|
HZ. PEYGAMBER’İN ENGELLİLERE KARŞI BAKIŞ
AÇISININ TESBİTİ*
Doç. Dr. Saffet SANCAKLI**
Özet
Bu çalışmada Hz. Peygamber’in
engellilerle olan ilişkisi tespit edilmeye çalışılacaktır. Hz. Peygamber
engellileri diğer insanlardan ayırt etmediği gibi onlarla insanî
ilişkiler çerçevesinde ilişkilerini olumlu bir şekilde yürütmüştür.
Onları toplumdan dışlamamış, değişik görevler vererek topluma
kazandırmıştır. Hz. Peygamber, engellileri var olan imkan ve haklardan
yararlandırmış, onlara insanca muâmele edilmesi gerektiğini bildirmiş,
kendi durumlarına sabrettikleri takdirde âhirette ecir alacaklarını
ifade etmiştir. Dolayısıyla toplumumuzda yaşayan engellilerin, başta
eğitim olmak üzere hiçbir hak ve imkandan mahrum edilmemesi dini bir
vecibedir.
Anahtar Kelimeler:
Engelliler, sağlık, Hz. Peygamber, hadis.
Abstract
Determınatıon of the Prophte’s
Poınt of Vıew of Handıcappeds
In this study, Prophet's
relation with Handicapped people will be analised. The Prophet never
differentiate handicapped people from others, even more, he set up a
positive relation in terms of human relationships. He never externalise
them. On the contrary, he occupied them in possible tasks to involve
them in society. He always let handicapped people benefit from possible
opportunities and rights and ordered other people to treat them fairly
and humanly. He says for handicapped people that if they forbear their
hard living conditions, they will have the good result in Ahiret. As a
result, the handicapped people living in our society should and can
benefit from all rights and opportinities without any exception. This is
a religios necessity and obligation.
Key words:
Handicappeds, healt, The Prophet, Hadith.
GİRİŞ
Aralık 2000 yılı özürlüler gününde deklare
edilen verilere göre ülkemizde 7.5 milyon özürlü olduğu, bu sayının
nüfusun % 12’sini oluşturduğu ifade edilmiştir.
Dünyadaki oran da yaklaşık bu civardadır. Ülke nüfusumuzu 70 milyon
kabul edecek olursak ve her engellinin yanında ailesinden takriben 3
kişinin yaşadığını var sayacak olursak engellilerle beraber doğrudan
veya dolaylı aynı sıkıntıyı paylaşan 30 milyonluk bir kitle karşımıza
çıkmaktadır. Bu da ülke nüfusunun yarısına yakın bir rakama tekabül
etmektedir. Neredeyse her iki kişiden birisi, engelliyle ilişkili bir
hayat yaşamaktadır. Dolayısıyla günümüz toplumlarında geçmişe nazaran
engellilik konusuna ve engelliye daha bir önem verilmekte ve haklı
olarak gündeme getirilmektedir.
Engelliler konusunu dinin ihmal ettiğini ve bu dinin tebliğcisi
konumunda olan Hz. Peygamber’in gündeminde olmadığını söylemek mümkün
değildir. Bugün de konunun din bazında ele alınmasının ve işlenmesinin,
değişik çalışmalarla enine-boyuna araştırılarak gün ışığına
çıkarılmasının bir zorunluluk olduğu kanaatindeyiz.
Toplumumuzda “engelli”
sözcüğü daha önce “sakat” ve “özürlü” sözcükleriyle ifade
edilmekteydi. Günümüzde yaygın olarak kullanılan ve bu gibi kimselerin
incitilmemesi için daha uygun görülen “engelli” sözcüğü bunların
yerine kullanılmaktadır. Bireysel düzeydeki bozuklukları ifade eden
engellilik, sağlığın bozulması sonucu oluşan yetersizlikten dolayı
herhangi bir yeteneğin normal kabul edilen bir kişiye göre azalması veya
kaybolmasıdır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi’ne ek 9 Aralık 1975 tarihli Sakat Kişinin Hakları
Bildirisi’nin 1.maddesi özürlüyü şu şekilde tanımlamaktadır: “Normal bir
kişinin kişisel veya ruhsal yaşantısında kendi kendisine yapması gereken
işleri bedensel veya ruhsal kabiliyetlerindeki kalıtımsal veya sonradan
olma herhangi bir noksanlık sonucu yapamayanlara özürlü denir.”
Ülkemizde en son kabul edilen Özürlü tanımı 1997 yılında Resmi Gazete’de
yayınlandığı şekli ile; Doğuştan veya sonradan olma herhangi bir
hastalık veya kaza sonucu bedensel, zihinsel, ruhsal, duygusal ve sosyal
yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeni ile normal yaşamın
gereklerine uymama durumunda olup; korunma, bakım, rehabilitasyon,
danışmanlık ve destek hizmetlerine ihtiyacı olan kişi özürlü olarak
kabul edilir.
Bu çalışmamızda konuyu hadisler
bazında/açısından ele alarak Hz. Peygamber’in engellilere bakış açısını,
onlarla olan ilişkisini, onlarla ilgili hadisleri tesbit ve tahlil
etmeye çalışacağız. Konuyla alakalı olarak dini ilimler açısından ciddi
manada araştırmalar ve tezler yapılmalıdır. Örneğin engellilerin din
eğitimlerinin nasıl olacağı ve onlara din eğitimi verirken hangi yöntem
ve tekniklerin uygulanacağı gibi konular öncelik taşımalıdır.
I- İNSANIN DEĞERİ/İSLÂMIN İNSANA
BAKIŞI
Yeryüzünde yaratılan canlılar arasında gerek
fizyolojik/biyolojik ve gerekse psikolojik açıdan en değerli, en üstün
ve en seçkin varlık kuşkusuz insandır. Çünkü insan olarak
vasıflandırdığımız bu varlık, diğer canlılardan daha üstün meziyet ve
özelliklerle donatılmış, Allah tarafından kendisine ruh üflenilerek
yeryüzünde halife kılınmış,
hatta meleklerden de üstün tutulmuş,
yaratıkların en şereflisi konumuna yükseltilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de
bu gerçek şöyle anlatılmaktadır: “Muhakkak ki, Biz insanı en güzel
şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısına indirdik, yalnız
inanıp hayırlı işler yapanlar bundan müstesnadır. Onlara kesintisiz
mükâfat vardır”
“And olsun ki, Biz insanoğullarını şerefli kıldık”
İslâm anlayışına göre insan, Allah katında değerini ve üstünlüğünü ancak
manevi değerlere bağlılığı oranda koruyabilir. İnsan, bu dünyadaki diğer
canlılardan farklı olarak, maddi ve biyolojik nimetlere ilaveten akıl,
bilgi ve irade gibi manevi imkanlara da mazhar olmuştur.
Bu meziyetler insanı diğer canlılardan ayıran alâmet-i fârikadır.
Dolayısıyla bu değer, şeref ve üstünlük onun; akıl, fikir ve irade ile
donatılması, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan, hayrı
şerden ayırabilecek yeteneğe sahip olması, ilâhi emâneti/sorumluluğu
yüklenmesi ve ilâhî tekliflere muhatap kılınması sebebiyledir. İnsanın
bu üstünlüğü onun maddî ve fizîkî yapısı ile ilgili değil, manevî ve
rûhî yapısı ile ilgilidir. Bu konuda insanların bedensel açıdan sağlıklı
veya engelli oluşları hiç önemli değildir, çünkü her insan saygındır.
İnsanı Allah Teâlâ nezdinde değersiz
ve kıymetsiz kılan unsur, onun manevi değerlerden yoksun olmasıdır:
“Şüphesiz Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, inkâr
edenlerdir, çünkü onlar imân etmezler” anlamındaki âyet bu gerçeğe işaret
etmektedir. Dolayısıyla Allah, insanları imân, sâlih amel, güzel ahlâk,
ibadet ve itâatleri veya inkâr, şirk, nifâk, isyan ve kötü davranışları,
takva veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir; onları
ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri, nesepleri, fizyolojik
yapıları, yaratılışları, engelli veya sağlıklı oluşları yahut servetleri
açısından değerlendirmez.
Tarihin her döneminde İslam toplumunda, batı toplumlarından farklı
olarak engellilere bir insan olarak bakılmış, diğer insanlardan farklı
olarak görülmemiş, onlara kötü muamelede bulunulmamıştır.
Geçmişte Hıristiyan dünyasında
engellilere karşı kötü muamele yapılmış, âdeta insan olarak
görülmemişlerdir. Örneğin, delilerin aç bırakılarak ölüme terk
edildikleri, hatta bunların, şeytanlara karışmış oldukları gerekçesiyle
yakıldıkları ifade edilmektedir.
Batıda zihinsel özürlüler çeşitli işkencelere tabi tutulurken,
hastanelerin dehlizlerinde ve bodrumlarında zincire bağlanarak telef
edilirken, İslâm dünyasının pek çok bölgesinde bimarhanelerde hasta
olarak kabul edilip tıbbi metotlarla tedavi edilmekteydi. İki dünya
savaşı dahil, ideolojik savaşlar ve katliamlarda, geride bıraktığımız
yüzyılda 200 milyon civarında insanın öldüğü kabul edilmektedir. Bu tür
olaylarda yaralanan ve sakat kalanların sayısının, ölü sayısının birkaç
katı olacağı bir gerçektir. Batı hümanizmasının bu olumsuzlukları
önlemeye gücü yetmemiştir. Unısef’in resmi verilerine göre 1991-2001
yılları arasında dünyadaki katliamlarda 2 milyon insan öldürülmüş, 6
milyon çocuk da ciddi bir şekilde ya yaralanmış veya engelliler grubuna
katılmıştır.
