OSMANLI YÖNETİMİNDE İNSANA VE HUKUKA SAYGI
İsmet MİROĞLU
İnsana ve hukuka saygı,
devlet olmanın, milletleri idare etmenin temel unsurlarından biridir ve bu
da doğrudan adalet sistemi ile ilgilidir. Sağlam bir adalet sistemine sahip
olmayan devletlerin varlıklarını uzun müddet devam ettiremedikleri, tarih
sahnesinden silinip gittikleri bilinen bir gerçektir. “Adalet mülkün, yani
hükümet etmenin esasıdır” sözü geçmiş ve gelecek bütün zamanlara hitap eder.
İnsan haklarından, temel hak ve hürriyetlerden sık sık bahsedildiği bir
çağda adalet ve insanlık hilafına birbiri ardından yaşanan insanlık dışı
olaylara şahit olmaktayız. Böyle yüz kızartıcı olaylara şahit oldukça
“Adalet mülkün temelidir” sözünde gizlenen hakikatlerin ne derece büyük ve
derin bir mana taşıdığı daha iyi anlaşılır.
Osmanlı Devleti bir İslam
devletiydi. Uzun ömürlü ve dünya çapında devlet olmasının sebeplerinden biri
de, şüphesiz, sağlam bir adalet sistemi üzerine oturmuş olmasıdır.
Adaletin iki tarifi
vardır: Birincisi, bir amirin, bir hakimin, memleketi idare için koyduğu
kanun, kaide, çizdiği hudut içinde hareket etmektir. Zulüm ise bu kanunun,
bu hududun, bu dairenin dışına çıkmaktır. Adaletin ikinci tarifi, “kendi
mülkünde olanı kullanmak” demektir. Zulüm de başkasının malına, mülküne
tecavüzdür. Adaletin, İslam dinindeki yüksek anlamı budur.
Osmanlı devlet
düşüncesinin esası, tek bir siyasi çatı altında topladığı toplulukları din,
dil, ırk ve mezhep farklılıklarına bakmaksızın adil bir şekilde idare
etmekti. Böyle bir düşüncenin insanı gerçekten mesut edebileceği ve bundan
dolayı bütün dünyanın Osmanlı himayesine can atacağı, devletin ilk kuruluş
yıllarında yaygın bir kanaat haline gelmişti. Osmanlı Devleti bir dünya
devleti durumuna yükseldiği zamanlarda Avrupa’da ayrı ayrı inanç ve ırklara
mensup toplulukların bir çatı altında toplanmasını tasavvur etmek bile
mümkün değildi. Bugün dünyaya insanlık dersi vermeye çalışan Avrupa’da aynı
ırka ve dine mensup halkın dahi o dönemlerde zulmet, cehalet ve vahşet
içinde birbirlerini boğazladıklarına tarih şahittir.
Gerçekten Osmanlılar,
siyasi istikrar ve ictimai adaletleri sayesinde cihan hakimiyeti davasının
en kuvvetli temsilcileri olmuşlardır. Emevi Devleti aşırı Arap
milliyetçiliği, Abbasi Halifeliği ise mezhepler ve sınıflar arası
mücadeleler yüzünden kısa zamanda tarih sahnesinden silinmişti. İslam
dünyasına yeni bir canlılık getiren Selçuklular da ictimai ve dini
huzursuzluklar sebebiyle imparatorluk nizamını uzun müddet koruyamadılar.
Hıristiyan dünyası da buhran içinde yüzüyordu. Büyük bir medeniyet kurmuş
olan Roma İmparatorluğu ve onun devamı olan Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu
da sınıflar arası dengesizlikler dolayısıyla sarsılmışlardır. İmparatorluk
hudutları içinde yaşayan ayrı din ve mezhebe mensup insanlar zulüm altında
inlemekte idi
Yepyeni bir ruh ve dünya
görüşü ile ortaya çıkan Osmanlı Devleti, ictimai ve siyasi hayatı altüst
eden bütün bu hastalıklardan uzak kalmayı başararak kavimler ve dinler
arasında sağlam bir denge; halk kitleleri arasında ictimai adalet kurmuştur
(1).
Osmanlı Nasıl Yükseldi
?
İşte Osmanlı Devleti’ni
yüzyıllar boyunca ayakta tutan sebeplerden biri bu sağlam ictimai dengedir.
Bu mülahazalar çerçevesinde XIX. yüzyılda Hıristiyan ve Müslüman milletlerin
Osmanlı camiasından kopmalarının sebebini emperyalist dış tahriklerde
aramalıdır.
Osmanlı padişahları
İslamiyet’in kendilerine müsaade ettiği prensiplere bağlı kalarak muazzam
bir dünya devletinin hayatını tanzim eden bir hukuk nizamını kurmayı
başarmışlardır. Padişahlar, gerektiğinde, İslam dininin müsaade ettiği
ölçüde Hıristiyan memleketlerde buldukları mahalli örf ve adetleri aynen
bırakmışlardır.
Osmanlı Devleti’nin
Rumeli ve Anadolu’da süratle genişlemesinin sebeplerini adilane harekette ve
mahirane siyasette aramak lazımdır. Türkler girdikleri yere sulh, sükun,
mutlak bir huzur ve asayiş götürürlerdi. Türk idaresinde yaşayan yerli
Hıristiyan halk büyük bir huzur ve refah içerisinde hayatlarına devam
ederlerdi. Hıristiyanlar çok defa eski idareden bıkmış bir halde Müslüman
fatihleri bir kurtarıcı olarak karşılarlardı.
