Prof. Dr. Sabahattin Zaim,
“hocaların hocası”. İçtimaî ve iktisadî sahanın hem teori hem de
pratik manadaki “pîr”i de diyebiliriz kendisi için. O’nun “pîrliği”,
ilimle iştigal edenlerin sadece ileri sürdükleri sözlerinden
(teorilerinden) öte, ileri sürdüğü fikirlerle birlikte bizzat
kendisi de ileri atılması ve işin içinde faal olarak bulunmasından
ileri gelmektedir. O, söylediklerini yapan, yaptıklarını söyleyen
bir önder ve örnek. Diğer taraftan, her kelimesi gönüllere işliyor,
çünkü söyledikleri gönüllden geliyor. Yaşayanlar arasında,
insanların en hayırlılarından olduğuna şüphemiz yok, çünkü insanlara
en çok faydası dokunanlardan.
“Zahiri yaşlı; ruhu genç
delikanlı”yla özel hayatından sosyal siyaset ile başlayan ilmi
hayatına kadar hemen her alanda yaptığımız söyleşi ile sizleri
başbaşa bırakıyoruz..
Görüşmemiz, biyografik çalışmayı da çağrıştıracağı
için izninizle hayat hikâyenizden başlayalım. Balkanlardan gelmişsiniz
değil mi?
Göçmen değil muhaciriz. Biz, Peygamber Efendimiz’in
hicretini takip eden muhacirleriz. 1950 den sonra gelenlere göçmen
diyorlar. Evvela buraya teşrif ettiğiniz için teşekkür ederim. Tebrik
ederim, güzel müminlere has bir girişimde bulundunuz. Sosyal Politikalar
Dergisi çıkartıyorsunuz.
Tabirler, mefhumlar çok önemlidir. Rahmetli Ayhan
Songar’ın şöyle bir tespiti vardır: Fikirler mefhumlarda ifade edilir,
mefhumlar da kelimelerle dile getirilir. Kelimeler yanlış olursa,
bozulursa mefhumlar doğru ifade edilemez. Mefhumlar doğru ifade
edilmezse fikirler doğru geliştirilemez. Şimdi tabi Türkiye, hem
kelimeler itibarıyla hem mefhumlar itibarıyla bir anarşi içerisindedir.
70-80 yıldan beri bir karmaşa sürüyor. Dolayısıyla bu karışıklık fikir
teşebbüsüne de yol açıyor. Sosyal Politika bunlardan bir tanesidir.
Sosyal Politics Almanca bir tabirdir ve dışarıdan devşirilerek Türkçe’ye
kazandırılmıştır. Keshler zamanında bunun adı “içtima-i siyaset” idi.
Yani, Türkçe’si içtima-i siyasettir. Sosyal Politika ise onun
Latincesidir.
Şimdi nerede başlıyor bu meseleler. Tabi ki İstanbul
Üniversitesi’nin kuruluşunda başlıyor. Malumatınız, İstanbul’da 19.
asırda bir Darülfünûn vardı. Bu eğitim müessesesi medrese sistemindeydi.
Mektep sistemi içerisinde de mekteb-i tıbbiye, mekteb-i harbiye gibi
müesseseler vardı. Sonra medreseden mektebe, mektepten okula, okuldan
koleje doğru geçtik. O zamandan 19. asrın ikinci yarısında ve ortasında
bu mektepler kurulurken bir de Darülfünûn kurulmuştu. İki yerde birden.
1933’te bu Darülfünûn’u ilga ettiler bir günde. Ertesi gün de İstanbul
Üniversitesi kuruldu. Mehmet Akifler, Babanzadeler hep Darülfünûn
müderrisleri oldular. O zaman mektebin başındaki insana da Darülfünûn
Emiri derlerdi. Rektör sonraki tabirdir.
1933 reformu hazırlanırken Almanya’da da Nasyonal
Sosyalizm ve Hitler iş başına geçmişti. Hitler’in de tutumundan memnun
kalmayan veya onun zulmünden, şerrinden kaçan hocalar da kendilerini
dışarı attılar. Onların bir kısmı Amerika’ya giderken bir kısmı da
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne geldiler. Türkiye, o yabancı ve kaçan
hocaları resmen davet etmiş. Ki bunlar iki grupmuş. Bir bölümü Hitler’e
ve Nasyonal Sosyalizm fikrine karşı olan Alman Profesörler; ikincisi ise
Musevi kökenlilermiş. Biri fikri bakımdan öbürü de can havliyle
kendilerini bir yerlere atıyorlar. Türkiye’ye kalabalık bir grup
geliyor. İki şehirde temerküz ediyorlar: Ankara ve İstanbul’da. Burada
üniversiteyi yeniden inşa ediyorlar. Bunlar geldiği zaman 1934 yılında
Hukuk Fakültesi var, Edebiyat fakültesi var ve devam ediyor. Hukuk
Fakültesi’ne bağlı olarak da İktisadi ve İçtimai sahada araştırma yapmak
faaliyet göstermek üzere bir enstitü kuruluyor. Henüz İktisat Fakültesi
yok. İktisadi ve İçtimai Araştırmalar Enstitüsü adıyla bir araştırma
merkezi kuruluyor. Bilahare 1936 yılında İktisat Fakültesi kurulduğunda
bu enstitü İktisat Fakültesi’ne devrediliyor. Ve başına da Gerhart
Kessler gibi bir Alman hoca getirilip konuluyor. Kessler, demokrat tipik
bir Prusyalı Almandır. Şahsiyet sahibi, namuslu, inançlı biridir. “Ben
Gavur değilim. Ben müminim” derdi.
Siz de onu bizzat görenlerdensiniz?
Tabii; benim hocamdı. Ben bizzat ondan ders aldım.
1951 yılına kadar devam etti. Dolayısıyla Kessler, İktisat ve İctimayat
Enstitüsü’nün kurucusudur. Şimdi 1936 da İktisat Fakültesi kurulunca, o
zaman iktisat kısmı ayrıldı. İktisat kürsüleri açıldı, geriye ictimayat
kısmı kaldı. O da “içtima-i siyaset” adı altında bir kürsü haline geldi.
Kesslerin başına geçtiği kürsü “içtima-i siyaset kürsüsü”dür.
O zamanlar üniversitede fakülte ağırlığı vardı. Esas
olan fakültelerdir. Fakültelerin kendi bütçeleri vardı ve dekanlar da
ita amirleriydi. Rektörlük, sembolik bir makamdı; esas olan akademik
birimlerdi, fakültelerdi. Fakülteler içinde de disiplinler vardı.
Disiplinler bünyesinde ise kürsüler yer alırdı. İşte içtima-i siyaset
bir disiplin idi. Onun içinde de iki kürsü yavaş yavaş teşekkül etti.
Birisi sonra Orhan Tuna hocamızın benim en sevdiğim tabirle Sosyal
Siyaset Kürsüsü oldu. Öbürü de Fındıkoğlu Ziyaettin Hocamızın da
İçtimayat Kürsüsü oldu.
Sonra metodoloji ve sosyoloji kürsüleri kuruldular.
1961 de iki kürsü ayrıldı. 1961 yılına kadar sosyoloji ve sosyal siyaset
müştereken bir kürsü halinde ve bir disiplin içinde yer alıyorlar; sonra
kürsüler ayrıldı. Daha sonra enstitüler birbirinde ayrıldı. Sosyal
Siyaset eski adıyla içtima-i siyaset dersleri, Kessler tarafından
verilirdi. O hocanın hem sosyal siyaset hem de içtima-i siyaset
kitapları vardı. İçtimayat tarafını bir yana bırakırsak sizin derginizle
ilgili olan içtima-i siyaset dalını takip edersek, sosyal siyaset niçin
denilmiştir? Bunun bir sebebi şu: Almanya’da 19. asırda bir sosyal
siyaset veya içtima-i siyaset cemiyeti varmış. Almanya’nın ve Avrupa’nın
ideolojik gelişmeleri içerisinde önemli yeri olan bir cemiyet ve dernek.
