aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

<<<Sosyal Tarih Makaleleri

 

 

OSMANLI’DA İŞÇİ SÖMÜRÜSÜ YOK*

Doç Dr. Ahmet Kal’a

 

İngiltere’de1750 yılında başlayan sanayi inkılabından sonra, işçi ve işverenler, iki ayrı sınıf ve rakip olarak mücadele etmek durumunda kalmışlardı. Bu mücadeleye devlet müdahale etmiyor, tarafsızlığını ileri sürüyordu. Gerekçesi de, teorideki liberal iktisat anlayışının gereği idi. Pratik hayatta ise bunun anlamı, işçiyi işverenin insafına terk etmek olmuştu. Böylece, aslında, işveren lehine tavır koyan devlet, 1750’den 1900’lü yıllara kadar işçinin işveren tarafından sömürülmesine ve sefalet içinde yaşamasına göz yumdu.

Cebri çatışma

Osmanlı devleti ise, Türk sanayiinin kurulmaya başlandığı 1800’lü yıllardan itibaren, Avrupa’dan oldukça farklı bir çizgi takip etti ve müdahaleci ilk devlet oldu.

Çalışma, istihdam ve sanayileşme politikalarında, işçi, işveren ve devletin “adalet, hakkaniyet ve eşitlik” ölçüleri içinde uzlaşmaları esas alınıyordu. İşçi-işveren ilişkilerinde, işçinin sömürülmesi önlenmeliydi.Bu yapılırken, işverenin de zarar görmeden üretimine devam etmesi sağlanmalıydı.

Günümüzde iktisat bilgisinin ulaştığı nokta da rekabet şartlarının ve sosyal güvenlik hukukunun henüz oluşmadığı ekonomilerde, işçi-işveren ilişkilerinin serbest bırakılamayacağıdır. Devlet, çalışma hayatını, işçi ve işveren ilişkilerini düzenleyecek hukuk-i çerçeveyi ve kurumları oluşturmalıdır.Bu eksiklikler giderilinceye kadar da gerek piyasa, gerek çalışma hayatının iyileştirilmesine yönelik müdahalelerde bulunacaktır.

Aşağıda işlenecek olan örnekte, Osmanlı devletinin, 1800’lü yılların başından itibaren piyasa ve çalışma hayatını düzenleyici müdahaleleri anlatılmaktadır.Aynı yıllarda, Avrupa sanayi ülkelerinde devlet, işveren lehinde ve işçi aleyhinde bir tutum sergilemekteydi.Böylece Avrupa, sadece sömürgelerini değil, kendi insanını da sömüren “vahşi kapitalizm” dönemini yaşıyordu.

Bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Somakov’daki demir fabrikalarının sahipleri, ihtiyaçları olan ham demiri, yine kendi işlettikleri demir madenlerinden temin ediyorlardı. Osmanlı devleti, sanayileşmenin yaygınlaşmasını ve özel fabrikaların kurulup gelişmesini teşvik için, hammadde kaynaklarını, yine o fabrikaya tahsis ediyordu.Maden ve maden kaynaklarının özel fabrikalara tahsisi hususuna, madenlerin çevresinde yaşayan ahali de dahil edilmişti.

1840’a, Tanzimat dönemine kadar yürütülen uygulamaya göre, özel fabrika sahibi, fabrikaya bağlı madenlerde çalışacak işçiyi çevre köy ve kasabalardan temin etmekteydi.Uygun ücret ve uygun çalışma şartları sağlanmak kaydıyla, ahali, cebren madende ve fabrikada çalıştırılabiliyordu. Cebri iş sözleşmesi dediğimiz bu hakkın tanınmasındaki en önemli gerekçe, işgücü kıtlığı idi.

Ancak, cebri hizmet sözleşmesi hakkı istismar edildiğinde, devlet işçi lehine duruma müdahale ediyordu.

“Açık bir zulüm”

Şimdi, Somakav’daki demir fabrikaları işverenlerinin, cebri hizmet sözleşmesi hakkını nasıl kötüye kullandıklarını gözden geçirelim. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde muhafaza edilen, konuyla ilgili belgede şöyle deniliyor:

   “... Somakov’daki demir fabrikalarının sahipleri, Somakov ve çevre kazalardan beş altı bin civarındaki işçiyi, otuz kırk seneden beri, bağlı işçi statüsüne dahil ederek düşük ücretle ve istirahat dahi ettirmeden, kömür ve cevher naklettirerek istihdam ettirmektedirler...”