Kısaca diyebiliriz ki, İslam’a göre
insan değerli bir varlık olup, bu değerini fiziki yapısından almayıp
manevi yapısından almaktadır. İslâm toplumlarında hasta veya sakat
durumunda olanlara şefkat ve merhametle yaklaşılmış, batı toplumlarında
olduğu gibi kesinlikle dışlanmamış, kendilerine gereken yardım
gösterilmiştir. Çünkü inanan kişi, yaşadığı dünyanın bir imtihan yeri
olduğunun, herkesin başına her an olumsuz şeyler gelebileceğinin
bilincindedir.
II- DÜNYANIN İMTİHAN OLUŞU/İNSANIN
VAROLUŞ GAYESİ
Dünya arenasına gelen her insanın,
sıkıntı, kaza, belâ ve musibetlere duçar olmaması noktasında bir
garantisi yoktur. Bu dünya arenasında kimileri, daha kısa bir ömür,
kimileri hastalıklar içerisinde, kimileri de belâlara duçar olarak
sayılı günlerini geçirmektedir. Şu anda sağlam ve sağlıklı/engelsiz olan
bir insanın az sonra engelli konumuna gelmeyeceği konusunda elinde bir
güvencesi yoktur. “Ne olduğuna değil, ne olacağına bak.” şeklinde ifade
edilen söz de bu gerçeği ifade etmektedir. Dolayısıyla öyle bir dünya
ortamı söz konusu ki, başta ölüm olmak üzere her türlü olumsuzlukların
her an insanın başına gelme olasılığı söz konusudur ve her insan buna
aday konumundadır. İnsan beğense de beğenmese de böyle bir hayat yaşamak
durumundadır.
Dünyanın bu özelliğini dile getiren
ve insanın bu durumu kabullenmesinden başka bir çare olmadığını Ziya
Paşa şiirinde şöyle dile getirir:
“Âsûde olsam
dersen eğer, gelme cihana
Meydana düşen
kurtulamaz seng-i kazadan”
Hiç bir kimsenin bu dünyaya gelme veya
hangi ana-babadan, nerede ve ne şekilde dünyaya geleceği konusunda
herhangi bir dahli söz konusu değildir. Bütün bunlar, kendi iradesi
dışında cereyan ettiği gibi, bu ve benzeri konularda karşılaşılan
durumları kabullenmekten başka çıkar yolu yoktur. Allah Teâlâ’nın en
sevdiği kulları olan peygamberler dahi yaşadıkları sürece çok çeşitli
sıkıntılara duçar olmuşlardır. Mus’ab b. Sa’d’ın, babasından
naklettiğine göre, şöyle demiştir: “Dedim ki; Ey Allah’ın Rasûlü!
İnsanların hangisi daha şiddetli belâ ve sıkıntıya uğrar? Dedi ki:
Peygamberler, sonra onlara yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlar.
Kişinin sınanması dinine göre olur. Sıkıntı ve belâ dinindeki durumuna
göre cereyan eder. (Kimi zaman) bu sınama, o kul yeryüzünde hatasız
olarak yürüyünceye kadar devam eder.”
Kur'ân'da yüce Allah, uzun yıllar
hastalığa müptela olan ve çeşitli musîbetlere maruz kalan Hz.Eyyub
(a.s.)’ın sabrını överek ondan şöyle bahseder: “Eyyûb ‘Başıma bir
bela geldi, Sana sığındım, Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye
Rabbine yalvarmıştı. Biz de onun duâsını kabul etmiş ve başına gelenleri
kaldırmıştık…”
Kur'ân’da oğlu Yusuf’un ayrılığına dayanamayıp, bu yüzden gözleri kör
olan Hz. Yakub’dan da şöyle bahsedilir: “… Üzüntüden iki gözüne ak
düştü, acısını içinde saklıyordu”
“(Yusuf kardeşlerine) bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne koyun ki
gözleri açılsın dedi…”
“Müjdeci gelip gömleği Yakub'un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi…”
Peygamberler, yaşadıkları
toplumların isyankar insanlarıyla problemler yaşamaları yanında, bazen
de kendi çocukları, babaları ve hanımlarıyla da sıkıntı ve problemler
yaşamıştır. Hz. Peygamber de hayatı boyunca İslâm’ın yayılması için
mücadele içerisinde bulunmuş, maddi ve manevi sıkıntılarla karşı karşıya
kalmıştır. Hz. Peygamber’in maddi sıkıntı çektiğini gösteren
rivayetler de dikkat çekicidir.
Bu açıdan dünyanın konumunu doğru olarak değerlendiren bir kimse,
karşılaşacağı sıkıntılara karşı daha tahammüllü olacak ve sıkıntılarını
daha az bir zayiatla atlatacaktır.
Peygamberlerin tebliğ yaptıkları
kavimlerinden gördükleri sıkıntılar hepsinin ortak özelliğidir. İslam
düşmanları, iftira bağlamında ve aşağılama amacıyla peygamberleri
zihinsel özürlü (akli dengesi bozuk) kişiler olarak lanse etmişlerdir.
Nuh kavminin Nuh (a.s.)’a, Firavun’un Mûsâ (a.s.)’a, Mekkeli müşriklerin
Hz. Muhammed’e ve diğer kavimlerin peygamberlerine “deli” yaftasını
ileri sürerek insanları onlardan uzaklaştırmaya çalışmaları bunun
örneklerindendir. “(Nuh kavmi) kulumuzu yalanlayıp ‘bu bir delidir’
dediler”
“Firavun, ‘bu size gönderilen peygamberiniz, şüphesiz delidir’ dedi”
“(Mekke müşrikleri), ‘ey kendisine zikir (Kur’ân) indirilen kimse! Sen
mutlaka delisin’ dediler”
“İşte böyle, onlardan öncekilere hiçbir peygamber gelmemişti ki, ‘o, bir
büyücüdür’ veya ‘o, bir delidir’ demiş olmasınlar.”
Peygamberlerin deli ve zihinsel özürlü olmaları mümkün değildir, bu
itham onlar için bir iftirâdır. Nitekim yüce Allah, Hz. Peygamber’e
yapılan iftiraları şu ifadelerle reddetmiştir:“(Ey Muhammed!) Sen,
öğüt ver, Rabbinin nimeti sayesinde sen ne bir kâhinsin ne de bir deli”
“(Ey Kureyşliler!) Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir.”
İnsanın yeryüzünde karşılaştığı
sıkıntı ve problemler, pek çok sebepten kaynaklanabilmektedir. Bunların
kimisi, insanın kendisinden kaynaklanmakta, kimisi de kendi dışında,
iradesi haricinde cereyan etmektedir. Başka bir ifade ile diyebiliriz
ki, sakatlıklar, ya doğuştan, ya da sonradan ortaya çıkmaktadır.
Sonrakileri de deprem, sel, yıldırım düşmesi gibi irade dışı cereyan
eden tabii afetler ile kişinin kendisinin ihmali(tedbirsizliği ve
hataları) neticesinde
başına gelenler şeklinde iki kategoride inceleyebiliriz. Bu bağlamda
“inanan insan, bu dünyada ilâhî yasalara, evrensel ve toplumsal
kurallara uymazsa sözgelimi, sağlığına, gıdalarına ve temizliğe dikkat
etmezse hasta olabilir, trafik kurallarına uymazsa kaza yapabilir,
hastalık ve kaza sonucu sakat kalabilir. Burada kusuru insanın
kendisinde araması gerekir.”
Kendi ihmali ve hatası neticesinde başına gelen olaylarla ilgili olarak
şu âyetler dikkat çekicidir: “Başınıza gelen her hangi bir musîbet
ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O yine de çoğunu affeder.”
“Kim kötü bir amel işlerse onunla cezalandırılır.”
Her âsi ve günahkar, bu dünyada hemen cezalandırılmamakta, bazı
kişilerin cezâları âhirete tehir edilmektedir. Ancak bazı suçluların
cezası da hemen bu dünyada verilmektedir. Kimi musibetler vardır ki
ferdin hiç bir kusuru olmasa da imtihan için verilmiş olabilir.
Dolayısıyla meydana gelen sakatlıkların, ceza mı, imtihan mı yoksa
ihmalkarlıktan dolayı mı olduğunu her zaman kesin çizgileriyle ayırt
etmek mümkün değildir. Engelli kişilere Allah’ın cezalandırdığı kişiler
olarak bakmak doğru değildir. İnsanın başına gelen belâ, musibet ve
kazaların Allah’ın bir imtihanı mı, cezası mı, yoksa kendi
tedbirsizlikleri veya hatalarından mı kaynaklandığı konusu İslâm
âlimleri arasında çok tartışılmış ve ortaya farklı yorum ve düşünceler
çıkmıştır. Özellikle kelam âlimleri arasında konu enine boyuna ele
alınmış ve analiz edilmiştir.
Çünkü konuyla ilgili nasslar, konuyu değişik ve geniş yelpazede ele
almakta ve açıklamalar yapmaktadır.
Dünyada insanın bir imtihan
süreci yaşadığını bildiren âyetlerin sayısı oldukça çoktur. “And
olsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz.”
“Sizi bir imtihan olarak kötülüklerle ve iyiliklerle imtihan edeceğiz.
Hepiniz sonunda Bize döndürüleceksiniz.”
“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan (fitne)
sebebidir ve büyük mükafaat Allah’ın katındadır.”
İnsan, bu dünyada çok çeşitli şekillerde can, mal, evlat, servet, makam
ve şöhret kısaca kendisine emânet edilen her şeyle imtihan
edilmektedir. “Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan,
canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz.