Önemi nereden geliyor?
19. Yüzyılda kapitalizme karşı sosyalizmin ve
marksizmin taarruza geçerek geliştiği bir çağdır. Thomas Carline’nin
kahramanlar kitabındaki tabiriyle, 19. asır tek yönlü ve tek kollu
gelişen bir çağdır. Manevi tarafı ihmal etmiş, ruhu terk etmiş
materyalist bir kisveye bürünmüş teknolojik ve iktisadi bakımda
fevkalade gelişmelerin yaşandığı ama içtima-i sahada bir yıkımın
yaşandığı bir çağ.
Sanayi Devrimi’nin başladığı dönem değil mi bu?
Sanayi Devrimi, bu gelişmeleri yaşandığı dönemde
oldu. Bu kapitalizmin gayrı ahlaki ve gayri adil düzenine karşı insanlar
bir reaksiyon göstermiş. Bundan şikayetçi olmuşlar. İnsanlar,
kapitalizme karşı cephe almışlar ve sosyalizme ve derken ilmi
sosyalizmi, marksizmi, komünizmi tercih edenler olmuştur. İşte Sosyal
Siyaset düşüncesi de bu arada ortaya çıkmıştır. Demişlerdir ki,
kapitalizmi yıkmayalım, çünkü marksizm kapitalizmi yıkmak istiyor.
Yerine başka bir sistem kurulacak. Böylece, kapitalizmin gayrı adil ve
gayrı ahlaki yönlerini tashih etme yoluna gitmişler. İşte Almanya’daki
Sosyal Siyaset Cemiyeti’nin hedefi bu olmuştur: Kapitalizmin gayrı
ahlaki ve gayri adil yönlerini düzeltmek. Cemiyette mülkiyet
müessesesini muhafaza ederek üretimden ve tüketimden özel sektörü
koruyarak, içtima-i hayatta aile müessesesini muhafaza ederek
kapitalizmin kötü yönlerini düzeltecek pratik, hukuki tedbirler almanın
yolları düşünülmüş. Tabi bütün bu tedbirlerin adına da “sosyal siyaset
tedbirleri” denilmiştir. Böylece kapitalizmi ayakta durabilecek ve
yaşayacak hale getirelim demişler. O düşüncedeki insanlar bu sahada
mücadele etmişler. Yani Sosyal Siyaset sadece nazari bir görüş değil bir
aksiyondur. Fikri ta Descart’a kadar intikal eden bir harekettir. Onun
için de adı Sosyal Siyaset olmuştur.
Sosyal Politika düşüncesi Alman Hocalar üzerinden
Türkiye’ye gelmiş oluyor...
Bu düşüncenin doğuşu Almanya’da olmuştur. Almanların
tabirinin ifade edilişinin zorluklarından dolayı Türkiye’ye Sosyal
Politika olarak tercüme edilmiştir. Aslı “Sosyal İktisadî Siyaset”
olması gerekir. Dolayısıyla Sosyal Siyaset’in böyle geniş bir
perspektifi var.
Kessler derdi ki: “Sosyal Siyaset okuyacak bir
kişinin evvela cemiyeti tanıması lazım.” Cemiyeti bilme ilmine de
Latince ifadesiyle Sosyoloji deniliyor. Ama sosyolojinin eski adı
içtimayattır. Cemiyet zaten içtimaîdir. Bunlar hep kelime ve tabirlerin
farklı telaffuz edilmesinden kaynaklanıyor. “Ondan sonra iktisat
bilmelidir. Ayrıca iktisadi doktrinlerin bilmesi gerekecektir.” İktisadi
teoriler, iktisadi doktrinlere göre şekillenmişlerdir. Doktrinler
iktisadi görüşlerdeki teammülleri anlatır. İşte marksizm, sosyalizm ve
diğerleri gibi. Bu görüşler iktisada nasıl bakacağınızı ortaya koyuyor.
Sonra da “o iktisadî harbin içinde cereyan ettiği müesseseyi de
bileceksiniz” derdi Kessler. Demek ki, hepsini beraber bildikten sonra
bunların üzerine içtima-i siyaset öğreneceksiniz. “Cemiyeti tanımadan,
iktisadi bilmeden, işletmeyi okumadan sosyal siyaset yapılmaz” derdi. Ve
kendisi öyle yetişmişti, bizleri de öyle yetiştirdi.
Bendeniz 1947’de Mülkiye’yi bitirirken sınıf
birincisi olduğum için İstanbul’a tayin ettiler. Ankara’da İktisat
Fakültesi yoktu. Onun yerine İstanbul’daki Mülkiye’yi Ankara’ya
taşıdılar. Mülkiye, İktisat’ın Ankara’daki karşılığıydı. YÖK sistemi
kurulunca İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi adı verildi. Bunlar
olunca iki istisna ortaya çıktı. Birincisi İstanbul’daki İktisat
Fakültesi ile Ankara’daki Siyasal Bilgiler Fakülteleri isimlerini
korudular.
Daha sonra İstanbul’da Siyasal Bilgiler Fakültesi
açıldı...
O da ideolojik oldu. Dönemin CHP’lisi, Tarık Zafer
Tunaya daha ideolojik bir birim kurdu. Burası daha ideolojik oldu. Tarık
Zafer Tunaya da başında bulunduğu için daha sola yakın bir fakülte
kuruldu. Bu yüzden de İstanbul’da bir Siyasal Bilgiler Fakültesi
kurulmuş oldu. Ama hikmet-i İlahi, İstanbul Siyasal Fakültesi’nin
hocaları solcu, öğrencileri hep sağcı daha başka bir ifade ile ağırlıklı
olarak mütedeyyin oldular. Genellikle İmam Hatip Liseleri mezunları
burayı tercih eder hale geldiler. Talebeler hocalarını hizaya getirmeye
başladılar.
YÖK’te bunun üzerine okulun tercih alanını
değiştirdi bildiğimiz kadarıyla...
Evet.. Sosyal-Türkçe ağırlıklı öğrenci alan okulu
alanını Türkçe-Matematik tercihli haline getirdiler.
Araya başka konular girdi. İstanbul’a tayininizden
kalmıştık. Sonra neler yaptınız?
Biz dört arkadaştık. Bizleri dört ilçeye kaymakam
refîki olarak tayin ettiler. 1948 yılındı bir ara seçim yapıldı.
Bilenler iyi hatırlayacaktır. O zaman açık rey, gizli tasnif sistemi
vardı. Halk da sisteme karşı tepkili hale geldiği için rey vermeye
gelmediler. Hadiseyi boykot ettiler. Mülkiye’de CHP’ye bir tek rey
verilmişti. 1948 seçimlerinde de İçişleri Bakanlığı bir talimat veriyor.
Talimatta; “seçimde rey vermeyenlerin isimlerini bildiriniz”. Dört ilçe
kaymakamı bu talebi ret etti. Ben de o ret cevabı verenlerin
arasındaydım. Söz konusu ilçeler, Fatih, Kadıköy, Eminönü ve Beyoğlu
idi. Dört kahraman insan hükümetin uygulamasına isyan etti. Böyle bir
dönemde bendeniz İstanbul’dayım. Memurluğuna devam ederken zihnimde de
ilmiye intisap etme fikri var. Yani akademik hayata bir özlemim vardı.