   “... Mezkür fabrika sahipleri, fabrikaya bağlı işçi kabul ettiği ahaliyi, cebren kömür ocaklarında kömür çıkartmaları için çalıştırmakta, bu kömürü de düşük bir fiyatla ile satın almaktadırlar. Ziraat mevsiminde, ahaliyi çift ve çubuğundan ayırıp fabrikalarına sevk ederek, ziraata da zarar vermektedirler. Yine fabrika sahipleri, fabrikalarına işçi temini için, ‘gezici’ denilen beşer onar adamını devamlı olarak köy, kasaba ve kazalarda gezdirip, ücretsiz yem ve yiyecek toplattırmaktadırlar. Bu adamlar, döküp sökerek ahaliyi hanesinden çıkartıp, tarlasını bıraktırıp, vakitli ve vakitsiz cebren kömür ocaklarında çalıştırmak ve ham demir naklettirmek gibi türlü haksızlık ve zulümlerde bulunmaktadırlar...” “... Bu durum açıkça bir zulüm ve adaletsizliktir. Ayrıca İrade-i Seniyye’ye de aykırı olduğu ortadadır...”

Belgenin müteakip bölümünde, işçilerin Somakov muhassıllarına (vergi tahsildarı) şikayette bulundukları, ancak netice alamadıkları kaydediliyor. Çünkü, fabrika sahipleriyle yakınlıkları olan muhassıllar, meseleyi hasır altı etmişlerdir. İşçiler de onlardan korkarak, daha üst mercilere başvuramamışlardır.

Rızaya dayalı hizmet

Tanzimat’ın ilan edildiği 1839 yılında itibaren, fabrikalarda emek istihdamı alnında yeni düzenlemelere gidildi. Bunlar arasında en önemlisi, cebri hizmet sözleşmelerinin kaldırılarak, “rızaya dayalı hizmet sözleşmesi” ne geçilmesi idi. Yeni uygulamaları da yürürlüğe koymak üzere 1849 yılında Somakov’a muhassıl olaraktayin edilen Emrullah Ağa, işçilerin şikayetlerini inceleyerek ve demir fabrikalarında tespitler yaparak, işverenleri uyardı:

 

   “...Emrullah Ağa, muhassıllık memuriyetine tayin olunduktan sonra, mezkür işçilere fabrika sahiplerinin yaptıkları zulümleri görmüş, işçilerde kendisinden durumlarının düzeltilmesini istirham etmişlerdir. Emrullah Ağa, memuriyeti gereği, işçilere uygulanan ve İrade-i Aliye’ye aykırı olan uygulamalara son vermeleri ve tarafların toplanarak ücretin iyileştirilmesi hususunda anlaşmalarını, fabrika sahiplerne ifade etmişti...”

Bu defa, menfaatlerini kaybedeceklerini anlayan fabrika sahipleri harekete geçti ve Emrullah Ağa’nın görevini su istimal ettiğine dair yalan bilgileri ve sahte şikayet dilekçelerini merkeze gönderdiler. İşçiler ve halk ise, muhassıldan memnun olduklarını bildirir dilekçelerle Niş Valiliği’ne başvurdular. Neticede, valinin yaptırdığı araştırmayla, yeni muhassılın görevini hakkıyla yerine getirdiğini belirten bir rapor Meclis-i Vala’ya gönderildi. Meclis-i Vala meseleyi inceledi ve fabrika sahiplerine haksız uygulamalarına son vermelerini, işçilerle bir araya gelip, çalışma şartları ve ücret konusunda anlaşmalarını ihtar etti.

İşverenlerin süngüsü düşmüştü. Tebligattan sonraki gelişmeleri anlatan bir yazıyı Meclis-i Vala’ya gönderdiler. Bununla beraber, mağdur duruma düştüklerini de öne sürüyorlardı:

   “... Hakkaniyet üzere ve herkese eşit davranmak bizim de taraftar olduğumuz bir husustur. Bizden istenilen yerine getirilmektedir. Ancak işçiler, bu uygulamayı anlayamamış veya yanlış anlamışlar ve çalıştıkları fabrikaları bırakıp başka işlerde çalışmaya başlamışlardır. Bu sebeple fabrikalarımız kapanmış olup, büyük zarara uğradık. Durumun çözüme bağlanarak gereğinin yapılmasını istiyoruz...”