Sabredenleri müjdele.”
Âyette imtihana tâbi tutulan belli başlı konular somut bir şekilde
örneklendirilerek böylece insana imtihan bilinci verilmektedir. İmtihan,
sahip olunan şeylerin geçici ve süreli olması demektir. Sonunda tüm
emânetlerin hesabı istisnasız verilecektir.Hz. Peygamber imtihanın
sürekliliğini şöyle ifade etmektedir: “Mü’min erkek ve mü’min kadın,
Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar, kendisinden çoluk-çocuğundan
ve malından bela eksik olmaz.”
Önemli olan bu imtihanı ister engelli isterse engelsiz olsun, sabır,
şükür, takva, infâk vb. güzel amellerle en iyi bir şekilde vererek
kaybetmemektir. Kişiyi üstün kılacak olan da budur.
III- İNSANI ÜSTÜN KILAN EVRENSEL
KRİTERLER
Hz. Peygamber, insanlar arasında
ırk, renk, zengin-fakir, sakat-sağlam, makam ve şöhret gibi dışa
yansıyan hususlarda hiç bir ayırım yapmamıştır. Onun insanlarla olan
ilişkilerinde sürekli evrensel kriterler geçerli olmuştur. Dolayısıyla
çevresinde varolan engelli insanlarla ilişkilerini en güzel bir şekilde
yürütmüş, insanlara İslam hümanizmasını göstermiş ve ümmetine bu sahada
da örnek olmuştur. Engellileri, kamu hizmetleri dahil, hak ettikleri
hiçbir haktan mahrum etmemeye azami çaba sarf etmiştir.
Sorumluluklarını yerine getirdiği
oranda insan yücelir. Kendisine tevdi edilen emânetlere riâyet ettiği ve
yükümlülüklerini yerine getirdiği sürece üstün/değerli olma vasfını
kazanır. Nefsini kötülüklerden ve günahlardan arındırdığı sürece değeri
ve kıymeti devam eder. İnsanlar arasında ayırım yapılmasını hoş
görmeyen Hz. Peygamber, Allah katında insanları bir tarağın dişleri gibi
eşit kabul etmiştir. Zengin, fakir, genç, ihtiyar, güzel, çirkin,
engelli, engelsiz, beyaz, siyah her statü ve meslekteki insan eşittir ve
bu sayılan özellikler üstünlük vesilesi değildir. Şeref ve
haysiyet, onur ve izzet manevi evrensel değerlerdedir. Âyet-i kerimeler
bunu açıkça ifade eder: “Allah katında en üstün olanınız Allah’tan en
çok korkanınızdır.”“Onların
ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız
ulaşır.”
“Ancak Allah’a kalb-i selîm (temiz bir kalp)ile gelenler (o günde fayda
bulur).”
Ahlâkı bir değer olarak kabul eden Hz. Peygamber’in hadis-i
şerifleri de, bu âyetleri destelemekte ve aynı doğrultuda mesajlar
vermektedir: “Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, lakin
sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”
"Sizin en hayırlınız ahlâkı en
güzel olanınızdır."
“Amelinin geri bıraktığı kişiyi nesebi ilerletemez.”
“Ey insanlar! şuna dikkat
ediniz ki, sizin Rabbiniz birdir; babanız birdir. Arabın arab olmayana,
Arab olmayanın araba; beyazın siyaha, siyahın beyaza Allah korkusu
dışında hiç bir üstünlüğü yoktur.”
Neticede
İslâm anlayışına göre her şey, insan merkezli düşünülmekte ve ele
alınmaktadır. Evreni değerli kılan insandır. İnsanı insan yapan, insanı
üstün kılan, yücelten hususlar da evrensel içerikli manevi değerlerdir.
Bu değerlere sahip olmayan bir kişinin Allah katında bir değeri ve
kıymetinden bahsedilemez. Dolayısıyla bu evrensel değerlere sahip olan
engelli bir insan, bu değerlere sahip olmayan engelsiz bir insandan daha
üstün ve daha faziletlidir. Bu durumda yaşadığı çevrede diğer insanlar
gibi her türlü imkandan yararlanma hakkı onlar için de geçerlidir.
IV-HER İNSANIN
DÜNYA NİMETLERİNDEN/EŞİT OLARAK YARARLANMA HAKKI
Evrende varolan tüm imkanlar, insana
karşılıksız olarak bahşedildiği gibi, aynı zamanda kendisine yeryüzünün
idâresi de verilmiştir.
Yüce Allah; gökleri ve yeri, onlarda bulunan her şeyi insanların
hizmetine sunmuş, görülen ve görülmeyen pek çok nimet vermiş
ve yeryüzünde insan için gerekli olan her şeyi vâr etmiştir.
Bütün bunlar, Allah'ın insana verdiği değeri ifade etmektedir.
Onun hizmetine, istifadesine sunulan nimetler o kadar çok ki saymaya
teşebbüs edilse saymakla bitirilemez.
Ancak kendisine tevdi edilen imkanların tümü, geçici birer emanet olarak
insana verilmiştir. İnsan, bu emanet üzerinde ancak Allah’ın emrettiği
şekilde tasarrufta bulunmakla mükelleftir.
Dünyaya gelen her insanın evrende var olan
olanaklardan yararlanmaya doğal olarak hakkı vardır.“Allah, yerde
olanların hepsini sizin için yarattı.”
Âyette insanlar arasında herhangi bir ayırım yapılmadan, yeryüzü
nimetlerinin herkes için yaratıldığı ifade edilmektedir. Engelli
insanları, bahşedilen bu nimet ve imkanlardan mahrum etmeye kimsenin
hakkı ve salahiyeti yoktur. Aksine engellinin de, bu evrenden
istifadesini kolaylaştırıcı önlemlerin alınması bir görevdir. Bu durum
kul hakkı olarak değerlendirilmeli ve dini vecibe olarak telakki
edilmelidir. Dolayısıyla onlara, tabiatın ve sosyal hayatın
imkanlarından yararlanma noktasında önlerinde duran engelleri
kaldırmamak haksızlık olur.
İnsan kişiliğinin bir parçası olan
temel hak ve özgürlüklerin, hiçbir ayrım gözetmeksizin, insanlar
tarafından, insanların lehinde kullanılması, dünyada barışın temel
koşulu olarak görülmektedir.
Bu barışın sağlanması ve sürdürülmesi özürlü bireylerin gereksinimleri
doğrultusunda toplum hayatında yer almalarına bağlıdır.
Ayrımcılık, belirli bir grubun
üyelerinden, ötekiler tarafından elde edilebilen kaynakları veya
ödülleri esirgeyen faaliyetlerin bütünüdür. Çoğu zaman azınlık bir
grubun üyelerine karşı sergilenen âdil ve eşit olmayan davranışların
yanında kişiye, ferdi yeteneği dışındaki ölçütlerle farklı muamele
yapılmasıdır. Ayrımcılık yapmamak demek, kişilere eşit haklar tanımak ve
bu eşit hakları eşitçe hayata geçirebilme imkanı tanımak demektir.
Eşitlik prensibini, insan hakları çerçevesinde değerlendirmek de
mümkündür. İnsan hakları, Yaratıcı'nın hiçbir istisna söz konusu
olmaksızın ve tam bir eşitlikle insanlık ailesinin her bireyine tanıdığı
insanlık onuruna bağlı olan haklardır. İnsanlık onurunda din, dil, cins,
renk, ırk ve kavim farkı gözetilmediği gibi, yararlanabilmesi için insan
olmaktan başka şart aranmayan insan haklarında, hiçbir farklılık ve
ayrıcalık söz konusu olamaz.
Yaşadığımız toplumda fiziksel çevrenin,
toplumun tüm bireylerine “hakça” ve “yaşanabilir” olarak düzenlenmesi
gereği yadsınamaz.
Engelli de bir bireydir ve bu evrenin bir parçasıdır. Bu evrende
kendisine uygun bir konuma gelme hakkı vardır. Ne var ki, kimi kez
özürlerinden, kimi kez de çevrelerinden kaynaklanan nedenlerle bu
insanlar sözü edilen haklardan yararlanamamaktadırlar. Günümüzde
ülkelerin çağdaş yetişmişlik düzeylerinin bir ölçütü de engellilere
sağlanan olanaklar ve hizmetler ile değerlendirilebilir.
Özürlülerin toplum yaşantısına en az özürlü
olmayanlar ile eşit fırsatlarla katılabilmelerinin sağlanmasında
mekansal düzenlemeler önemli yer tutmaktadır. Konutunda dahi yaşamakta
zorlanan özürlü, çeşitli fiziksel engeller sonucu erişebilirliği
sağlanamadığı için eğitim, sağlık, çalışma hayatı ve diğer birçok
hizmetten yoksun bırakılarak kendi ekonomik bağımsızlığını kazanamamakta
ve toplumda tüketici konumunda kalmaktadır.
Özürlülerin diğer toplumsal kesimlerle
birlikte gereksinimlerinin karşılanması, hizmetlerinin sağlıklı bir
biçimde planlanması ve toplumsal kaynakların rasyonel dağıtımı ile
ilgilidir.
Günümüz dünyasında, sosyal devlet anlayışının insani boyutu, toplumun
bütün fertlerinin ihtiyaç duyduğu hizmetlere eşit şekilde ulaşabilmesi
gerektiğini ortaya koymuştur.
Buna göre engellilerin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak ortam ve imkanın
hazırlanması sosyal devlet anlayışının bir gereğidir.