Bilim adamı olma düşüncesi niye gelişti. Aileden
bilim adamı olan birileri var mıydı?
Ailemde bilim adamı yoktu. Ailem, Osmanlı devrinde
Balkanlar’dan gelmiş. Bendeniz aile şeceresine meraklıyım. Babamın ana
tarafı 17. asırda Konya’da atlara binmiş ve sipahi olarak Balkanlar’a
gitmiş. O gidenlerin içinde bilebildiklerimizin en eskilerinden ismi de
Aslan Zeamet. “Zaim”, zahmet sahibi demektir. Bir kökü Konya’dan. Ana
tarafı da yine 17. asırda Kafkasya’dan kalkıp Balkanlar’ın fethine
geliyorlar. Birinci grup Üsküp’ün Bulgaristan’a doğru kısmındaki “İşkip”
şehrine yerleşiyor. İkinci grup da Köprülü’ye yerleşiyor. Onlar da Ayan
oluyorlar. Ayan Ahmet Ağa ve Ayan Emine adıyla bilinen iki kardeş. Ali
Osmanlı-Kara Osmanlı deniliyor babamlara. Onlara, Bey sülalesi
denilirdi. Babamın adı, Keresteci Mehmet Efendi’dir. Anamın babasının
adı, Ali Bey’dir.
Beylik sülaleden gelen bir unvan oluyor; bir makam.
Makamların el alt başlangıç noktası. Sonra o makam yükseliyor ve
paşalığa kadar gidiyor. Efendilik ise şahsın kendi karakter
müktesebatıyla elde ettiği bir meziyetmiş. Onun için hiçbir zaman
Şeyhülislam’a paşa denmez; “Şeyhülislam Efendi” denir. “Hoca Bey”
denmez; “Hocaefendi” denir. Dolayısıyla ilmiye mensuplarına hep “efendi”
diye hitap edilir. Eğer bir şahıs hem sülalede beyliği tevarüs etmişse
hem de şahsen efendilik sıfatına layık görülmüşse o zaman “beyefendi”
olur.
Buraya böylece şimdilik noktayı koyduktan sonra,
İstanbul’daki hayat hikayeme geri döneyim. İstanbul’da Fatih kaymakam
vekili olarak çalıştım. O zaman da hala vesika sistemi sürüyor. Biz
lisede okurken o zaman her şey vesika ile veriliyor. Ekmek, şeker, pamuk
ve diğerleri. Bir çok malın kendi özel parası vardı. Ağır işlerde çok
çalışan insanlara bir ekmek verilirdi. Normal vatandaşlara yarım,
çocuklara çeyrek ekmek verilirdi. Kumaş sadece memurlara verilirdi. Bu
işi suiistimale müsait olduğu için Agah Bey, hepsini üzerime yıkmıştı.
Bu arada bu akademik sahaya geçme isteğim sürüyordu.
Demek ki okuma isteğimin önüne geçemiyordum. Üniversitelerde doktora
imtihanı açıldı. Bir arkadaşımla birlikte girelim diye niyet ettik.
Fakat imtihan harcı da 25 lira. Maaşımız da 47 lira. Girmeye
kalkıştığımız da bize “deli misin” diye sordular. Neticede imtihana
girdim ve kazandım. Demek ki yol ayrımına gelmişim. Doktoraya yazıldım.
O zaman memurların doktora yapması yasak. Ama doktora talebelerinin
hepsi memur. Bile bile lades! Mesai içinde çay ve kahve içmek yasaktı.
Hukuka riayetsizliği kural haline getirmişiz. Başka memleketlerde ise
konulan kaidelere uyulur. Toplumu düzenleyenler akıllı ve güzel
insanlar. Her toplumu 10-15 bin insan yönetir. Bunlar mühimdir. Bir
ülkenin kalkınması, yetiştirdiği birinci sınıf mütehassıs elemanların
doğru olarak yetiştirilmesi demektir. Evvela çözümü üretecek elaman
yetiştirilmeli, sonra halkın gözü açılmalıdır.
Ne ise, doktora derslerine başladım. Branş olarak
iktisattaki maliye, işletme ve sosyal siyaseti seçtim. İktisat dersinde
tabi o zaman bir çok ünlü hocalar vardı. İktisat dersindeki dersin adı
“Harp Sonrası İktisat”tı. Bu dersi profesör Kessler veriyordu. Maliye
dersine Chris Noysvart geliyordu. İşletme İktisadı’na Profesör Andre
İzak geliyordu. Sosyal Siyasete gene Gerhart Kessler geliyordu. İkisi
Yahudi idi. Kessler de Alman’dı. Derslere girmeme mazereti yoktu. Tek
mazeret vardı ki, o da öğrencinin ölümü. Bunlar çok idealist insanlardı.
Bizim İçtima-i İktisat Enstitüsü’nün kitaplarını Kessler Almanya’dan
getirmişti. O hocalar ibadet eder gibi gece yarılarına kadar
çalışırlardı. Cumartesi, Pazar kitap okuma günleriydi. Kendilerini
kırlara verirlerdi. Yazılı notlarına bu iki günde bakmazlardı. İçki,
sigara gibi kötü alışkanlıkları hiç yoktu. Bizim kürsü tamamen hayata
dönüktü. Hiçbirimiz sınıfta kalmadık.
O dönemde kaç kişiydiniz?
15 kişiydik. Merkez binadaki binanın en üst
katındaydık. Enstitü’nün içinde sınıfımız vardı. O hocaların
yetiştirdiği kişiler de iyi oldular. Orhan Tuna, Sosyal Siyasetin başına
geçti.
Yabancı hocalar “sosyal siyaset” dersini verirken
daha çok hangi kültürü anlatırlardı?
Bizleri anlatırlardı. Türk toplumunda yaşananlara
dikkat çekiyorlardı. Mesela Karabük’te yeni bir şehir doğuyor, hemen
gidip onu incelerdik. O vakit üniversiteler devletin danışma kuruluydu.
Hiçbir kanun üniversitelerden geçmeden Meclis’e gitmezdi.
Üniversite-Devlet işbirliği son raddesindeydi. Sendikaların istikameti
de bizim kürsülerde belirlenirdi. Eğer sendikaların istikameti bizim
kürsüde değil de İdris Küçüköemer’in kürsüsünde olsaydı Türkiye komünist
olurdu. O zamanki bütün sendikacılar vatansever insanlardı. Hepsi de
inançlıydılar.
İstanbul’da ise işadamlarına seminerler verirdik.
İşverenler inanç bakımında zayıf, işçiler inanç bakımında
kuvvetliydiler. Türkiye’nin paradoksu buydu. 80 yıllık cumhuriyet
dönemindeki kavgaların temelinde din faktörü vardır. Bütün dünyada
böyledir. Kavgaların temelinde dini problemlerin çözülmeyişi vardır.
İdeolojiler sadece sebeptir. Onun için Türkiye’deki bu mefhumlar;
sağ-sol kavramları yanlıştır. Çünkü izah etmez. Batı cemiyet modelinin
mefhumlarıdır. Batıda umumiyetle dört kurum cemiyete etki sahibidirler.
Bürokrasi, sermaye, ordu ve kilise. Bu dördü toplumun kültürünü ve
değerini muhafazaya çalışılır. Devletin de sahibi de onlardı.
İngiltere’de devletin sahibi kraliçedir. Hükümetler hikayedir. İngiltere
bir anlamda hilafet sistemi vardır. Türkiye olarak ne kendimizi ne de
dünyayı tanıyoruz. Hem dilimizi hem de dinimizi de kaybediyoruz.
İstanbul Üniversitesi’ndeki doktora döneminize
geri dönersek...
