de o tebliğlerin hepsi vardır. Aynı sene Riyat’ta bu sefer “İslam Dünyası Birinci Teknoloji Kongresi” toplandı. Yine bütün mühendisler katıldı. Ve bunlara kişiler şahsen davet edildiler. Birinci kongreyi ben organize etmiştim. İkinci kongreyi de organize ettik. O zaman Rahmetli Turgut Özal da katılmıştı. Üçüncü kongre 1977 yılında yapıldı. O da “İslam Eğitim Birinci Dünya Kongresi” oldu. Bütün bu kongrelerin hepsi Kral Faysal tarafından yapılmıştı.

Böylece bir hareket başladı. Bu konuda Cidde’de “Uluslararası İslam İktisadi Enstitüsü” kuruldu. 1976 İslam Kalkınma Bankası kuruldu. O da şöyle oldu: Finans sahasında gelişen İslam ülkeleri, İslamî esaslara uygun bir Finans modeli hazırlayın, dediler. Onlar da hazırladılar. Dört işlem üzerine yaparsanız, bu iş olur, dediler. Banka kuruldu. Türkiye’de de kuruldu. Konferanslar devam etti. Pakistan’da yapıldı. Rahmetli Ziya-ül Hak bir İslam Üniversitesi kurdurdu. Gelişmeler arka arkaya yaşandı. Gayrı-Müslim ülkeler de bile bazı kürsüler kuruldu. Bu hareket 1990’a kadar sürdü. Tabi bu arada İslam Konferansı Örgütü kuruldu. “İslam Ülkeleri İktisadi ve Ticari İşleri Daimi Komitesi” kuruldu. Başkanlığını Ziya-ül Hak ve Kenan Evren seçildiler.

Fakat 1990’dan sonra özellikle Rusya’nın yıkılmasıyla birlikte tekrar ehl-i küfür birleşti. Onlar bu defa İslam’a karşı birlik oldular. Tekrar şimdi ehl-i küfür İslam’a karşı cephe aldı. İslam dünyası da buna karşı hazırlıklı davranamadı. Kuvveyt’in işgali sırasında İslam Konferansı Örgütü, Kahire’de toplantı halinde idi. Hiçbir şey yapmadan dağıldılar. Çünkü İslam dünyası başsız kaldı. Kral Faysal, Rıza Şah, Turgut Özal, Ziya-ül Hak öldüler. İslam’a inanmış lider kalmadı. Ve hala o durum devam ediyor.  Dolayısıyla bu safhada biri de kalkıp İslam Birliği’nden bahsetmiyor. Öte yanda Avrupa Birliği’ne aday olmak için çırpınılıyor. Onlar da bizi istemiyorlar. Onlar, “Sen Müslümansın, seni almayız” dediklerinden bu sefer sen de “Orası dini birlik mi” diye çıkışıyorsun. Onlar seni kabul etmeyenice sen de içerde İslam Birliği falan diyemezsin. İslam devletlerini yönetenler İslam’a inanmış değil. Derin devletlerin hepsi İslam’a karşı, Türkiye de dahil. Böyle olunca İslam Birliği nasıl kurulacak? İslam ülkelerinde, devletle milletler birbirinden kopuktur. Devletler, kendi toplumlarını ve milletlerini temsil etmiyorlar. Dolayısıyla yöneten kadrolar ihlasli olmayınca milletler arası kurumsal işbirliği de yapılamıyor. Bunun için bir kavga ve mücadele var. O süreç devam ediyor.

Yılmadan yürüyeceğiz, ne kadar yürüyebilirsek. Bizim görmemiz, başarılı olmamız şart değil. Karınca misali Kabe’ye doğru yürüyeceğiz, yürüyebildiğimiz kadar. Bizim görevimiz üzerimize düşen sorumluluğunuz yerine getirmekten ibarettir. Onun için erken öten horozun başını keserler derler. Reel politikada ferasetle hareket etmek gerekir. En üst perdeden İslam Birliği’nden bahsetmeye kalkarsanız, insan tabiatına aykırı olur. Her şey tedricen olur. Eğitim de öyle değil mi? Aşama aşama gidecek. İslamî gelişmeler yavaş yavaş olacak ve İslam Birliği de en son merhalede olacaktır. Bu sahada gelişmeler var. 50 sene önceki Türkiye ile bu seneki Türkiye bir değil. Önceleri böyle kadrolar, mecmualar yoktu. Bir polis camiye namaz kılmaya girince hadise olurdu. “Yav efendim polis memuru nasıl namaz kılıyor” diye.

1950’lerde bizim üniversite de Kurul’da oruç tutan tek hoca idim. 1970li yıllarda Ramazan’da toplu iftar verilen tek bir mekan vardı. İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin bodrum katındaki salonda iftar verilirdi. 30 gün o yemeği finanse edecek zengin tüccar bulmakta zorlanırdık. Bir de bugünkü hale bakın. Bunlar önemli kıyaslardır, ama hala işin başındayız. Hala özgün ağırlığımız zayıf. Devletten sermaye onlarda; MİT, ordu onlarda. O vakit bir şey diyemiyorsunuz. Parlamento sizde fakat iş yapamıyorsunuz. Bugünkü yapıda Türkiye boğazına kadar borca batmış durumda. Her sene 60 katrilyon lira borç faizlerine gidiyor. Yatırıma para kalmıyor ki! Borçların ödemeden de hiçbir şey yapamazsınız. Amerika ile işbirliği yapanlar ülkeyi bağımlı hale getirdiler.

 

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler.

Ben de teşekkür ederim.

 

Google