V- HADİSLERİN ENGELLİLERE BAKIŞ AÇISI
Tarih boyunca her toplumda engelliler
var olduğu gibi, Hz. Peygamber’in yaşadığı toplumda da belli oranda
engelliler olmuştur. Bütün insanlığa rahmet olarak gönderilen Hz.
Peygamber, engellilerle insanî ilişkiler içerisinde olmuş, onlarla
ilgilenmiş, onlara değer vermiş, sorunlarını çözümlemiş, gerektiğinde
onları teselli etmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’den engellilerle
ilgili vârid olan hadislerin sayısı hayli çoktur. Ancak bunlar hadis
kaynaklarında dağınık bir şekilde yer almış, kitap başlığı altında bir
arada toplanmış değildir. Örneğin
görme duyusunu yitirenler hakkında muhtelif hadis kaynaklarının değişik
yerlerinde değişik başlıklar altında bâblar açılmış ve buralarda pek çok
hadis nakledilmiştir.
Vârid olan bu hadisleri değişik
kategorilerde ele almak veya sınıflandırmak mümkündür. Öncelikle
sağlıklı olmanın değerini anlatan hadislere değinerek konumuza giriş
yapmak istiyoruz. Hz. Peygamber, yaşamın ve sağlığın önemini şu
ifadelerle dile getirmektedir: "Allah'tan af ve sağlık dileyin, çünkü
bir kimseye imandan sonra, sağlıktan daha hayırlı bir şey
verilmemiştir."
“Allahım! bedenime, gözlerime ve kulaklarıma sıhhat bahşet.”
"Allah'tan istenen şeyler arasında Allah'a en sevgili olan şey
sağlıktır."
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta
aldanmıştır. Bunlar: sıhhat ve boş vakittir.”
Yine sahâbîlerden birisi farklı zamanlarda üç kez, en üstün olan duânın
hangisi olduğunu sormuş, Allah’ın elçisi, her defasında; "Rabb’inden
dünyada da ahirette de âfiyet vermesini iste." diye cevap vermiştir.
Bir başka hadisinde ise, beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetinin
bilinmesi vurgulanmaktadır:“İhtiyarlık gelmeden gençliğin, hastalık
gelmeden sağlığın, fakirlik gelmeden zenginliğin, meşguliyet gelmeden
boş vaktin, ölüm gelmeden hayatın değerini bil.”
Hz. Peygamber “Ashâbım! hastaları ziyaret ediniz, açları
doyurunuz, esaretinizdeki köleleri salıveriniz.”
buyurarak derdi ve sıkıntısı olanların unutulmamasını istemiştir. Aynı
zamanda hastalara duâda bulunarak onlara moral ve teselli kaynağı
olmuştur. O, hastalar için şöyle duâ ederdi: “Ey insanların Rabbi! Şu
hastalığı gider, şifa ihsan et. Ancak Sen şifa vericisin, Senin şifandan
başka hiçbir şifa yoktur. Öyle şifa ver ki hasta üzerinde hiçbir
hastalık izi bırakmasın.”
Kendisi için Allah’tan sıhhat
dileyen Hz. Peygamber,
aynı zamanda tedavi olmanın gereği üzerinde de durmuş ve insanları
tedavi olmaya teşvik etmiştir:“Ey Allah’ın kulları! Tedâvi olun ,
çünkü Allah, her hastalık için mutlaka bir devâ yaratmıştır. Ancak bir
dert müstesna, o da ihtiyarlıktır.”,
“Allah hiçbir dert indirmedi ki onun şifâsını indirmiş olmasın.”
şeklinde buyuran Hz.Peygamber, bu tür hadislerinde tedâvinin önemine
dikkat çekmiş ve ihtiyarlık dışında her hastalığın bir çaresi olduğunu
belirtmiştir. “Esbâba tevessülün, tedbiri elden bırakmamanın ve tedavi
olmanın Hz. Peygamber’in altını çizdiği en önemli sünnetler olduğu
unutulmamalıdır. Kişinin elinden geldiği kadar bu sünnetleri
yerine getirmeye çalışmasına rağmen, ilâhî irâde ve takdir karşısında
ise engelli sabretmeli, gücü nispetinde sorumlu olduğu bilinciyle
hayatını sürdürmeye ve sınavı kazanmaya gayret etmelidir. Diğer taraftan
engelli olmayan kimselerin de, Allah’ın kendilerine verdikleri bu önemli
nimetlerin kadrini bilmeleri, şükretmeleri, ayrıca engelli kardeşlerine
gereken yardımı yapmaları gerekmektedir.”
Hz. Peygamber’in kendi döneminde
engellilerle yaşadığı bazı olaylar söz konusudur. Örneğin, Abese
sûresinin ilk âyetlerinde, Hz. Peygamber ile âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmi
Mektûm arasında cereyan eden şu olay anlatılmaktadır: Kureyş’in ileri
gelenlerine İslâm’ı anlatırken gözleri görmeyen Abdullah b. Ümmi Mektûm
yanına gelerek Hz. Peygamber’den kendisini İslâm konusunda
aydınlatmasını ve bilgi vermesini istemişti. O’nun bu tutumu Hz.
Peygamber’in hoşuna gitmemiş, sözün kesilmesini istememiş, bundan dolayı
ona karşı ilgisiz davranarak onun isteklerine cevap vermemiş ve yüzünü
çevirmişti.
Yüce Allah, bu olay akabinde O’nun bu tavrını şöyle tenkid etmiştir:
“(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri
döndü. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt alacak da o öğüt ona
fayda verecek. Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun.
Oysa ki onun temizlenip arınmamasından sen sorumlu değilsin. Fakat sen,
koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun.”
Âyette geçen ifadelerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, olay
esnasında Mekkelilerin önde gelenlerine İslâm’ı tebliğe fazlaca kendini
kaptırmıştı. Çünkü O, kendilerine dini tebliğ ettiği kişilerin müslüman
olacaklarını umuyor ve müslümanların güçlenmesini arzu
ediyordu.
Görme engelli olan Abdullah b.
Ümmi Mektûm’un ihmal edilmesi, onunla ilgilenilmemesi Allah tarafından
hoş karşılanmamıştır.Olaydan
sonra Hz. Peygamber, Abdullah b. Ümmi Mektûm’un yanına her gelişinde ona
“Ey hakkında Rabb’imin beni itâb ettiği (uyardığı) zat merhaba!”
der ve urbasını altına sererdi.
Âyette Peygamber uyarıldığı gibi, aynı zamanda âmâ olan Abdullah b. Ümmi
Mektûm da gözü gören kimselere nasip olmayacak bir şerefle taltif
edilmiştir.
Topal/ortopedik özürlü bir sahâbî
olan Amr b. el-Cemûh, yükümlü olmadığı halde azimet yolunu tercih ederek
Hz. Peygamber’den savaşa katılma iznini almış ve şehit olmuştur. Hz.
Peygamber, savaş esnasında onu görmüş ve ona şöyle demiştir: “Ben
sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor
gibiyim.”
Hz. Peygamber’in, engellilere
önem ve değer verdiğinin en güzel örneği onlara kamu alanında görev
vermiş olmasıdır. Böylece onları topluma kazandırmaya çalışmış, onları
toplumun üretken olmayan bir kesimi olarak görmemiştir. Bir
insanı sevindirmenin ve onurlandırmanın en güzel yolu ona memnun
olacağı bir görev/iş verilmesidir. Özellikle bu, engellilerde daha bir
önem kazanmaktadır. Hz. Peygamber, görme engelli olan ve hicretten önce
Medine’de Kur’an öğreticisi olarak görev yapan Abdullah b. Ümmi
Mektûm'u, Mescid-i Nebevî'de müezzin olarak görevlendirdiği gibi,
Veda haccına ve Uhud savaşına gidişi de dahil, çeşitli zamanlarda
Medine dışına çıktığında 13 defa Medine'de kendi yerine vekil bırakmış,
namazları o kıldırmıştır.
Abdullah b. Ümmi Mektûm, Tebûk gazvesinden sonra nâzil olan ve savaşa
fiilen katılanların, geride kalanlardan üstün olduğunu, ancak özrü
olanların bu hükmün dışında tutulduğunu bildiren âyete rağmen o günden
sonra yapılacak savaşlara katılacağını söyleyip, sancağın kendisine
verilmesini istemiştir. Onun, zırhını giyerek elindeki siyah bir
sancakla Kâdisiye savaşına katıldığı, savaştan sonra Medine'ye dönünce
savaşta aldığı yaralar yüzünden vefat ettiği veya Kâdisiye'de şehid
düştüğü rivayet edilmiştir.
İslâm'da engellilerle ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesi, Abdullah
b. Ümmi Mektûm vesilesiyle mümkün olmuş, onların vekil bırakılmaları,
imamlık yapmaları, savaşa iştirak etmeleri, farz namazlara katılmaları,
korunma amacıyla köpek beslemeleri gibi konular açıklık kazanmıştır. Hz.
Peygamber, namazlarda İbn Mektûm ve daha başka görme özürlülerin imamlık
yapmalarına izin vermiştir.
Hz. Peygamber’in, önde gelen
sahâbîlerden Muaz b. Cebel’i ortopedik özrü olmasına rağmen Yemen’e vali
olarak göndermiş olması
kayda değer bir olaydır. Engellilerin gerek bu vazifelerde
görevlendirilmelerinde, gerek savaşlara katılmalarına izin verilmesinde
ve gerekse mescide gidip-gelmelerinde güçlük olmasına rağmen Hz.