Kürsüye devam ettim. Osman Okyar Maliye kürsüsünde
asistan. Sadun Aren ile de aynı sınıftayız. İşte o vakit Haydar Kazgan
ile Gülten Kazgan da doktoranın birinci sınıfında talebeler. O vakitler
mastır yoktu. Doktora vardı ve iki sene dersler vardı.
Şimdiki Fatih Kız Lisesi’nin bulunduğu yer dedemin
konağıydı. Hala annemin orada bir dükkânı vardır. Evimiz Beyciz
Caddesi’nde 48 numaradaydı. 1934 yılında geldiğimizde bir süre dedemin
evinde oturduk. Sonra 2 bin 500 liraya iki katlı bahçeli bir ev aldık. O
vakit Türkiye’de tam depresyon hali vardı. Para değerli, mal değersizdi.
Onun için “para, mal getirir” denirdi. Rahmetli babam kereste
ticaretiyle uğraşırdı. Rumlar buradan gidince, oradan gelen insanlar
getirdikleri paralarla kendilerine iş kurmuşlar. İmkanları olmadığı için
hep bakkaliye işine girmişler. Daha sonra bizim akrabalar oraya
doluştular.
Liseye girdiğimde Hasan Ali Yücel Maarif Mektebi’ne
gittim. Hasan Ali Yücel döneminde, yani batılılaşma dönemi ortaya
çıktığı zamanlarda Farsça, Arapça okullardan kaldırıldı. Onun yerine
Latince -eski Yunanca- koymak istiyorlar. O bakımdan da bir pilot deneme
yapmak istiyorlar. 1940’ta klasik sınıflar açıldı. Vefa, Galatasaray
liselerinde Ankara’da ise başka okullardan. Talebe seçip klasik şubeler
açtılar. Bu dönemin ilk örneği benim. Benden sonra ikinci sınıfta Cevat
Babuna okudu. Daha sonra kapandı. Bu sınıflardaki derslere hakikaten
üniversitelerden hocalar geliyordu. Fakat çok sıkı oldu. Fen dersi
hocaları da çok çetin çıktılar. Bunun üzerine talebeler kaçışmaya
başladılar. Neticede bizler 13 kişi kaldık. Mevcut azalınca bizler özel
bir eğitim görmüş olarak mektebi bitirdik.
Vefa Lisesi’nden iki hocamız vardı. Birisi Felsefe
hocamız Nurettin Topçu, öbürü de Tarih Hocamız Reşat Ekrem Koçu. O,
derslerde kitaptan hiç ders anlatmazdı. Mesela bir Sultanahmet’i üç
derste anlatırdı. Rahmetli Nurettin Topçu zaman zaman şakalaşırdı ve
derdi ki, “Sizin zihninizi bir sürü işe yaramaz bilgiyle dolduruyorlar.
Bunu verince de mezun edip gönderiyorlar.”
Bizim dönemimizde üniversitelere giriş imtihansızdı.
Mülkiye ile mühendis mektepleri imtihanla öğrenci alırdı. Diğerlerine
öğrenciler istedikleri gibi kayıt olurlardı. Bizim Nurettin Topçu’nun
talebeleri en yüksek puanları almışlardı felsefe imtihanlarında. Tabi bu
arada şunu da söyleyeyim. Hasan Ali Yücel, köy enstitülerini kurunca,
Türkiye’de İslamî toplumda tart etmek dönemi başlar. 1934-1940 yılları
arasında İslamî toplumun içinde çıkarma hareketleri hayata geçirilmeye
özen gösterilmiştir. Tüm inkılâplar insanları, İslam’la, Osmanlı ile
olan münasebetlerini kesme hamleleridir. Hatta o zamanlar resmen
Hıristiyanlığı teklif edenler bile olmuştur. Ama direnişle karşılaşınca
o zaman İslam’ı iğdiş etme politikası izlenmiş ve en sonunda da
sekülerleşme başlamıştır. Atatürk zamanında daha laiklik yoktur. Laiklik
onun ölümüne yakın 1937 yılında kabul edilmiştir. Dolayısıyla böyle bir
dönemdi Kuran okumak ve okutmak yasaktı. Türk dünyasıyla ilgilenen bir
gence derhal Turancı yaftası karalanırdı. Turancılık, komünizmden daha
tehlikeli gösterildi. 1945 yılında 8. Ciltlik muazzam mülkiyeliler
tarihini yazan merhum Ali Çetinkaya ve Osman Gümrükçüoğlu Türk
dünyasıyla ilgili yazılara yazdıkları için bir sene okuldan
uzaklaştırıldılar.
Gerekçe neydi?
Türkiye’nin Türk dünyasıyla zaman ve mekan içinde
irtibatını kesmek. Türkiye, İslam ve Türk dünyasıyla ilişkilerinden
adeta izole edilmişti. 1955 yılına kadar Mısır’la başbakanlık
seviyesinde hiçbir ziyaret gerçekleştirilmemiştir. Böyle bir dönemden
geçmiştir Türkiye.
1950’den sonra Yeniden-İslamlaşma (re-Islamîzasyon)
hareketi başlamıştır. Demokrat Parti iş başına geçince halk kendini
bulmanın ve değerlerini yaşamanın yollarını aramaya başlamıştır. O
dönemlerde Türkiye halkı fakir ve cahildi. “Yol vergisi” diye bir şey
vardı. Parayı veremeyen herkes resmen yollarda çalıştırılırdı. Zonguldak
vilayetinde oturanlar yılın belirli günlerinde maden ocaklarında
çalıştırılırdı. “Cebri istihdam” sistemi vardı. Köylere, okullarını
kendi yaptırmaları zorunlu olarak bildirilmişti. Yine köylerde
cenazeleri kaldıracak hoca bulunmaz olmuştu. Son başbakan Şemsettin
Günaltay, artık halk isyan olduğu toplum patlama noktasına geldiğinden
dolayı İmam-Hatip Okulları açma programına yürürlüğü soktu.
Derin Devlet bu durumu görünce taktik değiştirdi. O
zaman Milli Kalkınma Partisi’ni kuran Nuri Demirbağ da ilk defa merasime
kurban kesimiyle başladı. Eskiden açılış ve temel atma törenlerinde
şampanya patlatılırdı. Milli Kalkınma Partisi, Demokrat Partisi’ne
muvaza partisi derdi. Milli Kalkınma Partisi’ni kuranlar mütedeyyin,
inançlı ve vatanperver insanlardı ama politik sahada tecrübeleri yoktu.
Başarılı olamadılar ve tasfiye oldular. Demokrat Partililer ise rahleden
geçtiklerinden dolayı deneyimli insanlardı. Ama Demokrat Partililer,
Halk Partisi’nin iyileriydiler. Halk Partisi’ndeki muhalefeti temsil
ederlerdi. Başbakan Adnan Menderes bunun iyi bir örneğiydi. Ben o dönemi
Hazreti Musa’nın Fravun’un sarayında büyütüldüğü döneme benzetiyorum.
Samimi Müslümanların yetişmesine zemin hazırladılar. Kendileri olmasalar
da iyi insanları yetişmesine imkanlar sağladılar. Dolayısıyla hayırla
yad etmek gerekir.