Osmanlılar, kuruluş
devresinden beri adalet ile, dini müsamaha ile Hıristiyan halk kitlelerinin
sempatisini kazanmışlardır. Osman Gazi, Rum komşularının çoğu ile iyi
münasebetler kurmuş ve bu iyi münasebetler sonunda Rumlar’dan birçoğunu
kendi tarafına çekmiştir. Orhan Gazi, Bursa fethinde, Rumlar’a şehri niçin
teslim ettiklerini sorduğunda şu cevabı almıştı: “Sizin devletinizin günden
güne yükseldiğini ve bizim devletimizi geçtiğini anladık. Babanızın
idaresine geçen köylülerin memnun kalıp bir daha bizi aramadıklarını gördük
ve biz de bu rahatlığa heves ettik”(2).
Göynük ve Taraklı-Yenicesi tarafları
fetholununca Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa, bu yöre Hıristiyanlarına çok
adaletli davranmıştı. Bunun üzerine Hıristiyanlar: “Ne olaydı bunlar
(Osmanlılar) bize daha önce bey olaydı” dediler(3).
Köylülerin pek çoğu Osmanlılar’ın bu
adaleti sayesinde Müslüman oldular. Osmanlılar Anadolu’da olduğu gibi
Rumeli’deki Hıristiyanlar’a da din ve vicdan hürriyeti tanımışlardı.
Hıristiyanlar’ın varlıklarına ve idare tarzlarına dokunmadılar. Ağır
vergiler altında ezilmiş olan yeni tebaanın vergi yükünü hafifleterek,
mevcut kanunların hilafına hiçbir keyfi muameleye müsaade etmediler. Devlet,
kendi himayesine girmiş zımmilerin her türlü hak ve hukukunu garanti altına
almıştı(4).
Devlet, eskiden beri
yürürlükte olan ve iyi netice veren kanun ve nizamların bazen hepsini bazen
de beğendiği kısımlarını almakta idi. Fakat uygun olmayanları atarak
bunların yerine tebaayı rahat ettirecek en uygun kanun ve nizamları koymakta
tereddüt etmiyordu(5).
Mesela Suriye’de uygulana gelmekte olan Kölemen vergi sistemi memleketi
fakirlik ve perişanlığa götürdüğü gerekçesiyle yürürlükten tamamen
kaldırılmıştır(6).
Gürcistan eyaletinde
arazi taşlık ve verimsiz olduğundan ziraatle uğraşan halktan ispençe vergisi
dışında ziraata ait vergiler alınmamaktaydı(7).
Herkes Himaye Edilirdi
Niğbolu sancağının gümrük
kanunnamesi incelendiğinde, gerek Müslüman, gerek Hıristiyan tebaanın
ticarette yabancılara karşı himaye edildiği görülmektedir. Osmanlı
tebaasından yüzde 3-4 günlük resmi alınmasına karşılık, yabancılardan yüzde
5 ve daha fazla vergi alınmakta idi(8).
Osmanlı padişahları,
devlet otoritesini temsil edenlerin, halka karşı bu otoriteyi kötüye
kullanmalarını, kanun ve adalete aykırı tutumlarını yasaklayan bir nevi
beyannameler (adaletname) neşretmişlerdir(9).
Padişah, Semendere
kadısına gönderdiği bir adaletnamede, halkın kendisine Allah’ın bir emaneti
olduğunu belirttikten sonra, kanuna ve tahrir defterine aykırı olarak
sancak-beylerinin veya diğer görenlilerin onlardan fazladan bir şey
almalarını zulüm saymakta ve bunu şiddetle yasaklamaktadır. Bu emri yerine
getirmekte ihmali ve kusuru görülenlerin derhal cezalandırılmasını
emretmektedir(10).
Yine Semendere
sancağındaki Eflaklar, Voynuklar ve diğer zımmiler (Osmanlı tebaası gayrı
müslimler) padişahın kapısına adam gönderip, konulan kanuna aykırı olarak
sancak-beyleri ve adamlarının salma yapıp zorla arpa, buğday,bal,yağ vs.
aldıklarından şikayet etmişlerdir. Bunun üzerine padişah, durumu yerinde
teftiş ettirerek bu haksızlığı önleyici sıkı tedbirlere başvurmuş, emre
uymayanların şiddetli bir şekilde cezalandırılmasını emretmiştir(11).
Osmanlılar’ın Ortodoks
kilisesine karşı gösterdikleri müsamaha ve takip ettikleri adil vergi
sistemi, Türk idaresinin geniş halk kitleleri ve köylü sınıfı tarafından
benimsenmesinde başlıca rol oynamıştır. Türk fetihleri ilerlediği sırada,
Balkanlar da derebeylik idaresi yerleşmeye başlamıştı. Köylü, feodal rejimin
ağır vergi yükü altında eziliyor, senyörlerin keyfi muamelelerine maruz
kalıyordu. Osmanlılar gelince senyörlerin elindeki zirai toprakları miri
arazi adı altında tamamıyla devletin kontrolü altına sokarak mahalli
derebeyliğe son verdiler. Angarya hizmetleri yerine daha hafif vergi
getirildi(12).