Peygamber’in görme engelli sahâbîlerin cemaate devam etmelerini ısrarla
istemesinde, onların toplumdan tecrid edilmemeleri, yeteneklerine uygun
alanlarda istihdam edilerek üretici bireyler olmaları, ideallerini
gerçekleştirmelerine engel olmama ve onların kişiliklerini
gerçekleştirmelerine yardımcı olma gibi hikmetli bir espri yatmaktadır.
Nitekim günümüzde de, pek çok engellinin arzu ettiği şey budur ve onlar,
toplumun kendilerine acımalarından rahatsız olmaktadırlar. Bir çoğu,
çevresinin yardımlarıyla hayatını sürdüren bir tüketici olmayı değil,
her şeye rağmen kendilerine verilen imkanlar nispetinde üretici olmayı
tercih etmektedirler. Birincisinde çoğu zaman hayata küsme, kabuğuna
çekilme ve psikolojik rahatsızlıklara maruz kalma söz konusu iken;
ikincisinde ise kendilerini daha mutlu ve umutlu hissetmektedirler. İşte
Hz. Peygamber’in gerçekleştirmek istediği de budur.
İslâm dini, insanın Allah ile olan ilişkilerini nasıl yürüteceğini
bildirdiği gibi, insanın insanla olan ilişkilerini nasıl yürüteceğini de
bildirmiş ve bu alanda uygulanması için ilkeler koymuştur. Hz.
Peygamber, bunların pratikteki uygulamasını insanlara göstermiştir.
VI- ENGELLİLERE İNSANCA/İYİ MUÂMELE
EDİLMESİ
Kur’ân ve hadisler, iyiliklerle
donanmış, kötülüklerden arınmış kısaca insan-ı kâmil vasıflarına sahip
bir insan tipini oluşturmayı amaçlamaktadır. İslâm’ın amacı insanlardan
oluşan bir toplum meydana getirmektir. Böyle bir insan, çevresindeki her
şeye/canlı-cansız varlıkların tümüne karşı ölçülü ve olumlu davranışlar
içerisinde olacaktır. İnsanın, çevresindeki varlıklara karşı olumlu
davranışlar sergilemesi, iyilik ve güzelliklerle hareket etmesi dinin
kendisinden yapmasını istediği hususlardandır. Dolayısıyla bu vasıflara
sahip olan bir insanın, karşı tarafa ilgisiz kalması, yardımlaşma ve
iyilik yapma duygusundan uzak kalması, bencil ve menfaatperest olması
düşünülemez. Hz. Peygamber, engelli/engelsiz ayırımı yapmadan insanlara
insanca yaklaşılmasını istemektedir. İyiliklere teşvik ve iyilik
yapanların ödüllendirileceği konusunda hadislerden bazılarını vermek
istiyoruz: “Her kim bir iyilik yaparsa ona, ondan yedi yüze kadar
sevap yazılır.”“Her
iyilik sadakadır.”“İnsanların
en hayırlısı, ömrü uzun, ameli güzel olanıdır.”
“...İyilik kişiyi cennete götürür...”
“İyilik güzel ahlâktan ibârettir.”
Kendisinde iyilik duygusu bulunmayan bir insanın, diğer insanlarla iyi
geçinmesi düşünülemez. İyilik yapma bilincine sahip olan kişi,
sadece engellilere değil, yoksul, yetim ve muhtaç olan herkesin
yardımına koşacak, iyilik ve yardım etmekten haz duyacaktır. Müslümanlar
birbirleriyle din kardeşi olduğu için aralarında kardeşlik hukuku
geçerli olup, birbirlerine kardeşçe muamele yapmaları esastır ve herkes
buna uymak zorundadır.“Kardeşini güler yüzle karşılama dahi olsa
hiçbir iyiliği küçük görme.”
“Birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız...”
“Mü’minler birbirlerini sevmekte ve
merhamet etmekte bir vücut gibidir. Onun herhangi bir uzvu
rahatsızlandığı vakit, diğer uzuvları da rahatsız olur ve onun için
ızdırap çekerler.”
“Bir kimse kardeşine yardım ettiği sürece, aynı şekilde Allah da o
kimsenin yardımında olur.”
Burada sözü edilen yardım çok çeşitli olabilir. Örneğin, maddi ve
parasal bir yardım olabileceği gibi, moral verme, teselli etme gibi
manevi bir yardım da olabilir. İnsana insanlarla geçinmenin
yolunu ve yöntemini öğreten bu tür hadisler, insanda iyilikseverlik ve
yardımseverlik duygularını aşılamaya yönelik bir bilinç oluşturmaktadır.
Bu bilince sahip olanlar, mazlum ve ma’dur insanlara yardım etmeyi
ibâdet telakki ederler.
Hadislerde engellilere karşı iyi
muâmele yapılması öngörülmektedir. Engellilere yardım edilmesi konusunda
yaşanan bazı örnekler vermek istiyoruz. Mekke fethedildiğinde, Hz. Ebû
Bekir, yaşlı ve âmâ olan babası Ebû Kuhâfe’yi sırtına yüklenerek Hz.
Peygamber’in huzuruna getirmişti. Bu durumdan rahatsız olan Hz.
Peygamber, “Bu ihtiyarı evde koysaydın da, onun yanına biz gitseydik
ya?!” diyerek saygı ve nezaket göstermiş,
böylece yaşlı/engelli birisine karşı sergilenmesi gereken tavrı bizlere
öğretmiştir. Sahâbeden Abdurrahman b. Ka’b b. Mâlik (r.a), babası
gözlerini kaybedince, ona rehberlik yaptığını ve Cuma günü olunca da
namaza götürdüğünü bildirir.
Hadislerde görme engelli bir kimseye yol göstermenin, sağır ve dilsizle
ilgilenmenin, onlara yardımcı olmanın sadaka olduğu belirtilir ve bu tür
olumlu davranışlar kişiye sevap kazandırır.
Yükünü yüklemeye veya aracına/bineğine binmeye çalışan bir engelliye
yardımcı olmak da bir sadakadır.
Hz. Peygamber herhangi bir âmânın yoluna engel olanları kınamış,
onları yoldan saptıranları, kasten yanlış yola yönlendirenleri
lanetliler içerisinde telakki etmiştir.
Hz. Peygamber’den gelen bu uyarılar dikkate alınması gereken ciddi
uyarılardır.
İnsanların en güzel ahlaklısı
olarak nitelenen Hz. Peygamber,
bir hadisinde doğan her gün için sadaka verilmesi gereğinden söz eder.
Sahabe, kendilerinin bu kadar mal varlıklarının bulunmadığını
hatırlatınca O, sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu şöyle ifade eder:
“Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde
anlatman, ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermesi için ona rehberlik etmen,
derman arayan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze
yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün
bunlar sadaka çeşitlerindendir...”
Başkalarına zarar verici, onları incitici hatta sakatlayıcı konumunda
olan şeylerin bertaraf edilmesi, bu tür şeylere karşı ilgisiz
kalınmaması da hadislerde istenmektedir: “Gelip geçenlere eziyet
veren şeyleri yoldan gidermen bir sadakadır.”
“İman yetmiş (veya altmış) küsur şubedir. En üstünü Lâilâhe illallah
kelimesidir. En aşağısı ise yoldan eziyet verecek şeyleri gidermektir.”
“Ümmetimin iyi ve kötü bütün amelleri bana arz edilip gösterildi. İyi
amelleri arasında, yoldan kaldırılmış eza’yı da gördüm.”
Bu hadisler, aynı zamanda engellilerin günlük hayatta
karşılaştıkları sıkıntıların/zorlukların bertaraf edilmesini
öngörmektedir. Öncelikle engellilerin de bir insan olduğunu düşünmek ve
onlara insanca muamelede bulunmak insanlık gereğidir. Onları dışlamak,
küçümsemek, onlarla alay etmek ve onları kırıcı davranışlarda bulunmak
İslam’ın prensipleriyle bağdaşmaz. Onlara saygı ve değer vermek, onların
durumlarına göre ve onların cadde, sokak ve devlet dairelerine rahat
girip çıkmalarını sağlamak, ulaşım vasıtalarını kullanmada
kolaylaştırıcı düzenlemeler yapmak, yaşadıkları konutları kendi
durumlarına, ihtiyaçlarına göre dizayn etmek, camilere rahatça girip
çıkmalarını sağlayıcı kolaylıkları getirmekle olur. O halde toplum da,
engelli olan insanlara karşı titiz ve anlayışla hareket etmeli, onlara
karşı azami derecede kolaylıklar göstermelidir.
Hz. Peygamber, eğitim öğretim
faaliyetine Mekke’de başladığı zaman, iki önemli husus getirmişti. Biri,
iman yani tek Allah’a iman etmek, diğeri de içtimai hayatta bu imanın
gereği neyse onu yapmaktır. İkisi birbirine bağlıdır. Onun için sık sık
okuduğumuz “Eraeytellezi yükezzibübiddin” (dini yalanlayanı gördün
mü?..) ifadelerinde
hem imân etmek hem de yoksula aldırmamak, bu mümkün değildir. Kişi bu
durumda imândan çıkmaz, ama böyle bir imânın içtimai boyutu yoktur. Musa
Carullah, imânı, aynı zamanda içtimai imân diye tarif eder, sosyal
boyutu olan bir imân. O halde “Elhamdülillah” ben müminim,
yoksula aldırmam, engelliye aldırmam, zekata aldırmam, yardıma aldırmam
demek doğru olmaz.
Hz. Hatice, vahyin ilk gelişinden sonra tedirgin olarak gördüğü Hz.