Bendeniz böyle bir dönemde doktorayı bitirdim. Sonra
yedek subay olarak askere gittim. Fakat içimde yine girme arzusu var. O
vakit hocalarımın hepsi Almanya’ya gittiler. Ben de irtibat kurmak
istiyorum. Bitirme tezi hazırladığım sırada, hocalarım Almanya’dan
Türkiye’ye geri döndüler. Yedek subay iken asistanlık imtihanın
açıldığını duydum. Geldim imtihana girdim. Yabancı hocalarla irtibatımız
çoktu. İmtihanı kazandım, fakat bana tam olarak anlatmıyorlar, sonradan
öğrendim ki, fakülte içinde çekişmeler var. Yahudi hocalar Yahudileri
alıp kürsülere doldurmuşlar. Gruplar oluşmuş. Esasından bizim sosyal
siyaset kürsüsü başlangıçta solu temsil ederdi bir bakıma. Öbürleri
liberal ekonomiyi okuturlardı. Sonra gel zaman git zaman o liberaller
sosyalist oldular. Biz gene aynı çizgide kaldık.
Bu çekişme içerisinde bizim ekip de fakülteyi kontrol
etmeye çalışıyor. Hocalar, “kadro problemlerimiz var, siz bir süre daha
kaymakamlığa döner misiniz?” deyince ben de kaymakamlıktaki görevime bir
süre geri döndüm. Kadro problemleri hal olunca 1953 yılında asistanlığa
başladım. Başlayacağım zaman “kör ölür badem gözlü olur” hikayesi gibi
içişleri bakanlığında kıymete binmişiz. Bana izin vermediler. O zaman
hemen Agah İyriboz’a gittim. Dedim ki, “Ben imtihanı kazandım ama gitmem
için izin vermiyorlar.” Agah Bey, bu konuyu hayatımın en önemli görev
telakki ederim. Çünkü “Ben de vaktiyle asistan olmuştum, gitmedim, şimdi
bin pişmanım” dedi. Hemen beraber gittik. Beni emniyette önemli bir
göreve getirmek istediklerini, bunun için de Amerika’ya göndereceklerini
söylediler. Ben de buraya pazarlık yapmaya gelmediğimi söyledim. Agah
Bey, tekrar içeri girdi ve gerekli izni çıkardı. Ardından da göreve
başladık. İşte sosyal siyaset maceramda böylece başlamış oldu.
Hocalarımız bunun üzerinde çok dururlardı. Fındıkoğlu içtima-i siyaset
demişti, Orhan Hoca onun “içtima-i”sini sosyal yaptı. Bir kısım
siyasetçilerde de Sosyal Politika oldu.
Sonra ise Çalışma Ekonomisi oldu...
Durun daha oraya geleceğiz. Ankara’da Mülkiye’de ise
“Sosyal Ekonomi” diye, Fransızca’sından tercüme ederek aldılar. 1955
yılında doçentliğimi Amerika’da yaptım. Sosyal Siyaset’in müstakil
olarak tek Fakülte olduğu üniversite Amerika’da var. Geldim ve 1957
kasımında doçent olarak derslere başladım.
Amerika’da ne kadar kaldınız?
Orada iki sene kaldım. Amerika, o zaman kendi
kabuğunun dışına çıkıp dünya siyasetinde etkin rol oynamak için dünyanın
değişik ülkelerinden insan getirip ülkesini tanıtıyordu. Birçok ülkede
de ücretsiz öğrencilerin eğitimini üstlenmişti. Ankara’da kurmuş
oldukları teşkilatlarıyla bizim bakanlıklarımızdan daha iyi
çalışıyorlardı. Bakanlıklarımızda bulunmayan bilgiler oradan tedarik
edilirdi. Devlet daireleri, sanayi tesisleri, işçi sendikaları ve
üniversiteleri görmek istedim. Buna göre bir program yapıyorlardı ve
gönderiyorlardı. Ziyaretlerimi yaptıktan sonra dönüyordum, faturalarımı
verip yeni programı alıp yeniden ziyaretlere çıkıyordum. Bu sayede
neredeyse bütün Amerika’yı dolaştım. Kanada’ya da gittim. O dönem
Yahudilere kota konulmuştu. Birçok yere “buraya köpekler ve Yahudiler
giremez” diye yazılar yazılmıştı. Şimdi Yahudiler kota koyuyor!
Tezimi orada hazırladım ve Türkiye’ye gönderdim.
Verdiğim derste Çalışma Ekonomisi’ydi. O zamana kadar böyle bir ders
yoktu. Ben iktisadın içindeki Çalışma Ekonomisi’ni, ücretleri, istihdam,
işgücü gibi konuları ele aldım. Haftada iki saat dersim vardı. O iki
saatlik ders için bir hafta boyunca hazırlanırdım. Verdiğim notlar da
sonra kitap oldu. “Çalışma Ekonomisi” kitabı işte odur.
Türkiye’nin şablonuna oturdu ve çocuklar da başıma
bela oldu. Tabi daha sonra başka dersler de vermeye başladım. Sosyal
Siyaset’in her konusunu ders olarak verdim. “Bir yere takılıp kalmayın”
derdim. Şimdikiler çok farklı oluyor. Hocalar tekniker gibi oluyorlar.
Müderrislik makamının istediği bu değil. Müderrislikte diğer yan
dersleri de anlatmak gerekiyor. Bunun içinde Sosyal Siyaset’te, sosyal
güvenlik dersi okutulurdu. Sosyal Yardım dersi, Çalışma Ekonomisi,
Şehircilik okutulurdu.
Bir çalışmanın genel koordinatörü oldum. İstanbul’un
bütün fabrikalarını belediye çalışanlarıyla birlikte tek tek tespit
ettik. Sanayi tesislerinin, fabrikaların kapasitelerini özelliklerini
yazdık. Haritadaki yerlerine kadar her şeylerini inceledik. Amerika’dan
uzmanlar gelip çalışmamız hakkında bilgi aldılar. Bu daha sonra benim
profesörlük tezim oldu. İstanbul Sanayi bölgeleri hakkında bir kitap
çalışması oldu. Bu araştırma da Milli Güvenlik Kurulu’na gitti. Güvenlik
Kurulu’nun tasdikinden geçtikten sonra İstanbul’un nazım plan ve bürosu
kuruldu. Nazım Plan Bürosu benim çalışmam dayanak gösterilerek yapıldı.
Fakat daha sonra ben Almanya’ya gittim. Döndüğümde baktım o bütün
çalışmaları kaybetmişler. Dolayısıyla Sosyal Siyaset’in geniş manada
yapısı bizim kürsünün bünyesinde yer aldı.
1980’de Suudi Arabistan’a gittim. Oradaki okullarda
ders verdim. Döndüğüm zaman YÖK kurulmuştu. Bizim bölümün ismini
değiştirmişlerdi. Değiştiren de bizim bir arkadaşımızdı. Bölümün adını
“Sosyal Güvenlik ve Endüstri İlişkileri” diye koymuşlar. Ben gelince
topladım kürsüdeki insanları ve dedim ki “Böyle saçmalık olmaz”. “Sosyal
Güvenlik” olmayacağını söyledik ve neticede “Çalışma Ekonomisi” oldu.
Sosyal Siyaset, bizim bölümde bir dal olarak okutuldu. Bunun yanı sıra
çalışma ekonomisi, sosyal güvenlik, iş hukuku, toplu pazarlık, insan
kaynakları, beşeri münasebetler ve daha pek çok konu anabilim dalları
olarak kabul gördü. Bu konu başlıkların hepsi geniş manada sosyal
siyasetin içine girer. Bir cemiyette sefaleti ve sefahati önlemek üzere
alınan tedbirlerin hepsine sosyal siyaset denir.
Şimdi daha çok insan kaynakları boyutuna
indirildi...
Evet modaya uyuldu. “Yeni bir şey söylemek zamanıdır”
gibi deyimlerden hareketle değişiklik yapılıyor. Ama kimi zaman yanlış
yapıldığı çok sonraları ortaya çıkıyor. Dünyada, söylenmemiş söz yoktur.