Türkler’in ele geçirdikleri yerlerin halkına karşı, adaletli, şefkatli ve
taassuptan uzak bir siyaset takip etmeleri, bilhassa koyu Ortodoks olan
Balkan halkı üzerindeki Katolik baskısını önlemeleri, Türk idaresinin bir
kurtarıcı olarak karşılanmasına sebep olmuştur. Ortodoks mezhebi
Balkanlar’daki varlığını Türkler’e borçludur.
Osmanlılar ve Diğerleri
Osmanlı-Türk adalet sistemi
aynı çağlarda diğer sistemlerle mukayese edildiği zaman, klasik devir
Osmanlı Türkiyesi’ndeki adalet sisteminin üstünlüğü gün gibi ortaya çıkar.
Nitekim o devrin Batılı müşahidleri kaleme aldıkları eserlerinde bu
hakikatleri dile getirmekten kendilerini geri alamamışlardır:
F. Babinger şöyle der:
“Padişahın imparatorluğunda, herkes kendi halinde bahtiyar olabilirdi.
Mutlak bir dini hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip
olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı”(13).
F. Downey kanaatini
şöyle özetler: “Birçok
Hıristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki
yurtlarını bırakarak Osmanlı ülkesine gelip sığınıyordu”(14).
F. Grenart fikirlerini
şöyle ifade eder: “Osmanlı,
idaresinin, feth edilen memleketler için, son derece liberal olduğunu
kaydetmeden geçmemelidir. Bu memleketler ahalisini Türkler, dillerinde,
dinlerinde hatta bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamamen serbest
bırakıyorlardı. Osmanlılar için çok defa, nereyi almak ve memleketin dış
savunma ve iç asayişini sağlamak kafi geliyordu”(15).
Leopold von Ranke
şöyle der: “XVI. asırda dünyaya
hakim olan dinlerden hangisinin siyaset bakımından en kuvvetlisi olduğu
sorulduğunda, İslam dinine üstünlük tanımakta tereddüt etmeyiz. Bu din, Türk
fetihleri sayesinde,XV. yüzyılda, o zamana kadar teması olmayan yerlerde,
Avrupa’nın göbeğinde etrafa yayılmış bulunuyordu”(16).
Oskar Kolling’in
görüşleri kayda değer: “Bu eski
hakikati, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöktüğü 1918 yılında komşu
milletler, bize yeniden hatırlattılar. 16. asırdan 340 sene sonra hümanizm
devrinde Macar hududunda aynı hadisat tekerrür etti. Fakat böyle bir
mukayese yapıldığı zaman 16. asır Türk idarecilerinin, zavallı halkın
hukukunu korumak hususundaki gayretleri önünde eğilmek arzusunu duyarız”(17).
Yine aynı müellif şöyle
der: “ Bu vesikalardan anlaşılıyor ki, Türk yöneticileri en buhranlı
zamanlarda bile,düşmanlarına veya dostlarına karşı olan taahhütlerini bozmak
hatasına asla düşmek istememişlerdir. Avrupa’da sulh zamanında bile
engizisyon mahkemeleri ve idam sehpaları faaliyette bulunuyordu. Bilhassa
ücretli askerlerden teşekkül eden ordu toplanınca, halk, bütün malı ile
beraber zulüm aleti haline geldi. Bunlar, hiçbir vicdan azabına düşmeksizin
ırkdaşlarını soyar, ezer, öldürürlerdi. Kısacası Türk hükümdarları,
gerçekten halkın hayatı ile ilgilenmişlerdir. Naklettiğimiz vesika suretleri
de şüpheye yer bırakmayacak şekilde bunu göstermektedir”(18).
Osmanlı sultanları
Müslüman ve Müslüman olmayan tebaaya karşı daima lütükar davranmışlardır.
Yıldırım Bayazid Han, çok şiddetli bir hükümdar olmasına rağmen, Hıristiyan
tebaaya hürriyet bahşetmiş, onları huzuruna kabul ederek gönüllerini
almıştır. Tarafsız olmadığı açıkça görülen bir Bizans tarihçisi bile II.
Murat hakkında şöyle der: “Düşmanına karşı babasından daha yumuşak
davranırdı. Allah bilir ki, Murat halka karşı daima iyilikte bulunurdu. Bu
iyiliğini yalnız kendi ırkından ve dininden olanlara değil Hıristiyanlara da
gösterir”(19).
IV. Şarl’ın Yakın Doğuya gönderdiği temsilcisi Bertrandan dde la Broqiere,
1433’de Edirne’de bizzat II. Murat’ı görmüştür; onun adaletine hayran kalan
seyyah: “Eğer o istese bütün yakın doğu Hıristiyanlık alemini ortadan
kaldırır” der.
1556’da, Kanuni devrinde
Bursa’da geçen şu hadise çok ilgi çekicidir. Bursa’nın bir köyünde
Türkler’le Rumlar iki ayrı mahallede oturmaktadırlar. Köyün Hıristiyan
mahallesinde bir kilise, Müslüman mahallesinde bir cami vardır. Ayrıca Türk
mahallesinin ortasında ikinci bir eski kilise kalmış olup, yalnız Pazar
ayinlerinde kullanılmaktadır. Türkler, bu kilisenin camiye çevrilebilmesi
için Bursa kadısına müracaat ettiler. Kadı, kendisini salahiyetli görmeyip,
Divan-ı Hümayun’a başvurdu; çünkü kiliselerin durumu çeşitli padişah
fermanları ile tespit edilmişti. Divan, köye heyetler göndererek tahkikat
yaptırdı. Tahkikat üç sene sürdü. Sonunda Divan bu kilisenin Hıristiyanların
ibadeti için işe yaramayacağına ve camiye çevrilebileceğine karar verdi(20).