Peygamber’i teselli ve teskin ederken onun sosyal hayatta ne kadar aktif
ve duyarlı bir kişi olduğuna,“Korkma! Allah’a yemin ederim ki, Allah
hiçbir zaman seni utandırmaz, mahzun etmez. Çünkü sen akrabana bakarsın,
sözün doğrusunu söylersin, işini görmekten âciz olanların ağırlığını
yüklenirsin. Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırır,
misafiri ağırlarsın, hak yolunda ortaya çıkan olaylarda halka yardım
edersin.”
ifadeleri ile dikkat çekmektedir.
Kur'ân-ı Kerim’de ve Hz.
Peygamber’in sünnetinde, her toplumda var olan ihtiyaç sahipleri/yardıma
muhtaç olanlar doğal karşılanmış, asla bir horlama, alay ve aşağılama
sebebi olarak görülmemiştir. Bu suretle kişilerin ruh sağlığı,
yaratıcıya ve hayata bağlılıkları, kendilerine ve topluma saygıları
korunmuştur.
Allah katında kimin kimden daha üstün olduğu her zaman bilinmez. “Size
cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk
tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği ve fakat şöyle
olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği
kimselerdir.”
Sağlıklı/engelsiz insanlar, her an
kendilerinin de engelli konumuna gelebileceğini düşünmeli, kendilerini
onların yerine koyarak onları daha gerçekçi bir şekilde anlamaya
çalışmalıdır. Onlara sadece acımak yeterli değildir. Herkes bir açıdan
onlara yardımcı olmalıdır. “Sizden
biriniz kendisi için istediğini, kardeşi için de istemedikçe imân etmiş
olamaz.”
hadisi empati yoluyla insanları
anlama ve ona göre muamelede bulunma yöntemini bize öğretmektedir.
İnanan insanın en önemli özelliklerinden
birisi, kendisinden başka insanların da bu dünyada varolduğunu, dünyanın
kendisinden ibaret olmadığını farketmek/düşünmek, bencillik
duygularından arınmış olarak başkalarına yardım etmek ve cömert
olmaktır. Egoist ve çıkar merkezli hareket eden Batı insanından farklı
insan tipinin oluşmasında hadislerin rolü küçümsenemez.
Darda kalana, ihtiyaç sahibine yardım etmeyi
kısaca sosyal hayatta başkalarıyla paylaşımı esas alan ve müntesiplerini
de bu yönde yönlendirici ilkeler koymuş olan Hz. Peygamber, hayatında
uygulamalı bir şekilde bunu göstermiştir. “Komşusu aç iken, tıka basa
karnını doyuran kimse (gerçek) mü’min değildir.”
“Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden
fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun.”
“Dul kadınların ve fakirlerin nafakalarını kazanmaya koşan müslüman
kimse, Allah yolunda savaş eden mücâhid gibidir, yahud gece namazlı,
gündüz oruçlu âbid gibidir.”
İnsanların acı ve ızdıraplarını paylaşmak, dertlerine devâ olmaya
çalışmak ve bu yolla Allah’ın rızasını kazanmak, Hz. Peygamber’in
sünnetini yerine getirmek demektir.
Engellilere yönelik toplumumuzda var
olan olumsuz tutumlar mutlaka değiştirilmelidir. Engellilere yönelik
tutumların olumsuz olması, onların duygusal, sosyal ve mesleki
yaşamlarını da olumsuz olarak etkiler.
Engellilere götürülecek hizmet konusunu sadece devletten beklemek
yerine, zengin kesimi ve sivil toplum örgütleri de devreye girerek
onların ihtiyaçlarını karşılamada seferber olmalılar.
VII-
İBÂDETLERDE ENGELLİLERE
SAĞLANAN KOLAYLIKLAR
Yüce Allah, insanların gücüne
göre sorumluluklar yüklemiş ve bu bağlamda engel durumlarına göre de bir
takım kolaylıklar sağlamıştır. Yani engeli olmayan insanla engeli olan
kişiyi ibâdetler açısından aynı seviyede/ölçüde sorumlu tutmamıştır.
Engelli kişilerin durumları bu açıdan görmezlikten gelinmemiştir. İslâm
dininin özelliklerinden birisi, kolaylık ilkesidir. Kolaylıktan amaç,
hasta ve engellilere ibadetler konusunda güçlerini esas alarak
kolaylıklar getirilmesidir. Bu sayede mezkur kişiler, zorluk ve
sıkıntılarla karşılaşmadan üzerlerine düşen yükümlülüklerini rahatça
getirebilmektedir. Bu da İslam dininin ne kadar gerçekçi bir din
olduğunu bize göstermektedir.
Konuyla ilgili olan şu âyet-i
kerîmeleri verebiliriz: “Allah sizin için kolaylık diler, kesinlikle
size zorluk dilemez.”
“(Allah) din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.”
“Allah hiçbir kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz.”
Buhârî (ö. 256/870), Sahîh’inde Kitâbu’l-İmân’ın bir bâbına “Din
kolaylıktır.” (ed-Dînu yüsrun) adını vererek dindeki kolaylık
anlayışını dile getirmektedir.
Hz. Peygamber’in de, sözlerinde ve
uygulamalarında kolaylık prensibinden hareket ettiğini görmekteyiz. Hz.
Peygamber
bir nevi kolaylaştırma görevini de yerine getirmekle yükümlüdür.
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret
ettirmeyiniz.”
şeklinde buyuran Hz. Peygamber’e bir gün biri gelerek “Ey Allah’ın
Resûlü filanca bize namaz kıldırırken o kadar uzatıyor ki, sabah
namazına gitmekten (âdeta) geri kalıyorum.” dedi. Bu duruma tepki
gösteren Hz. Peygamber, minbere çıkarak şunları söyledi: “Ey
insanlar, içinizde müslümanları dinden soğutanlar var. Herhangi biriniz
namaz kıldıracak olursa hafif tutsun. Çünkü cemaatin içinde zayıf,
yaşlı, iş-güç sahibi olanlar vardır.”
Hadiste dikkat çeken -özellikle camilerde görev yapanları yakından
ilgilendiren- önemli bir husus kişilerin dinden, ibâdetlerden hiçbir
surette uzaklaşmalarına sebep olmamaktır. Her durumda insanları kazanmak
esas olmalıdır. Mescid-i Nebevi’de küçük abdest bozan kişiye tepki
gösterenlere karşı “Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk
çıkarmak için değil.” buyurarak
onları teskin etmiştir. Hz. Peygamber’in bu yaklaşım tarzında da aynı
durum söz konusudur.
İslâm en son ve akla en uygun
dindir. Bu yüzden bedensel ve zihinsel engelliler için akla uygun
çözümler üretmiştir. İslâm, kişiye gücünün üstünde bir yük yüklemez ve
zorlukla karşılaşılan her konuda kolaylık ilkesi devreye girer.
Engelli oluşun insana getirdiği güç kaybı yükümlülüklerde dikkate
alınmış ve buna paralel olarak kolaylaştırma ve ruhsat sağlama yoluna
gidilmiştir. Buna göre özürlü kişiler için özel hükümler getirilerek,
onların da ibâdetlerini süresi içinde yapmalarına fırsat verilmiştir.
Fıkıh kitaplarında ibâdetler konusunda hasta ve engellilere sağlanan
kolaylıklarla ilgili hükümler, delilleri ve farklı mezhep görüşleriyle
beraber geniş bir şekilde yer almaktadır.
Din, akıl melekesi yerinde olmakla
birlikte doğuştan veya sonradan, herhangi bir hastalık veya kaza sonucu,
bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal veya duygusal yeteneklerini çeşitli
derecelerde kaybetmiş olan özürlülere namaz, oruç, hac, zekât, cihad
gibi ibadetler konusunda, “kişinin gücü ile sınırlı” olarak
çeşitli kolaylık ve ruhsatlar getirmiştir.
Hz. Peygamber, "Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır:
Ergenlik çağına erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve
şifa buluncaya kadar akıl hastasından."
buyurarak akıl melekesi yetersiz olanlar için genel geçer bir ilke
getirmiş ve böylece zihinsel engellilerin ibâdetten muaf sayıldıklarını
belirtmiştir.
Hz. Peygamber’in engellilere sağladığı
kolaylıklarla ilgili cereyan eden olaylara bazı örnekler vermek
istiyoruz: Görme engeli olan sahâbî Itbân b. Mâlik (r.a)’e evini
mescid edinmesi için izin verildiği nakledilir.
Itbân görme engelli olduğu halde yakınlarına imamlık yapıyordu. O,
Rasûlüllah (s.a.s.)’e gelerek şöyle dedi: “Ben görme güçlüğü çeken
birisiyim. Kimi zaman karanlık, yağmur ve sel oluyor. Evime gelerek bir
yerde namaz kılsanız da, ben orasını namaz kılma yeri edinsem. Bunun
üzerine Allah’ın elçisi geldi ve yer olarak neresini sevdiğini sordu.
Itbân evin bir yerini gösterdi ve Rasûlüllah (s.a.s) orada namaz kıldı.”
Engelli bir sahâbînin isteğine karşı
ilgisiz kalmayan Hz. Peygamber, bu vefâkar tutumuyla engellilere verdiği
önemi göstermiştir.
Rahatsızlığı
yüzünden ayakta namaz kılmakta zorlanan İmrân b. Husayn (r.a)’ın sorusu
üzerine Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Namazı ayakta kıl, eğer buna
gücün yetmezse oturarak, yine gücün yetmezse yaslanarak kıl.”
Ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse, oturarak, oturmaya da gücü yetmeyen
kişi, namazını sırtüstü yatarak kılar. Ayaklarını kıbleye karşı uzatır,
rükû ve secdesini imâ ile yapar. Yanı üzerine yatmakta olan bir hastanın
yüzü kıbleye yönelik olduğu halde ima ile namaz kılması caizdir. Ancak
sırtüstü yatarak ima ile namaz kılmak, yanı üzerine yatıp kılmaktan daha
uygundur. Çünkü bu durumda, hastanın yüz kısmının kıbleye yönelmesi daha
kolaydır. Başı ile de ima yapamayacak kadar rahatsız olan kişi, namazı
iyileşme zamanına erteler.
Rahatsızlığı yüzünden secdeye tam olarak eğilemeyen kimsenin, secde
yerini sandalye veya yastık gibi bir şeyle yükseltmesi gerekmez. Rükû ve
secdeleri gücünün yettiği kadar eğilerek ima ile yapar. İmâ; namazda
başı önüne doğru eğmek sûretiyle yapılan işarettir.
Hz. Peygamber’e gelen bir adam,
hafızasından şikayetle Kur'ân’dan hiçbir şeyi ezberinde tutamadığını,
kendisine namazda yeterli olacak bir şeyi öğretmesini istemişti. Hz.
Peygamber de ona “Allah’ım! Bana acı, rızık ver, beni affet ve beni
doğru yola ilet.” gibi basit ve kısa bazı duâlar öğretir. Adam
kalkıp gidince de şöyle buyurdu: “Bu adam söylediklerimi yaparsa,
elini hayırla doldurmuş olur.”
Burada da Hz. Peygamber, hafızası zayıf olan sahâbî için
kolaylaştırıcılık ilkesini devreye sokarak zor durumda olan bu kişinin
durumuna çözüm getirmiştir.
Kur'ân’da haccın farziyyetini anlatan
“..oraya gitmeye gücü yeten kimselerin, Kâbe’yi ziyaret etmesi Allah’ın
insanlar üzerinde bir hakkıdır.”
âyetteki “güç yetirme (istitâa)”, bedenî ve mâlî yeterliliği kapsar.
Bedensel yeterlilik de, zihinsel ve bedensel önemli bir engelin
bulunmamasını gerektirir.
Aynı şekilde oruç ibâdeti de sağlıklı ve oruç tutabilecek güçte olan
kişilere farzdır.
Savaşa katılmak isteyip de özrü
nedeniyle savaşa katılamayanların, iyi niyetlerinden dolayı savaşa
katılanların ecrini/sevabını alacaklarını ifade eden hadisler vardır.
Hz. Peygamber, Tebük savaşından dönerken, özründen dolayı Medine’de
kalmış, savaşa katılamamış kişiler hakkında şöyle buyurmuştur:“Siz
Medine’de bir takım kimseler bıraktınız ki, siz yürüdükçe ve bir vâdiyi
geçtikçe, onlar da orada sizinle birliktedir.” “Onlar Medine’de iken,
nasıl bizimle olurlar?” sorusuna: “Evet onlar Medine’de, fakat
kendilerini özürleri alıkoydu.” buyurmuştur.
Başka bir rivâyette ise “Şüphesiz siz Medine’de bir takım adamlar
bıraktınız. Siz bir vadiyi geçmez, bir yola girmezsiniz ki, onlar size
ecirde ortak olmasınlar. Çünkü onları özürleri alıkoymuştur.”
şeklinde buyurmuştur.
Engellilere getirilen bu
kolaylıklar bize gösteriyor ki, onlar oldukları gibi kabul edilip ve
onlara gerekli olan kolaylıklar gösterilerek ibâdetlerden kopmamaları
sağlanmış olmaktadır. Eğer engellilere bu tür kolaylıklar sağlanmamış
olsaydı bu kişiler, kendi dertlerinin yanı sıra ilave zorluk ve
sıkıntılar yaşayacaklardı. Belki bir kısmı, zorluklardan dolayı
ibâdetlerini yerine getiremeyecek ve bunun üzüntüsünü çekeceklerdi.
VIII- SABIR VE ŞÜKÜR GÖSTEREN ENGELLİLERE
VAAD EDİLEN ECİR VE MÜKAFAATLAR
İnsanın bu dünya hayatını sağlıklı ve
rahat bir şekilde yaşayabileceği gibi, zorluk ve sıkıntı içerisinde
yaşaması da muhtemeldir veya ömrünün bir kısmını rahat, bir kısmını
sıkıntı içerisinde geçirebilir. Hayat tek düze olmayıp, iniş ve
çıkışlardan ibarettir. Nitekim Allah’ın en sevgili kulları olan
peygamberler de çok çeşitli ve ağır musibetlere maruz kalmışlardır.
Örneğin, Hz. Peygamber Taif’te taşlanmış, ayakları kan revan içerisinde
kalmış, Uhud savaşında dişi kırılmış, yüzü yaralanmış, uzun süre maddi
sıkıntı çekmiştir. Yakub (a.s.)’ın gözü kör olmuş, Eyyub (a.s.) çok
sıkıntılara maruz kalmıştır.
Kaza, belâ ve musibetlere maruz kalan
kişinin sıkıntısı küçümsenemez, ancak sabredip, isyan etmeden şükrünü
yerine getirirse, bu durumu kendi lehine çevirip sevap kazanmasına,
günahlarının bağışlanmasına ve manevi derecelerinin artmasına sebep
olur. Başa gelen bir sıkıntı veya belâdan dolayı ölümün temenni
edilmesini hoş görmeyen Hz. Peygamber,
hadislerinde insanın hastalık, sakatlık, bedensel-ruhsal olarak
kendisine isabet eden her türlü sıkıntıya düşmesi, günahları için bir
bağışlanma ve ahirette ecir almaya bir sebep olacağını ifade etmektedir:
“Bir müslümana isabet etmiş herhangi bir hastalık, dert, hüzün ve
hatta gam yoktur ki, Allah (c.c) bunu onun hataları için keffaret kılmış
olmasın!”
“Allah, batan bir diken de dahil olmak üzere, başına gelen her bir
musibet sebebiyle müslümanın hatalarını(günahlarını) örtmekle
kalmaz, onu bir derece de yükseltir.”
“Kul, Allah’ın kendisi için takdir ettiği dereceye ameli ile ulaşamazsa,
Allah onun canına, malına veya çocuğuna bir musibet verir, sonra ona
sabretme gücü ihsan eder ve böylece onu Allah’ın kendisi için takdir
ettiği mertebeye ulaştırır.”
Dış dünyayı görememe/körlük ve buna
bağlı olarak kendi hizmetlerini yapamama durumu en sıkıntılı özür
çeşitlerinden biridir. Görme özürlü olan bir kişi, bu sıkıntısına
katlanır ve sabrederse kendisine hadislerde cennet vaad edilmektedir.“Mükafatın
büyüklüğü belânın şiddetine göre” olduğunu söyleyen Hz. Peygamber,
kendisinden nakledilen kudsî bir hadiste Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu
ifade etmiştir: “Ben kulumu –iki gözünü kastederek- iki sevgilisiyle
imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona cenneti
veririm.”
“Kimin iki sevgili (gözünü) alır da, buna sabreder ve ecrini Allah’tan
umarsa, sevap olarak cennetten başka bir şeye razı olmam.”
Her ne durumda olursa olsun bu hayatın geçici, dolayısıyla sıkıntısının
sayılı günlerden ibaret olduğu için bir gün biteceğini düşünen,
kendisinin bir kul olduğu bilinciyle sabretmesini ve şükrünü eda
etmesini bilen kişi, bu dünyada çektiği sıkıntıların karşılığını
âhirette alacaktır. Aksine isyankar tutum ve davranışlarda bulunan da
kendisine zarar vermiş olacaktır.“Kim başına gelene rıza gösterirse
Allah ondan hoşnut olur, kim de rıza göstermezse, Allah’ın gazabına
uğrar.”
Hz. Peygamber, bir gün sıtma
hastalığına yakalanmış ve iki kişinin çekebileceği kadar ızdırap
çektiğini (soru üzerine) buna binaen iki kat sevap verileceğini
söyleyerek bütün bunların bağışlanmaya vesile olduğunu ifade etmiştir: “Allah,
ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan
dolayı müslümanın günahlarını bağışlar. Ağaç yaprakları gibi o
müslümanın günahları dökülür.”
Kızı Zeyneb’in oğlu ölüm döşeğinde iken Hz. Peygamber, kızına şu
teselli edici mesajı göndermiştir: “Alan da veren de Allah’tır. O’nun
katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan
beklesin.”
Yine Çocuğunu kaybeden ve mezarı başında ağlayan bir anneye
“Allah’tan kork ve sabret.” diyerek
sabrı tavsiye etmiştir. Başka bir hadiste ise çocuklarını küçük yaşta
kaybeden anne-babanın -sabredip şükrettikleri takdirde- cennet ile
ödüllendirilecekleri müjdesini vermektedir: “Henüz ergenlik çağına
ulaşmamış üç çocuğu ölen her müslümanı, Allah, çocuklara olan rahmet ve
şefkati sebebiyle cennete koyar.”
Kur’ân’da yer alan “Sabredenlere mükafatları hesapsız
ödenecektir.”
ifadesi, bu tür hadislerin bir nevi destekleyicisi konumundadır.
İbn Abbas, Atâ b. Ebî Rabâh’a: “Sana
cennetlik bir hanım göstereyim mi?” diye sorar. Atâ “evet”
deyince, “İşte şu siyâhî hanım!” der. Hz. Peygamber’e gelip:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Ben sar’â hastalığım sebebiyle düşüyorum ve elbisem
açılıyor, benim için Allah’a duâ etseniz?” Bunun üzerine Hz.