Her şey söylenmiştir. Medeniyet, gelişmek, değişmek... Kimin ne kadar
değiştiğini Allah bilir. Geçmişte yaşananlara, bir de şimdi olanlara
bakın; hangisinin daha adil ve eşit bir dünya olduğunu ona göre
değerlendirin.
İslâm’ın hâkim olduğu dünya kesinlikle çok farklıydı.
O zamanlar insanlar fevkalade mutlu, bütün dünya bir tek devlet gibi tek
bir toplum gibi. İslamiyet kompartizmayı kabul etmez. Tevhid dinidir.
Adaletin, sosyali bilmem nesi olur mu? Adalet hayatın her safhasında her
zerresinde olmalıdır. Batı sisteminde bölümlere ayrılmıştır. Farklı
farklı kompartımanlar vardır. İslami anlayışta bütünlük vardır. Cüzler
bütünün parçalarıdır. Cüz-kül münasebeti vardır. Ama cüz külden bağımsız
değildir.
Adalet, her yerde olur. Onun içindir ki “Adalet
mülkün temelidir” denilmiştir. Mülk burada kainat manasındadır. Kainatın
temeli adalettir. Çünkü Cenab-ı Hakk, onun üzerine kurmuştur sistemi. O
yüzden; denilmiştir ki, bir toplum, bir devlet küfür ile batmayabilir
ama zulüm ile payidar kalamaz. Zulüm, adaletin zıttıdır. Batılı
terminoloji kafamızı karıştırıyor. Şimdi biz, tam İslam toplumu
olamıyoruz, kendi mefhumlarımızı bilmiyoruz ve kullanmıyoruz. Batı
mefhumlarını alıyoruz ama halbuki onların ki bize uymuyor; ya dar
geliyor ya da geniş. Onun için tabiki zorlanıyoruz. Tıpkı bu sağ-sol
gibi.
Bizde cami bürokrasiden kopartılmış, ordu camiden
ilgi ve alakasını koparmış, sermaye çevreleri camilerden uzak durmuş. Bu
üç grup camiden kopunca seküler hale bürünmüşler. Halbuki toplumun bütün
içtimaî değerleri İslamî naslar üzerine kurulmuş. Bin yıllık bir
geçmişten geliyor. Örf, adet, töre, gelenek ve görenekler halinde
toplumun hayatına bir şekilde girmiştir. Şimdi Türkiye’de bürokrasi,
ordu ve iş çevreleri bunlara karşı çıkıyorlar. Muhafazakâr değil
reaksiyoner oluyorlar. Hâlbuki kendi şablonları gereğince muhafazakar
olmaları gerekiyor. Mesela İstanbul’da fakir semtlerde hep muhafazakâr
partiler kazanıyor. Oysa o fakirlerin solcu olmaları gerekirdi. Ama
millet içtimaî değerlere sahip çıktığı için, baskılara rağmen bu
değerleri muhafaza eden partilere oy veriyorlar fakirler. Öbür
zenginler, bürokrasi ve ordu ise devlete sahip olmaları gerekirken
milletten koptukları için, milletin değerlerini benimsemedikleri ve
karşı çıktıkları için halkla zıt olan partilere oy veriyorlar. Moda’da,
Şişli’de milletin değerlerine karşı çıkan partilere oy verilmesi gibi.
Batı böyle olunca oradaki kavramları burada
kullanamazsınız. Olmaz çünkü. Onun için o tabirleri kullanmak doğru
değildir. Neye göre sağ, neye göre sol? Çünkü İslam, bir bütündür. Eğer
soldan kastedilen adalet ise, o İslam’ın içinde, özünde zaten vardır.
Dinin yarısı ahlaktır. Bunun içinde zaten her türlü güzel değer var.
“Komşusu aç iken ona bigane kalan bizden değildir”, “Çalıştırdığın
işçinin ücretini teri kurumadan veriniz” diyor Efendimiz (as). İslam’da
para karşılığından para kazanmak yasaktır. Dolayısıyla İslam
İktisadı’nda kart, kredi kavramı yoktur. Kredi olamaz, çünkü kredi borç
demektir. İktisadi hayatta borç, niçin verilir? Tabi ki para kazanmak
için. Paradan para kazanmanın adı ise faizdir. Kur’an-ı Kerim’de 16
yerde faiz yasaklanmıştır. Ve bir yerde Allah-u Teala, “Faiz alan ve
veren Allah’a ve peygamberine harp açmış demektir. Açın bakın Kur’an-ı
Kerim’e. Bugünkü dünyanın hali bu. Bu dünya Allah’a ve peygamberine harp
açmış insanlar eliyle yönetiliyor. İşte onun için terörizm var. 5 milyar
insan sefalet içinden iken 1.5 milyar ise onları sömürüyor. Bu nasıl
“sosyal adalet”? İşte kapitalist sistemin getirdiği sosyal adalet bu.
Bunun sebepleri nedir?
Bunun en bariz sebepleri, zekâtın düzenli olarak
verilmemesi ve faiz sisteminin sürdürülmesidir. Batının çarkı faiz
sistemi ile dönüyor. Seküler iktisadın temeli faizdir. Faizi kaldırdınız
mı, Batı biter. İşte o zaman İslam sistemi başlar. Onun yerine ikame
edilen kâr-zarar ortaklığıdır.
İslamiyet’te üretim faktörü üçtür: Müteşebbis
sermaye, emek ve tabiat. Gelirler de o zaman üçe ayrılıyor: ücret, kar
ve kira.. Rant ve faiz hep tartışmalı olmuştur. Hak edilmemiş kazanç.
Adalet meselesi İslam’ın özünde vardır. O vakit ben “İslam iktisadı”nı
anlattığım zaman çoğu solcu hocalar “Efendim biz bunları bilmiyoruz”
derlerdi. İslam’ın içinde sosyal siyasetin unsurları da vardır. Ama
yerine göre, toplumuna, zamanına göre. Bazen içtima-i adalete daha çok
önem verilmiştir. İbni Teyyime daha çok, İslam’ın sosyal adalet tarafın
üzerinde durmuştur. Öbür yandan örneğin, Osmanlı toplumu daha müreffeh
bir toplumdur. “Bir kimse bütün gün işinde helal kazanç peşinde koşar da
yorgun gecelerse günahları af olur.” İşçiye bir türlü, işverene bir
türlü söylüyor.
İslamiyet’te borç kesinlikle tavsiye edilmez.
Peygamberimiz dua ederken şöyle derdi: “Yarabbi, beni günah işlemekten
ve borca girmekten koru, muhafaza eyle”. Şimdi “Borç yiğidin kamçısıdır”
derler. Ama buna benzer sözlerin hepsi münafıkların sözlerdir. Bunlar
İslam’a aykırı şeylerdir. Hele tüketin için borç kesinlikle
alınmamalıdır. Ancak üretim için o da mecbur kalınırsa kara ve zarara
ortak olunarak alınır. İslamiyet’te ikraz müessesesi yoktur. İkraz
olmayınca, faiz de yoktur. Onun için ben diyorum ki, bankalarda kredi
departmanı olmaz. İslamiyet’te kredi veya ikraz bir tek şey için
verilir: Allah rızası için. Ona da karz-ı hasen denilmiştir. Borç Allah
için verilir.