1643’te, Sultan İbrahim
zamanında Bursa Kadısı Hocazade Mes’ud Efendi, Bursa’da Hıristiyanlar’ın
izin almadan kanunsuz inşa ettirdiği bir kiliseyi yıktırdı. Silahdar Kara
Mustafa Paşa, kendisine sormadan kiliseyi yıktırdığı için Kadı Efendi’yi
azletti. Bursalılar bu hadiseden dolayı gücendiler. Halk ayaklanıp esasen
yıkılmış olan kilisenin kalan taşlarını da söküp dağıttı. Divan, hadiseyi
çıkaranların elebaşlarını hafif cezalara çarptırdı ve kilisenin sahibi Rum
cemaatine tazminat ödedi(21).
Sultan III. Mustafa
(1757-1774), Beylerbeyi Sarayı’nı genişletmek istemiştir. Bunun için
civardaki bir dul kadının arsasını almak icap ediyordu. Kadın arsayı satmak
istemeyince padişah kızdı. Fakat arsayı zorla almayı aklından geçirmedi.
Zaten eskimiş olan sarayı yıktırdı ve arsasını halka mahsus bir bahçe haline
getirdi(22).
Gürcüler’in Osmanlılar’a Bağlılığı
Sultan III. Selim
(1789-1807) tebdil-i kıyafetle Kağıthane Deresi’nde kazara boğulmuş bir
zimninin keşfi için Kadı Hüsamizade Efendi’nin 200 kuruş istediğini ve ölü
sahibi ile münakaşaya girdiğini görür. Bunun üzerine Kadı Efendiyi Bursa’ya
sürdürür(23).
Osmanlı tebaası iken
antlaşma hükümlerine aykırı olarak Rus idaresine geçen Gürcistan halkının
her iki yönetim hakkındaki kanaatlerini ihtiva eden belgeler, Türk adalet ve
hoşgörüsünü, insan hak ve hukukuna saygıyı aksettirmek bakımından önemlidir.
Gürcü meliki tarafından
Osmanlı sultanına gönderilen bir taahhüt senedinde kendilerine düşen her
türlü vazifeyi kabule hazır olduklarını, devlet hizmetinde canlarını,
başlarını esirgemeyeceklerini ve aslında Osmanlı Devleti’nin tebaası
olduklarını belirtmekte ve dört, beş bin kişilik bir kuvvet istemektedirler(24).
Diğer bir belgede de
özetle şöyle denilmektedir(25).
“... Rusların baskısından kurtarılmamızı rica ediyoruz. Bu hareketinizle
bütün Gürcistan halkının hayır duasını alacaksınız. Gürcistan halkının
Osmanlı idaresinden uzaklaşarak Rusya’nın eline bırakılmamasını bilhassa
niyaz ederiz. Biz bu zalimlerin takip ve tasallutuna uğradık, vatanımızı
terkettik, ötede beride başıboş dolaşıp dururuz.”
Bir başka vesikada şöyle
denmektedir?:
“... Ülkemize gelmenizi bekliyoruz; ne istiyorsanız yapmaya canla, başla
hazırız. İsterseniz yurdumuzu terkederek size gelelim; ancak bu takdirde
size büyük bir yük olacak, evlat ve ıyalimizi ve mallarımızı burada bırakmak
zorunda kalacağız. O zaman da bunlar şüphesiz tasallutuna uğrayacak, onlar
tarafından gasp veya yağma edilecektir. Bu zalimlerin elinden kurtulmamıza
yardı ediniz”(26).
Yine Gürcü meliki
tarafından gönderilen bir mektupta özetle şu ifadelere yer verilmektedir:
“... Öteden beri Devlet-i Aliyye’nin bir kölesi ve tebaasıyım ve Gürcistan,
Osmanlı topraklarının bir parçasıdır. Bütün Gürcistan halkının, Osmanlı
Devleti’nin sayesinde sakin bir hayat sürdüğü de gün gibi ortadır. Fakat
birkaç yıldır türlü hileler ile Ruslar, Gürcistan topraklarına ayak
bastılar. Bendeniz de padişah uğrunda mal, mülk, çoluk, çocuğumuzu
terkederek, ecdadımızın da sığınağı olan Devlet-i Aliyye’ye iltica etmiştim.
Halen bütün Gürcistan halkı bayram yapmakta ve padişaha dualar etmektedir.
Ancak Ruslar antlaşmalara aykırı olarak bazı bölge ve kalelerden
çıkmamaktadır. Gerek ben, gerek Gürcistan halkı, Ruslar kendiliğinden bu
topraklardan çıkmadıkları takdir de, çıkarmaya hazır ve bu hususta padişahın
emrine amade bulunmaktayız”(27).
Gürcistan ileri gelenleri
ve halkı tarafından gönderilen bir dilekçede de şöyle denmektedir: “... On
yıldır Ruslar,hile ile memleketimize girdi; ileri gelenlerimizi aldattı;
sonra altından kalkamayacağımız ağır vergiler koydu; çok şiddetli baskılara
başladı; çoluk, çocuğumuza tasallut etti; yaşlılar ve yedi yaşında
çocukların dışında kalanları Rusya’ya götürdü; halbuki Gürcistan altı yüz
yıldır Osmanlı Devleti sayesinde asayişi düzgün bir ülke idi. Biz artık
kesin kararımızı vermiş bulunuyoruz: ya Rusları memleketimizden çıkaracak
veyahut bu ülkeyi baştan başa tahrip edeceğiz. Biz, Devlet-i Aliyye’nin
tebaasıyız; Osmanlı Devleti’ne sığınıyoruz; eğer bizi bu felaketten
kurtarmazsanız, hepimiz kendi kendimizi öldürerek, Osmanlı tebaasının sağ
iken düşmana teslim olmayacağını ispat edeceğiz”(28).