Aslında, işverenin iddiaları doğru değildi. İşçiler yeni uygulamayı gayet iyi anlamışlardı. Zira, artık cebri değil, rızaya dayalı hizmet sözleşmeleri dönemi başlamıştı ve işçi kendisine tanınan bir hakkı kullanıyordu. Yani, verilen ücreti ve çalışma şartlarını uygun bulursa o fabrikada çalışıyor, beğenmezse başka bir işe giriyordu. Eskiden olduğu gibi, bağlandığı fabrikanın dışında bir yerde çalışmama uygulaması kaldırılmıştı. Fabrika sahipleri, her ne kadar bu yeni duruma kabule yanaşmasa ve eskisinin devamını istese de...

Krizin eşiğinde

Fakat ortada önemli bir gerçekte vardı: Tanzimat dönemiyle birlikte işçi istihdamı, çalışma şartları ve ücret konusundaki yeni düzenlemeler, işyerleri arasındaki işçi sirkülasyonunu arttırmıştı.İşgücü teminindeki zorluk, şimdi büsbütün büyümüştü. Fabrikalar, yeterli vasıfta ve sayıda işçi bulamadıkları için kapanıyordu. Bunalan işverenler, problemin tek çözüm yolu olarak, yine “fabrikaya bağlı işçi” sistemine dönülmesini savunuyorlardı. Öte yandan, devlet, bir yandan işvereni, dolayısıyla yeni kurulmaya başlayan sanayii teşvik etmek, diğer yandan da işçilerin olumsuz çalışma şartlarını kaldırmak istiyordu. Fabrikaların kapanması devam ederse, sanayi kurulmadan yıkılacaktı. Bu durumda işçilerde açıkta kalacaklardı. Devlet ise, sanayi üretiminden elde edeceği vergi gelirinden mahrum kalacaktı.

Aynı safhalardan geçen sanayileşmiş Avrupa devletleri, düşük ücret, olumsuz çalışma şartları ve işçi sefaletine göz yummakla, fabrikaların kapanmasını önlemiş, bu suretle artan işveren karının yeni yatırımlara yönelmesine ve sanayiin hızla yaygınlaşmasını sağlamışlardı. Osmanlılar da acaba aynı şeyi mi yapmalıydı?

Osmanlı devleti, kendi sanayileşme tarihinde, hiçbir zaman bu anlayışa eğilim göstermedi. Gerek cebri, gerek rızaya dayalı hizmet sözleşmesi dönemlerinde, insanı boyutu daima ön planda tuttu. Çalışan ve çalıştıran taraflardan hiçbiri diğerine zarar vermeyecek ve kendisi de zarar görmeyecektir. Mağdur tarafı devlet korur, zarar sebebini ortadan kaldırır. Gerekirse çalışma hayatını ve istihdam şartlarını yeniden düzenler. Bu düzenlemede, işçinin de işverenin de menfaatlerini dengelemeye özen gösterilir. Taraflar birbirlerini korumalı ve adil davranmalıdırlar. Devlet de, işçi ve işveren arasında tarafsız ve adilane davranır, problemleri de bu doğrultuda çözer.

     Meclis-i Vala’nın emri

Osmanlı Devleti’nin, Somakov, daki demir fabrikalarında işçi ve işveren arasında ortaya çıkan ve yukarıda anlatılan ihtilafa yaklaşımı ve çözümü de bu doğrultuda oldu.

Meclis-i Vala’dan taraflara 24 Ramazan 1265/14 Ağustos 1849 tarihli bir emirname gönderilerek, taraflardan neler istendiği ve yeni uygulamanın amacının ne olduğu açıkça anlatıldı:

   “...Daha önceki yazımızda belirttiğimiz hususlardan amacımız, işçilerin sanayiin başka dallarına ve başka işyerlerine gitmeleri değildir. Amaç, hakkaniyet ve eşitlik ölçüleri içinde ücretlerin, nakledilen ve satılan hammadde fiyatlarını iyileştirilmesidir. Ancak, yeni uygulamalar sırasında, fabrikalar kapanma durumuna gelmişlerdir. Bu durumda fabrika sahipleri zarar görmektedirler. Devlet, buna da izin veremez. Olması gereken, fabrikaların ve madenlerin üretiminin artmasıdır. Aynı zamanda da işçinin yaptığı işe rağbet etmesi, mağdur olmamasıdır...”