Neden dolayı bir adamın gelirleri giderlerinden
fazladır, zengin olmuştur? Allah vermiştir. İslamiyet’te servet Allah’ın
dileğiyle olur. Ferdin çalışmasının mahsulü değildir. Her çalışan zengin
olamaz. Allah, herkesi bu dünyada bir şekilde imtihan eder. Kimimizi
servetimizle, kimimizi fakirliğimizle kimimizi güzelliğimizle, kimimizi
çirkinliğimizle. İmtihan konuları çoktur. “Bakalım karşılığını veriyor
muyuz” diye teste tabi tutuluyoruz. Cenabı Hakk der ki, “İlmi çalışana,
serveti dilediğime veririm”. Peygamber efendimiz de, “Bir adamın
servetini nereden kazandığını tasdik etmemiz için uzun boylu düşünmemize
gerek yoktur. Nereye sarf ettiğine bakın”. Eğer kişi servetini hayır
yolunda sarf ediyorsa hayırdan gelmiş demektir. Helal yoldan gelen
kazançlar ancak hayır yolunda kullanılabilir.
Şimdi ana parametreler bunlardır. Bunlar bilinirse
sorunlar kendiliğinde çözülmüş olur. Şayet İslamî değerleri hayatımızda
tatbik edebilirsek, kapitalizme, sosyalizme, marksizme gerek kalmaz.
Zira, faizi yasaklıyoruz. İslamiyet bir denge dinidir. Dengeler bozuldu
mu, insan da kainatta yıkılır. Her şeyde denge esastır. Dengeler de
zıtlardan meydana gelir. Denge adaletle sağlanıyor. Adaletin olduğu
yerde zaten onun sosyali, iktisadi, siyasisi de vardır.
“İslam İktisadı” düşüncesi nereden çıkmıştır?
İslam İktisadı mefhumu Hindistan’da ortaya çıkmıştır.
Araplar’da yoktur. Araplar’da fıkıh bilinir. Hindistan ve Pakistan’da
hem İngilizce hem de Arapça bilindiği için ve Batı’daki bazı hareketler
de yayılmaya başlayınca oradaki Müslümanlar, İslam’ın özüne inerek
konuları izah etme lüzumu görmüşler. Ve İslam Ekonomisi diye bir kavram
ortaya çıkardılar.
Hamidullah Hoca da Fransa’dan Türkiye’ye gelince
Edebiyat Fakültesi’nde İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde yazın dersler
verirdi. Salih Tuğ Hoca da tercüme ederdi. Onun anlattığı derslerden bir
kitapçık ortaya çıkmıştı. Ben de ondan ele aldım ve konuyu genişleterek
yazdım. İstanbul Din Adamları Derneği, İslam İktisadı üzerine benden bir
konferans istedi. Kadıköy Halkevi’nde bir konferans verdim. Çağaloğlu
Yayınevi’nin sahibi rahmetli İhsan Babalık, İslam Mecmuası’nı
çıkarıyordu. O, benim konferansımı teybe almış. Ve daha sonra deşifre
ederek bana verdi. Onun çıkardığı mecmuada yayınlandı. Sonra alıp
bastılar.
Türkiye’de son zamanlarda bazı çevrelerde bir
İslami birliğin hayal olduğu düşüncesi savunuluyor. İslam Ortak Pazarı,
Ortak Para Birimi ve benzeri konularda birlik ve beraberliğin güç
olduğunu hatta savunulamayacak bir görüş olduğu dile getirilmeye
başlandı. Bir bilim adamı olarak ve yıllardır bu konular yazan, konuşan
bir insan olarak bu görüşlere karşı fikriniz nedir?
İslam ekonomisi var mıdır? Hem vardır hem yoktur.
Eğer bir insan Müslüman ise ve iman ediyorsa vardır. İnanmıyorsa ve iman
etmiyorsa, gayrı-Müslim ise yoktur. Çünkü bu düşüncenin adı İslam
Ekonomisi. İslam bir dindir. Eğer İslam varsa, tabiki ekonomisi de
vardır. Eğer sen İslam’a inanmıyorsan, sana göre de ekonomisi yoktur.
Bugün dünyada hakim olan ekonomi İslam’la alakalı değil. Faizin hakim
olduğu ekonomik bir dünyada, onlara göre, faizi ortadan kaldıran İslam
ekonomisi olmaz. Çünkü inanmıyorlar.
Bir kişi İslam’a inandığı halde, İslam’ın ret ettiği
ekonomik düzenin çarklarına göre hareket ediyorsa o günahkardır.
Vaktiyle Konyalı Lokantası’nda işadamları toplanmış faiz konusunu
konuşuyorlar. Rahmetli Nasuhi Bilmen de var. İşadamları, “Hocam
rakiplerimiz büyürken, biz yerimizde sayıyoruz. Bize bu konuda fetva
ver” dediler. Nasuhi Bilmen Hoca’da “Efendiler ben iktisatçı değilim.
Allah faizİ haram kılmıştır. Ama sen dersen ki, ‘Ya Rabbi ben mecbur
kalıyorum. Biliyorum haramdır bu. Zaruriyetten bu günahı işliyorum’
dersen, kendi fetvanı kendin verirsin; işini yaparsın. Ama fetvayı ben
vereceğim, günahlar benim boynuma, kârlar senin cebine inecek böyle bir
şey olmaz” dedi.
Bugünkü dünyada Müslümanlar ferden var, fakat toplum
olarak yoklar. Bir İslam cemiyeti, bir İslam Devleti mevcut değil. Suudi
Arabistan başta olmak üzere. Çünkü Suudi Arabistan’da hala İslam bankası
dahi yok. 1980 yılında Muhammed Faysal’a bir İslam bankası kurulması
için müracaat edildi. Sene 2006, hala ortada bir şey yok. Halk fukara,
oradaki bankaların hepsini İslam bankası zannediyor. Oysa öyle değil,
hepsi faizle çalışıyor. Kral “Evet, kurulsun” derse, mevcut bankalar
zora girecekler. “Hayır” diyemiyor, çünkü bu sefer de “Sen İslam
Devleti’sin, İslam Bankası’na nasıl hayır diyorsun” derler.
İslamî hükümlerin hakim olduğu toplum düzeni yok.
Dolayısıyla Müslüman fertlerle İslami toplumunu birbirinde ayıracağız.
İslamî toplum olmayınca tabii İslam ekonomisi de olmaz. Bölük pörçük
oluyor. Türkiye’de olduğu gibi. İslam Bankaları kuruyoruz. Bir taraftan
faizli bankalar diğer taraftan Faizsiz Finans Kurumları. Dolayısıyla
zekat mecburiyeti, faiz yasağı uygulanmıyor. O zaman “İslam İktisadı”
yok demek daha doğru olur. Eğer toplum olarak “zekat verilmelidir”,
“faiz yasaklanmalıdır” deniliyorsa, “İslam İktisadı” başlıyor demektir.
Evvela bize bağlıdır. Eğer ferdî Müslümanlığımızı toplumsal bir yapıya
dönüştürebilirsek o zaman otomatikman İslam Ekonomisi yaşanmış olur.
Çünkü bütünün parçaları bir araya gelmiş olur.
“İslam Dünyası”, son İslam devleti Osmanlı’nın
yıkılmasıyla bitti. İslam dünyası siyaseten bitti, dinen ve iktisaden
bitti. İslam dünyası müstemleke haline geldi. Birinci Dünya Harbi,
İslam’a büyük darbe vurdu. Fakat, Kur’an’ın kerameti vardır. Orada “Ehli
küfür, İslam karşısında tevhide gider, birleşir”, “İslam çekildiği zaman
kendi aralarında tefrikaya düşerler”. Birinci Dünya Harbi’nden sonra
İslam sahneden çekilince, batı dünyası kapitalist, komünistler olarak
karşılıklı harp etmeye başladılar. Bu sayede İkinci Harp’ten sonra İslam
dünyası yeniden kendine gelmeye başladı.