Gürcü halkından gelen
diğer bir mektupta da özetle şunlar dile getirilmektedir: “... Öteden beri
düşkünlere yardımcı olan sizler, şanınıza yakışanı yapınız. Bizi boğulmakta
olduğumuz şu istila selinden ancak siz kurtarabilirsiniz. Bu olmadığı
takdirde... Padişahımız bize yeter derecede yer verirse, sizlere gelir ve
reaya sıfatiyle vazifelerimizi yerine getiririz. Şimdiye kadar Ruslar’a
karşı dinimizi değiştirmekten başka elimizden gelen herşeyi yapmakta kusur
etmedik; fakat Rusya kralının yanından bir papaz geldi; ibadet tarzımızı
değiştirmek, nekadar papazımız varsa krallığına götürmek istedi. Tapulu
mülkümüzü elimizden almaya başladı...”(29)
Bulgarlar Bin Pişman
Panislavizm
propagandalarına kanarak Rusya’ya göç eden Bulgarlar’ın, tekrar
Bulgaristan’a dönebilmek için 30 Ocak 1862 tarihinde Osmanlı Devleti’ne
yaptıkları müracaat ibret vericidir:Bulgarlar, bu müracaatlarında, Osmanlı
Devleti’nin sadık bir tebaası iken, bazı müfsidlerin kötü emellerine alet
olarak kandırıldıklarını ifade ettikten sonra şöyle devam etmektedirler:
“Ecdadımız, Osmanlı idaresi altında rahat ve her türlü nimet ve adaletle
dolu bir hayat sürmüşlerken bizler, Rusya’ya gitmekle, yazık ki bir tuzağa
düşmüş olduk. Saf insanlar olduğumuz için aleyhimizde tertiplenen bu
hareketin sonunu düşünmedik ve bu işi bilerek yapmadık. Hicret etmeden önce,
Vidin’de bulunan Rusya konsolosunun vaatlerine kanarak, mallarımızı ve
eşyamızı gayet düşük bir fiyata satmıştık. Zira konsolos sizin için Rusya
topraklarında her şey hazır ve amadedir ve emval ve emlakinizin bedeli orada
meccanen karşılanacaktır diyerek, bize teminat vermişti. Halbuki hicret
ettikten sonra bize mallarımızın ve emlakimizin bedeli olarak bir şey
verilmediği gibi üstelik bizden para da almaya kalktılar. Gece gündüz
pişmanlık gözyaşları döküyoruz. Zira burada hiç kimse yüzümüze bakmıyor.
Akıbetini düşünmeden hayvancasına koşup geldiğimiz bu yerden kurtulmamız
için, bizler gibi kandırılan diğer Bulgar hemşehrilerimizle birlikte
affedilerek, tekrar Osmanlı topraklarına dönebilmemiz hususunu niyaz ederiz”(30).
Yine 20 Ekim 1861 (15
Rebiülahir 1278) tarihli bir vesikada, daha önce Niş eyaletinden Sırbistan’a
geçen Bulgarlar’ın Osmanlı Devleti hakkında düşünceleri şöyle ifade
edilmektedir:
“Hak Teala Hazretleri
zeval vermesin, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye sayesinde ma’muriyetimiz günden
güne artmakta idi. Husiseyle bu tarafa teşrifinizden berü cümlemizin
iyiliğine çalıştığınız ve fukara hakkında nice yardım iyilikler ettiğinizin
şükrünü eda edemeyiz. Böyle güzel bir ömür sürerken Sırbistan içinden
silahla birtakım eşkıya çıkıp, köylerimiz çit kenarında olduğundan zabite
haber vermeye vakit olmadı. Bu asiler ve haramiler geceleyin bıçak ve tüfenk
ile hanelerimizi basıp cümlemizi cebren Sırbistan içine götürdükten sonra
mallarımızı ve hayvanlarımızı zabt ettiler ve çocuklarımızı esir eylediler:
Bizler, birçok günler meydanda ve kırlarda kalarak bu tarafa gelmek içün
ağlayıp feryad ettiğimiz halde bazılarımızı darp ve bazılarımızı habs
ettiler. Bizleri rahat oturduğumuz vatanımızdan ve mal ve mülkümüzden ayırıp
bu kadar belaya ve ziyana uğrattıktan sonra esir ederek eziyet ettiklerine
dayanamayıp birer ikişer firar ederek ve padişahımızın merhamet ve adaletine
sığınarak geldik. Merhametiniz ve hakkaniyetiniz ne yapar ise razıyız. Biz
müstehak olduğumuz cezamızı çektik. Allah için ve padişah başı için bizleri
geri çevirmeyin. Yapup verdiğimiz defter mucibince buna malımız ve
hayvanlarımız ve karılarımız ve çocuklarımız Sırbistan içinde kalup zabt
olunduğundan merhamet ve ihsan buyurulup anların dahi kurtarılmasını rica
ederiz ve evlatlarımızla beraber padişahımızın kulluğundan ve hizmetinden
bir an ve bir dakika ayrılmamaklığı ahd etmiş ve buna yemin eylemiş
olduğumuzdan kusurumuzun afv buyurulmasını yalvarırız”(31).