Meclis-i Vala’dan gönderilen emirnamede, devletin belirtilen sanayi ve istihdam politikalarının hedeflerine ulaşması ve mevcut anlaşmazlığın çözümü için de şu yol gösteriliyordu:

   “... Konu mahalli mecliste cümlenin ittifakıyla verilecek kararlar sınıfına girmektedir. Bu sebeple belirtilen meseleler, mahalli mecliste taraflar bir araya getirilerek ele alınmalı ve önceki yazımızda da belirttiğimiz çerçevede çözüm bulunmalıdır. Buna göre, işçilerin diğer iş ve işyerlerine geçmeleri ve rağbetleri ile fabrikalara bir gün bile zarar gelmemeli, eşitlik ve hakkaniyet ölçüleri içinde çözümler aranmalı ve bulunmalıdır...”

     Vergi indirimi

Tarafla, Somakov mahalli meclisindeki görüşmelerde anlaştılar. İşverenin, işçi ücretlerini arttırması ve çalışma şartlarını daha da iyileştirmesi karşılında, işçiler de işyerlerini terk etmekten vazgeçmişlerdi.

Anacak işverenin,devletten bir isteği vardı.Ücret artışından dolayı, maliyetlerde artacaktı. Bu durumda da, fabrikalar yine kapanma eşiğine gelecekti. Ama, devletin üretim üzerinden aldığı vergi azaltılırsa mesele kalmıyordu.

İşverenlerin mahalli meclisteki görüşmeler sırasında dile getirdikleri bu talep, Meclis-i Vala’ya yazılı olarak iletildi. Ayrıca, vergi indirimine gidilirse, üretimde artış kaydedileceği, böylece devletin kasasına eskisinden daha çok para gireceği vurgulandı. Konuyu araştıran Meclis-i Vala da, talebi makul görerek, üretim üzerinden 1/5 oranında alınan gelir vergisini, 1/8’e düşürdü.

Tarafsızlığını koruyan devlet, esas itibariyle, işçi ve işverenin anlaşarak meselelerini çözmelerini istiyordu. Ve bunu temin edecek gücü, gerektiğinde ortaya koyuyordu. İşçiyi işverenin insafına terk etmediği gibi, işverenin üretimi durdurması sonucuna varacak olumsuz gelişmelerin de önüne dikiliyordu. Hatta vergi gelirinden indirim yapıyordu. Ama, bu feragat üretim potansiyelini büyüttüğünden, neticede kendisi de zararlı çıkmıyordu.

     Marksizm niçin geldi?

Osmanlı Devleti’nin uzlaşmaya dayalı sanayileşme ve istihdam politikası uyguladığı 1800’lü yıllar boyunca, Avrupa’da durum çok faklıydı. Sanayi kapitalizmi dönemini yaşayan Avrupa’da, devletin işveren lehine tavrından dolayı, çalışan ve çalıştıran kesim birbirine  düşman ve uzlaşmaz iki ayrı sınıftı. Bu mücadele sürerken, Marksizm ortaya çıktı ve iktidar kavgasına girişti. İşçi sefaletinden sonra, ideolojik bölünme ve mücadele dönemi başladı. Binlerce insan bu çatışmalar sırasında öldü. Dünya bloklara ayrıldı. İktisadi olarak gelişememiş ülkelerin bağımsızlıkları tehlikeye düştü ve bazıları bağımsızlıklarını kaybettiler. Bu olumsuz tesirler, günümüzde de tam olarak giderilemedi.

Osmanlı, dünya sanayi tarihinde, işçi, işveren ve devletin “Adalet, hakkaniyet ve eşitlik” ölçüleri içinde uzlaşarak çalışması modelini ilk uygulayan devlet oldu. Günümüzün sanayileşmiş ülkeleri de, bu ölçüleri çalışma hayatının vazgeçilmez esasları olarak kabul etmektedirler.

 

Kaynaklar:

Başbakanlık Osmanlı Arşivi, AMKT.  Tasnifi, nr. 202/40 ve nr. 218/85. Mesail-i Mühimme tasnifi. nr. 619, 8 lef.