Peygamber: “İstersen cennet karşılığında sabret, istersen iyileşmen
için Allah’a duâ edeyim?” buyurunca o hanım: “Öyleyse sabredeyim,
fakat benim için Allah’a duâ et de açılmayayım” der. Hz. Peygamber
de onun için duâ eder.
Bu ve benzeri hadisleri delil alan ilim adamlarının çoğunluğu hastalığın
hem derece terfiine, hem de günahların affına sebep olacağı
görüşündedirler.
Özürlülere düşen, bu dünyada kendisine ne
nisbetle nimet verilmişse, nimetlere şükretmek, o nimetlere minnet
etmektir. Âdil-i Mutlak olan Allah(c.c.) elbette, onlara bu dünyada
vermediği nimetini ebedi âlemde, âhirette telâfi edecektir.
Engellilik hali, insanın ruh dünyasında moral bozukluğuna ve sıkıntılara
yol açabilir. Bunlara katlanmak için kişinin mutlaka manevi
desteğe/dinamiklere ihtiyacı vardır. İşte hadislerde vaad edilen ecir ve
mükafatlar, bu kişiler için önemli derecede birer destek konumundadır.
IX-ENGELLİLERİN EĞİTİMİNE ÖNEM VERMEK
İslam dini ilim dinidir. Hiçbir ayırım
yapılmadan kadın ve erkek herkese ilim öğrenmenin farz olduğunu
beyan eden ve kendisinin muallim olarak gönderildiğini
ifade eden Hz. Peygamber, hayatı boyunca ilmi faaliyetleri ihmal
etmemiş, bilgi toplumu oluşturmak için çaba sarf etmiştir. Engellilerin
de bu haktan mahrum edilmemesi bu anlayışın bir gereğidir. Dolayısıyla
engellilerin eğitim-öğretim hizmetlerinden mahrum edilmemesi için
onların okuyabileceği, onların durumlarına özgü okulların yeterince
açılması en doğal haklarıdır. İstenilen düzeyde verilecek bir
eğitim-öğretim neticesinde engelliler arasında da dünya çapında
insanların yetişmesi imkan dahilindedir ki, bunun örnekleri günümüzde de
mevcuttur.
Dünyada genel olarak nüfusun %14’ünü özel
eğitimi gerektiren kişilerin oluşturduğu tahmin edilmektedir.
Engelli çocuklara verilen eğitimin etkili ve kalıcı olabilmesi için,
aile rehberliği gibi destekleyici unsurlara gereksinim vardır.
Anne ve babalar, çocuklarının ilk ve daimi öğretmenleridir. Engellilerle
ilgili bu eğitimin randımanlı verilebilmesi için en başta anne ve
babaların da eğitilmesi şarttır.
Engelliye verilecek eğitim içerisinde din
eğitimine ayrı bir önem vermek gerekir. Çünkü din, engelli bireye
karşılaştığı sıkıntıları aşmada moral desteği sağlama, kendisine her
zaman yardımcı olacak ve sığınabilecek yaratıcı olduğu duygusunu
kazandırarak, yaşama sevincini artırma yanında, yaşadığı durumu
kavramasına da katkı sağlayacağı bilişsel nitelikte bazı açıklamaları da
ona sunar. Neden böylesi bir durumla karşılaştığı sorusuna cevap
bulmada, insanın varoluşuna ışık tutacak ve yaşadıklarını kavramasına
katkı sağlayacaktır.
T.C. Anayasası 42. maddesi “Kimse eğitim
ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, durumları sebebiyle
özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır.”
demektedir. Özürlülük konusunda göz ardı edilmemesi gereken en önemli
durum, toplumların genel gelişmişlik düzeylerini devletlerinin
yurttaşlarına götüreceği hizmetin temel belirleyeni olmasıdır. Özürlünün
toplumsal yaşama katılabilmesinin ön koşulu eğitim olanaklarına
ulaşabilir olmasıdır. Özürlünün kendini gerçekleştirebilmesi için ona
bir nitelik kazandırılmış olması gerektir ki bu da ancak eğitim
almasıyla olanaklıdır.
Günümüz toplumlarında amaç engellileri
toplumda bazı yönlerden ayrıcalıklı kesim olarak görmek değil, bu
çocukları mevcut bedensel, zihinsel ve sosyal becerilerini geliştirecek
şekilde eğiterek, çalışan-üreten bireyler olarak topluma ve ekonomiye
kazandırmak olmalıdır. Sosyal devlet anlayışının gereği, yaşamlarını
başkalarına bağımlı olarak sürdüren bu bireylere zihinsel ve fiziksel
özelliklerini olabildiğince geliştirici ve yönlendirici eğitim
hizmetleriyle tıbbi ve mesleki rehabilitasyon hizmetlerini sağlamak
büyük ölçüde devletin sorumluluğu altındadır.
Son yıllarda, gelişmiş ülkelerde engelli
çocuk ya da gençlerin normallerle birlikte eğitilmeleri, bir başka
deyişle normallerle kaynaştırılmaları yönünde güçlü bir eğilim vardır.Engelli
çocukların tam anlamıyla ve eşit şekilde toplumla kaynaşabilmesi toplum
yaşamında üretken ve başarılı olabilmesi bireye sağlanan eğitim
olanaklarına bağlıdır. Kaynaştırmada engellilere yeteneklerinin
sınırları içinde eğitim gereksinimleri içinde mümkün olduğunca normal
eğitim ortamlarında, normal akranlarıyla birlikte karşılanması bir ilke
olarak benimsenmiştir. Engelli çocuklar normal yaşıtları arasında birçok
beceriyi taklit ederek, öğrenerek yaşadığı toplum içinde kaynaştırma
yolunda önemli bir adım atmaktadır.
SONUÇ
Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanı
değerli ve üstün kılan kriterler kişinin fiziki/biyolojik nitelikleri
olmayıp manevi evrensel değerlerdir. Kendi isteğiyle bu dünyaya gelmemiş
olan insan, gerek maddi imkanlar ve gerekse manevi imkanlar açısından
bir fabrikanın ürünleri gibi, diğer insanlarla eşit olarak
yaratılmamıştır. İnsanın doğuştan sahip olduğu hususlarda kendisinin bir
dahli yoktur. İnsan dünyaya gelirken Allah’a herhangi bir karşılık
ödemediği için Allah’tan gelen şeylerin eksik veya az olduğu noktasında
hak iddia etmesi/kafa tutması doğru değildir. İnsanın doğuştan gelen
hallere rıza göstermeyip, isyankar tutum ve davranışlarda bulunması
kendine zarar getirmekten başka bir şey getirmeyecektir. Çünkü insan,
kuldur, yaratıktır, her şeye muhtaç âciz bir varlıktır.
Tarih boyunca her toplumda belli oranda
engelliler her zaman var olagelmiştir. Hz. Peygamber döneminde de belli
oranda engelliler mevcut olmuştur. Hz. Peygamber insanları
fiziki/biyolojik yapıları veya doğuştan getirdikleri farklılıklarına
göre bir ayırıma hiçbir zaman tabi tutmamış ve böyle bir yanlışın
içerisinde olanlara tepki göstermişti. Dolayısıyla manevi evrensel
değerlere sahip olan bir engelli bir kişi, manevi değerlere sahip
olmayan sağlıklı/engelsiz bir kişiden daha efdâldir. Hz. Peygamber’in
engellilerle olan ilişkileri tamamen insanî ve ahlâkî boyutlarda
gerçekleşmiştir. Onlara değer verdiğinin en güzel göstergesi onlara üst
düzeyde kamu görevleri vermiş olmasıdır. Onun için önemli olan ehliyet,
liyâkat ve ahlâk gibi niteliklerdir. Bugün de aynı yol takip edilerek
engellilere kaymakamlık, valilik gibi üst düzeyde görevler verilmesinde
bir sakınca görülmemelidir. Toplumda bu anlayış ve bakış açısı geçerli
olmuş, bu konuda Hz. Peygamber örnek alınmış olsa, engellilerle ilgili
aşılamayacak, çözümlenemeyecek bir sorunun ortada kalmayacağı
kanaatindeyiz. İslam’da engellilere karşı olumsuz tutum ve davranışların
yeri yoktur. Birinci derecede engellilerin insanca yaşamalarını
sağlamanın yolu onlara insan olarak değer vermekten geçmektedir. İnsan
merkezli bir dünya anlayışına ve düşüncesine sahip olmayan toplumlarda
normal insanların dahi problemlerinin çözülmesi olası değildir. O halde
yapılması gereken şey, anlayış ve düşüncelerde vahiy merkezli
değişikliklerin yapılmasıdır.
Toplum olarak engellilere karşı hoşgörü,
anlayış, şefkat ve merhametle yaklaşılmalıdır. Onları hor görmek,
aşağılamak, dışlamak, küçümsemek, ilgisiz kalmak, yardım etmemek gibi
olumsuz tavırlar içerisinde olmak insanî ve ahlâkî değerlerle bağdaşmaz.
Hadislerde engelliler, yaşadıkları zorluk ve sıkıntılara karşı metânet,
sabır ve şükür ile hareket ettikleri takdirde kendilerine kimi yerde
günahlarının affedileceği, kimi yerde cennetle ödüllendirilecekleri
şeklinde müjdelerin verilmesi dikkat çekicidir. Bu mükafatların
büyüklüğü sahip oldukları özürlerin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Hz.
Peygamber’den nakledilen bu tür mesajları öğrenen inançlı bir engelli,
yaşama daha bir dört elle sarılacak, hayata daha umutla ve sevinçle
bağlanacaktır.
|