Bulgar milletinin insan
hak ve hukukuna saygılı Osmanlı idaresinden memnun olduklarını gösteren 12
Şubat 1867 (7 Şevvel 1283) tarihli şu vesikayı da nakletmeden geçemeyeceğiz:
“ Bulgar milleti kulları, beş yüz seneden beri Osmanlı devletinin idaresi
altında mes’ut olarak yaşamaktadırlar. Bu süre zarfında mal, can ve dinleri,
erbab-ı fesad ve bedhahların tecavüzünden muhafaza edilmiştir. Halbuki,
diğer memleketlerde yaşayan güçsüzler ve fakirler, zenginlerin tasallut ve
zulmüne maruz kaldıkları gibi, kendilerine her türlü haksız muamele de reva
görülmüştür. Osmanlı topraklarında ise durum tamamıyla farklıdır. Zira
Osmanlı idaresi altında yaşayan kuvvetliler tarafından güçsüzlere hiçbir
şekilde eziyyet edilmemiş,güçlüler ve zayıflar devletin bahşettiği adalet ve
hakkaniyetten aynı nisbette faydalanmışlardır. Osmanlı idaresindeki
Hıristiyanlar arasında din ve mezhep farkı gözetilmeyerek hepsine eşit
muamele edilmiştir”(32).
Bulgarlar, Osmanlı
padişahlarının kendi hakkında gösterdikleri adaleti Hazret-i Ömer adaletine
benzeterek bu hususu şöyle belirtmektedirler: “... asbab-ı güzin
hazeratından Hazret-i Ömerü’l-Faruk’un Kudüs-i Şerifi teşriflerinde Patrik
ile abali-i Hristiyanniye hitaben sizin hun-ı mutavaat-ı makrununuz bizim
demimizdir (yani sizin kanınız, bizim kanımızdır) buyurmuş oldukları
cihetiyle padişahın efendilerimiz hazeratı dahi müşarünileyh hazretlerinin
eserine iktida ve bundan kat’a inhiraf buyurmamışlardır.”
Bulgarlar, daha sonra
şöyle devam etmektedirler: “Aynı mezhebe mensup olduğumuz Rumlar, Bulgar
milletini Rum milletine ilhak ile lağv ve imha etmek için patrik ve
piskoposları vasıtasiyle mesai sarfetmektedirler. Fakat Bulgar milleti
saltanat-ı seniyyenin umumen her sınıf tebaa ve bilhassa kendileri için
gösterdiği müsamahadan istifade ederek can, mal, din, lisan ve
milliyetlerini her türlü baskıdan muhafaza etmişlerdir. Bizler, Osmanlı
Devleti’nin mazlumlar hakkında şayan buyurduğu himayeye güvenerek, Rumlar’ın
zulüm ve baskısından kurtulabilmemiz hususunu bir kere daha arz ve takdim
ederiz.”
Köylü Devletin Efendisidir
Osmanlı Devleti’nde
köylü, halkın ve tebaanın esas kesimi sayılıyordu. Üretici güç, büyük ölçüde
köylünün elinde idi. Bu güç olmadan millet, ordu ve devlet mümkün değildi.
Kanuni Sultan Süleyman, “reaya yani köylü, devletin efendisidir” demiştir.
Osmanlı adalet sisteminin reayaya bakışı hakkında bir Macar tarihçisinin
görüşleri dikkate değer:
“Tarihi hakikat olarak
burada tebarüz ettirmemiz lazımdır ki, Türkler, reaya adı altında, herkesin
zannettiği gibi, aşağı derecede bir sınıf veya mezhebi kastetmemiş, ancak
imparatorluğun büyük çiftçilerini, Anadolu’nun İslam halkı ile Tisza
vadisindeki Hıristiyan, kelimenin orijinal manasına göre, padişahın bütün
tebaası gibi, aynı şekilde anlamışlardır. Devlet, bizde de çiftçiyi, şimdiye
kadar imparatorlukta yaşayan milyonlarcası gibi, yeni Hıristiyan tebaadan
başka bir şekilde düşünmedi ve kendilerine resmen İslam reayadan veya diğer
Hıristiyan devletlerinde çiftçinin ödemeye mecbur ve muktedir olduğundan
daha ağır bir yük yüklemedi. Bilakis nazari olarak ona büyük önem verdi.
Devlet idaresi hakkında bazı tavsiyeler ihtiva eden bir eserde okuduğumuz
gibi, hakimiyetin iktisadi temellerini reayada görmektedir. “ Devlet
iktidarını ordu, orduyu hazine, hazineyi reaya temin eder”, Bu muhakeme
tarzı, sadece nazari eserleri doğuya mahsus bir şekilde süsleyen mücerred
boş bir söz, münferid bir misal değildir. Türk kanunnameleri, hatta idari
mekanizmanın bazı hallerde verdiği emir ve talimat hep bu manadadır. Daima
reayanın, padişahın himayesinde yaşadığı tebarüz ettirilir. Her münferid
hadise, ahlaki telakkinin çiftçiyi himaye vesilesiyle tekrarlanması için
hükümete iyi bir fırsat verir”(33).