O ilk devlet, 10 sonra 20 oldu. Tabiki az kesretten
vahdete gitmek gerekirdi ama gidilemedi. Çünkü bu 57 devletin
coğrafyasının haritasını Müslümanlar çizmedi. Sömürgeciler çekilirken
kendi düşüncelerine göre taksimat yaptılar. Kimisine çok nüfus az arazi
kimisi de tam tersi. Aralarına ihtilaflar sokarak birlikte yaşayamayacak
hale sokarak geri çekildiler. İslam ülkeleri bugün İslam’ın vahdetine
ulaşma kavgası veriyorlar. 1970’lere kadar yoktu. 1970’ten sonra Allah,
petrol ve zenginlik verdi. Fakat Müslümanlar o zenginliği kullanamadı.
İmkanlarını üç beş şeyhin eliyle harcadılar. Lükse gidiyor; halbuki lüks
ve israf haram. En zengin ve en fakir ülkeler Müslümanların elinde. Ama
1970’ten sonra İslam dünyası çocuklarını okutmaya başladılar. Onlar da
okuyunca gördüler ki “Yahu biz, Müslüman gibi yaşamıyoruz.”
İslam dünyası ilk merhalede dinlerinden
uzaklaştıklarının farkına vardılar. Toplum halinde Müslümanlığı
yaşamadıklarını anladılar. Bir kısmı kapitalist, bir kısmı sosyalist bir
kısmı bilmem ne grubunda. Ama hiçbirisi İslamî grupta değil. Onun
üzerine “Eğer bu Allah’ın dini ise bunun bir izah tarzı olmalı. Biz
neyiz? Kimiz?” diye sorgulamaya başladılar. İslam Ekonomisi düşüncesinin
ortaya çıkmasından sonra, son dönemler de bazı liderlerin İslam birliği
düşüncesi üzerinde durduklarına tanık oluyoruz.
Osmanlının yıkımında yıllar sonra 1969 yıllarında ilk
defa İslam İktisadı Konferansı tertip edildi. Bir çok iktisatçı
Cidde’deki konferansa katıldı. Orada İslam İktisadı ile ilgili çeşitli
tebliğler sunuldu. Ben de o tebliğlerin hepsi vardır. Aynı sene Riyat’ta
bu sefer “İslam Dünyası Birinci Teknoloji Kongresi” toplandı. Yine bütün
mühendisler katıldı. Ve bunlara kişiler şahsen davet edildiler. Birinci
kongreyi ben organize etmiştim. İkinci kongreyi de organize ettik. O
zaman Rahmetli Turgut Özal da katılmıştı. Üçüncü kongre 1977 yılında
yapıldı. O da “İslam Eğitim Birinci Dünya Kongresi” oldu. Bütün bu
kongrelerin hepsi Kral Faysal tarafından yapılmıştı.
Böylece bir hareket başladı. Bu konuda Cidde’de
“Uluslararası İslam İktisadi Enstitüsü” kuruldu. 1976 İslam Kalkınma
Bankası kuruldu. O da şöyle oldu: Finans sahasında gelişen İslam
ülkeleri, İslamî esaslara uygun bir Finans modeli hazırlayın, dediler.
Onlar da hazırladılar. Dört işlem üzerine yaparsanız, bu iş olur,
dediler. Banka kuruldu. Türkiye’de de kuruldu. Konferanslar devam etti.
Pakistan’da yapıldı. Rahmetli Ziya-ül Hak bir İslam Üniversitesi
kurdurdu. Gelişmeler arka arkaya yaşandı. Gayrı-Müslim ülkeler de bile
bazı kürsüler kuruldu. Bu hareket 1990’a kadar sürdü. Tabi bu arada
İslam Konferansı Örgütü kuruldu. “İslam Ülkeleri İktisadi ve Ticari
İşleri Daimi Komitesi” kuruldu. Başkanlığını Ziya-ül Hak ve Kenan Evren
seçildiler.
Fakat 1990’dan sonra özellikle Rusya’nın yıkılmasıyla
birlikte tekrar ehl-i küfür birleşti. Onlar bu defa İslam’a karşı birlik
oldular. Tekrar şimdi ehl-i küfür İslam’a karşı cephe aldı. İslam
dünyası da buna karşı hazırlıklı davranamadı. Kuvveyt’in işgali
sırasında İslam Konferansı Örgütü, Kahire’de toplantı halinde idi.
Hiçbir şey yapmadan dağıldılar. Çünkü İslam dünyası başsız kaldı. Kral
Faysal, Rıza Şah, Turgut Özal, Ziya-ül Hak öldüler. İslam’a inanmış
lider kalmadı. Ve hala o durum devam ediyor. Dolayısıyla bu safhada
biri de kalkıp İslam Birliği’nden bahsetmiyor. Öte yanda Avrupa
Birliği’ne aday olmak için çırpınılıyor. Onlar da bizi istemiyorlar.
Onlar, “Sen Müslümansın, seni almayız” dediklerinden bu sefer sen de
“Orası dini birlik mi” diye çıkışıyorsun. Onlar seni kabul etmeyenice
sen de içerde İslam Birliği falan diyemezsin. İslam devletlerini
yönetenler İslam’a inanmış değil. Derin devletlerin hepsi İslam’a karşı,
Türkiye de dahil. Böyle olunca İslam Birliği nasıl kurulacak? İslam
ülkelerinde, devletle milletler birbirinden kopuktur. Devletler, kendi
toplumlarını ve milletlerini temsil etmiyorlar. Dolayısıyla yöneten
kadrolar ihlasli olmayınca milletler arası kurumsal işbirliği de
yapılamıyor. Bunun için bir kavga ve mücadele var. O süreç devam ediyor.
Yılmadan yürüyeceğiz, ne kadar yürüyebilirsek. Bizim
görmemiz, başarılı olmamız şart değil. Karınca misali Kabe’ye doğru
yürüyeceğiz, yürüyebildiğimiz kadar. Bizim görevimiz üzerimize düşen
sorumluluğunuz yerine getirmekten ibarettir. Onun için erken öten
horozun başını keserler derler. Reel politikada ferasetle hareket etmek
gerekir. En üst perdeden İslam Birliği’nden bahsetmeye kalkarsanız,
insan tabiatına aykırı olur. Her şey tedricen olur. Eğitim de öyle değil
mi? Aşama aşama gidecek. İslamî gelişmeler yavaş yavaş olacak ve İslam
Birliği de en son merhalede olacaktır. Bu sahada gelişmeler var. 50 sene
önceki Türkiye ile bu seneki Türkiye bir değil. Önceleri böyle kadrolar,
mecmualar yoktu. Bir polis camiye namaz kılmaya girince hadise olurdu.
“Yav efendim polis memuru nasıl namaz kılıyor” diye.
1950’lerde bizim üniversite de Kurul’da oruç tutan
tek hoca idim. 1970li yıllarda Ramazan’da toplu iftar verilen tek bir
mekan vardı. İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin bodrum katındaki salonda
iftar verilirdi. 30 gün o yemeği finanse edecek zengin tüccar bulmakta
zorlanırdık. Bir de bugünkü hale bakın. Bunlar önemli kıyaslardır, ama
hala işin başındayız. Hala özgün ağırlığımız zayıf. Devletten sermaye
onlarda; MİT, ordu onlarda. O vakit bir şey diyemiyorsunuz. Parlamento
sizde fakat iş yapamıyorsunuz. Bugünkü yapıda Türkiye boğazına kadar
borca batmış durumda. Her sene 60 katrilyon lira borç faizlerine
gidiyor. Yatırıma para kalmıyor ki! Borçların ödemeden de hiçbir şey
yapamazsınız. Amerika ile işbirliği yapanlar ülkeyi bağımlı hale
getirdiler.
Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler.
Ben de teşekkür ederim.
|