Din ve vicdan hürriyeti,
bütün Türk devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin de titizlikle
uyguladığı prensiplerden biridir. Padişahın kanunlarına riayet etmek
şartıyla, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun herkes yaşamak, hayatını
kazanmak, ibadetini serbestçe ve açıkça yapmak hakkına sahipti. Bu hak,
padişah fermanları ile teyyid edilmiştir. Hiçbir şahıs, cemaat ve kavme
dinini ve mezhebini değiştirmek için baskı yapmamıştır.
Fatih Sultan Mehmet,
Rumelide’ki fetihlerine devam ederek Sırbistan hudutlarına doğru ilerlerken
Ortodoks olan Sırp Prensi Brankoviç, Katolik Macarlarla, Müslüman Türkler
arasında zor bir durumda kalmıştı. Biri Fatih’e diğeri de Macar naibi
Hüdyad’a olmak üzere iki heyet göndererek: “Sırbistan idarenize bırakılırsa
Sırp milletinin mezhepleri hakkında ne gibi müsaadede bulunacaksınız” diye
sorurmuş. Hünyad: “Sırbistan’daki Ortodoks kilisesini yıkıp yerine Katolik
kilisesi inşa ettireceğim” demiş. Fatih ise: “Her camiinin yanı başında bir
Ortodoks kilisesi yapılmasına, buralarda herkesin kendi dinine göre ibadet
etmesine müsaade ederim” cevabını vermiştir(34).
Fatih 1463’de Bosna’ya girince, Bugomiiller, krallarını terkedip, Türkler’in
safına geçmişlerdi. Devamlı olarak ezilmekte olan bu zümre hiçbir baskı
olmadan kendi arzuları ile İslamiyet’i kabul etmişlerdi.
Katolik papanın ve
mutaassıp Habsburg İmparatorluğu’nun zulmü altında ezilen Protestan ve başka
mezhep mensupları arasında adalet ve din hürriyeti esaslarına dayalı Osmanlı
idaresine geçmek arzusu uyanmıştı(35)?
XV. yüzyıl sonlarında İspanya’daki Müslüman ve Yahudiler kitle halinde
Osmanlı ülkesine sığınarak iskan edilmişlerdir. Rus kilisesinin zulmüne
dayanamayan Kazaklar din hürriyetini Osmanlı idaresinde bulmuşlardır.
Antalya Patriği Makarios,
Ortodokslara Katolik Polonyalılar hakkında şöyle diyordu: “ O imansızlar
tarafından öldürülen binlerce insana, kadın, kız ve erkeklere ağladık.
Lehliler (Polonyalılar)Ortodoks adını dünyadan kaldırmak istiyorlar. Allah,
Türkler’in devletini ebedi eylesin. Zira Türkler vergi aldıktan sonra
Hıristiyan ve Yahudiler’in dinlerine dokunmazlar.”
Değişmez Müsamaha
Gibbons’un bu husustaki
kanaatleri de bir gerçeğin teyidinden başka bir şey değildir: “Osmanlılar’ın
hoşgörüleri ister siyaset, ister iyi niyet, isterse kayıtsızlık neticesinde
meydana gelmiş olsun; şu gerçeğe itiraz edilmez:Osmanlılar, yeni zaman
içinde devletlerini kurarken dini hürriyet ilkelerini temel taşı olmak üzere
koymuş ilk millettir. Ardı arkası kesilmeyen engizisyon işkenceleri lekesini
taşıyan asırlar esnasında Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlılar’ın idaresi
altında ahenk ve huzur içinde yaşıyorlardı”(36).
Cenevizli Chenier,
1717’de Rochefort’a gönderdiği bir raporda şöyle der: “Yirmi yedi yıl kadar
önce, bazı Protestan Fransızlar, padişahın ülkelerinden birine sığınmayı
tasarladılar. Bu kararlarının birinci sebebi, Katolik Fransa’nın Protestan
Fransızlar’a karşı devamlı zulmü, ikinci sebebi ise Türkler’in bütün dinlere
karşı cihanşümul ve değişmez müsamahası idi. Bu müsamaha bugüne kadar, Türk
ülkelerinde bütün dinlerin serbestçe yaşamasını sağlamıştır. 1717 yılının
sonlarına doğru da bazı Protestan Fransızlar, bu yüzden İstanbul’a geldiler”(37).
Romen tarihçisi Iorga
şöyle der: “Bir asır içinde yerlerini Osmanlı İmparatorluğu’na terkeden
Balkan Hıristiyan devletleri, umumiyetle sanıldığı gibi Hıristiyan dinini
yok etmek isteyen mutaassıp bir düşmanın sebep olduğu dini bir katostrofla
ortadan kaldırılmış değildirler”(38).
Devletin sadık tebaası
olan Hıristiyanlar, devrin şartlarına göre her türlü hürriyetten istifade
edebiliyordu. Mesela Hazret-i İsa’nın doğum gününde Galata’daki Hıristiyan
gemileri önceden hükümetten -izin almak şartıyla- toplarını ateşleyerek
yapabiliyorlardı(39).
F. Grenard şöyle der: “
Türk hakimiyetinden yerli Hıristiyanlar bu bakımdan da memnundular ki,
vaktiyle, Türkler gelmeden önce, ülkeleri devamlı asayişsizlik ve tahribat
içindeydi. Şimdi ise sükun hüküm sürüyordu... Viyana bozgunundan sonra
Venedik, geçici olarak Sakız’ı ve Mora’yı işgal etti. O kadar zulüm yaptılar
ki, Sakız ve sonra Mora’ya Türkler dönünce yerli Rumlar, onları büyük
sevinçle karşıladılar”(40).
Özetleyecek olursak,
Osmanlılar’ın tatbik ettikleri vergi sistemi, adil bir idarenin şöhreti,
kısa zamanda, her tarafa yayılmıştır. Bundan dolayı Alman kontlar hatta
bizzat Martin Luter bile Türk adaletinin Almanya’ya gelmesini istemişlerdir(41).diğer
taraftan, Balkanlar’dan ve Orta-Doğu ülkelerinde adaletin son devreye kadar
devam etmesinin yankıları bugün bu bölgelerdeki halk arasında hala devam
etmektedir.
Osmanlı adalet ve
hoşgörüsünü anlatan misaller sayılamayacak kadar çoktur. Osmanlı tarihi ve
özellikle arşiv belgeleri üzerinde yapılan araştırmalar yoğunlaştıkça bu
gerçeklerin daha pek çok çarpıcı misallerinin ortaya çıkacağından asla şüphe
yoktur.
Dipnotlar:
*
Merhum Prof. Dr.
1.
Ö.L. Barkan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Zirai
Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları, Kanunlar I, İstanbul 1943,XVIII, LXV,
LXVI.
2.
Aşıkpaşazade Tevarih-i Al-i Osman, İstanbul 1332,
s.30.
3.
Aşıkpaşazade. s. 43.
4.
Ö.L. Barkan, Kanunlar, Yeni İl Kanunu, s.81, mad.
19, tarih 1583 (991).
5.
Ö.L. Barkan, Osmanlı Devrinde Akkoyunlu hükümdarı
Uzun Hasan Bey’e ait kanunlar, TV, I (İstanbul 1941), Sayı 2, s.91-106.
6.
Şinasi Altundağ, Osmanlı İmparatorluğu’nun vergi
sistemi, DTCFD, V. 2(1947), s.192 .
7.
Ö.L. Barkan, Kanunlar, s.197.
8.
Ö.L. Barkan, Kanunlar, s.250, 267, 268.
9.
Halil İnalcık, Adaletnameler, Belgeler, ‘Türk
Tarih Belgeleri Dergisi’, II/3-4 (1947), s.49-142.
10.
Başbakanlık Arşivi (BA), Mühimme Defteri, No: 3,
s.447, vesika no:1024.
11.
Topkapı Sarayı Müzesi, Revan Kitap, No:1936; krş.
İnalcık, aynı eser, s.65.
12.
Halil İnalcık, Osmanlılar’da Daiyyet Rüsumu,
Belleten XXIII (1950), s.575-581.
13.
Mahomet II, Le Conquerant et son Temps 1432-1481,
Paris 1954, s.502.
14.
The Grand Turke, Süleyman the magnificient, Sultan
of the Ottomans, New York, 1929, Fransızca trc. Soliman le Magnefique, Paris
1930, s.84.
15.
Grandiur et Decadance de I’Asise, Paris 1939,
s.126-128.
16.
Geschicte in Zeiltalter der Reformotion, I,
134-135
17.
Macar serhadlerinde XVI. asır Türk Devri, Türk
trc. Ülkü, nr.82, s.309.
18.
Aynı eser, nr. XVI. 91,50.
19.
Ducas, Bizans Tarihi, trc. Mırmıroğlu, İstanbul
1956, s.139.
20.
Bursa Şer’iyye Sicilleri, A. 58/63, vr. 72/b.
21.
İslam Ansiklopedisi, İbrahim Imad.
22.
İnciciyan, Andreasyon neşri, İstanbul 1956, s.106.
23.
Cevdet, Tarih, İstanbul 1309, IV. S.1268.
24.
BA, Hatt-ı Hümayun (HH), No:44599 d.,tarih 1226
(1811); krş. Şinasi Altundağ, Osmanlı İdaresi ve Gürcüler, DTCFD, X, 1-2
(11952), s.55.
25.
BA, H.H. No: 44615 g ı; T.1814.
26.
BA, H.H No: 44615 g ı; T.1814.
27.
BA, H.H. No: 44615 i ı; T.1814.
28.
BA, H.H. No: 44604; T. 1820; krş. Ş. Altundağ,
aynı eser, s.88.
29.
B.A, H.H. No:4426 c; T.1820.
30.
B.A, Bulgaristan İdare Kataloğu (BİK), nr. 79.
31.
B.A, YT, Kısım 36, Evrak: 2473, zarf 149, Karton
XVII (3 numaralı defter, vesika no:189).
32.
B.A, BIK, nr.89.
33.
Fekete Lajos, Macaristan’da Türkler’in Mülk
Sistemi, Türk, trc. Tarih Dergisi, XII-16, s.40-41.
34.
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi
Tarihi, İstanbul 1969, II. S.193.
35.
O. Turan, aynı eser, göst.yer.
36.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu (Ragıp Hulusi
tercümesi) İstanbul1928, s.112.
37.
Josep Hammer-Purgstall, Historie de I’empire
Ottoman, depuis son origine jus u’a nos jours, Paris 1839, XV. 350.
38.
N. Lorga, Historie des Etetts Balcaniques, Paris
1925, s.1-2; krş. H. İnalcık, Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğu’na,
Köprülü Armağanı, s.208-209.
39.
Naima, vs. 4.
40.
Aynı eser, göst. Yer.
41.
Osman Turan, aynı eser, göst.yer. |