aliseyyar@sosyalsiyaset.net

 

 

 

Makaleler ;

<<<Sosyal Tarih Makaleleri

SOSYAL SİYASET AÇISINDAN OSMANLI DÖNEMİ VAKIFLARI

 

DOÇ. DR. NAZİF ÖZTÜRK

(KÜLTÜR BAKANLIĞI BAKANLIK MÜŞAVİRİ)

  

GİRİŞ

 

Tarihi derinliği ve amaçlarındaki çeşitliliği sebebiyle vakıfları, çok çeşitli açılardan ele almak ve değerlendirmek mümkündür. Nitekim bugüne kadar vakıflar, genel olarak hukuk tarihi, kültür ve sosyal tarih,hukuki statü ve teşkilat yapısı açısından; amaçları itibariyle de eğitim, kültür, din ve sosyal hizmetler ile ülke ekonomisine yaptığı katkılar bakımlarından -birçok defa araştırma konusu yapılmıştır.

Ayrıca, iskan, istikrar, şehircilik, ulaşım, bayındırlık, güzel sanatlar, bedii zevkler ve beşeri münasebetler açılarından da vakıflar; birçok bilim adamı, düşünür ve siyasetçi tarafından tenkit, tespit ve tahlile tabi tutulmuştur.

Fakat biz bu çalışmamızda, bunlardan hiçbirini yapmayacağız. Bilindiği halde çeşitli mülahazalarla bugüne kadar üzerinde çok fazla durulmayan ve 1985 sonrasında yapılan kimi çalışmalarda genel manada işaret edilen1 vakıfların yeni bir boyutu üzerine dikkatleri çekmek istiyoruz. Yapmak istediğimiz bu yeni yaklaşım, Osmanlı dönemi vakıfları ekseninde, “vakıfların sosyal siyaset açısından bir değerlendirilmesi” olacaktır.

Ancak bu değerlendirmeye geçmeden önce, yapılacak tespit, tahlil ve sentezin sağlam zeminlere oturtulması için; ana hatlarıyla önce Osmanlı devlet teşkilatının temel yapısı, insanları vakıf kurmaya sevk eden sebep ve saikler, vakıfların Osmanlı toplum ve devlet hayatındaki ağırlığı, bu dönemde kurulan vakıfların asırlar itibariyle dağılımı, istihdam ve ekonomideki payı üzerinde durulacaktır.

 

I. KLASİK DÖNEM OSMANLI DEVLET YAPISI

İslam hukuku çerçevesinde uygulama alanı bulan vakıfların anlaşılması, Osmanlı devlet ve toplum yapısının ve bu yapı içerisinde yer alan toplum mozaiğinin sahip olduğu özelliklerin bilinmesine bağlıdır.

Osmanlı yönetim anlayışına göre, hakkaniyet çemberinin halkalarını oluşturan adalet, şeriat, hükümranlık, servet, halk; devlet ve toplum yapısının temel dayanaklarını teşkil eder. Bu halkalardan biri yok olursa, devlet ve toplum çökmeye mahkumdur.Adaletle yönetilen bir ülkede huzur ve güvenin sağlanacağı, huzur ve güven içinde yaşayan reayanın çalışıp bol kazanç ve ürün elde edeceği, böylece refahın artacağı ve neticede halkı zengin olan bir ülkede devletin alacağı vergilerle hazinenin doldurulacağı, bunun sonucu olarak da padişahın çok asker besleyeceği ve güçlü devlete sahip olunacağı düşüncesi egemendi.3

Osmanlı Devleti’nde toplum, barışın ve düzenin temeli olarak görülen ve sosyal hayatın sağlıklı işlemesi için gerekli olduğuna inanılan iki büyük sınıfa ayrılmıştı. Bunlardan biri, saltanat beratı ile padişahın kendilerine dini ya da idari yetki tanıdığı kimselerden oluşan yönetenler (askeri) sınıf; diğeri ise, idareye hiçbir şekilde katılmayan muhtelif din ve soylara mensup zümrelerden oluşan  yönetilenler (reaya ) sınıfı idi. Reayanın görevi, hangi din veya soya mensup olurlarsa olsunlar, üretim yapmak ve vergi vermek suretiyle askeri sınıfı desteklemekti. Padişah başta olmak üzere askeri sınıfın görevi ise, İslam şeriatı ve örften oluşan Osmanlı hukukunu uygulayarak ülkede adaletin hüküm sürmesini ve halkın refahını sağlamaktı.4

 

1-Yönetenler (Askeri Sınıf)

Osmanlı yönetici sınıfı (askeri), dört alt gruptan oluşuyordu. Bunlar, saray halkı, seyfiye, ilmiye ve kalemiye sınıflarıdır. Askeri sınıf vergiden muaftı. Yaptığı hizmet karşılığında devletten maaş alıyor veya herhangi bir ayni geliri tasarruf ediyordu. Ehl-i örf (seyfiye), padişah buyruklarının uygulayıcıları; ehl-i ilm, dini, adli ve eğitim hizmetlerini gerçekleştiren görevlilerdi. Ehl-i kalem ise, Osmanlı bürokrasisini oluşturuyordu.

Osmanlı merkez yönetiminin en üst kurumu olan ve padişahın yasama, yürütme ve yargı gücünü temsil eden Divan-ı Hümayunda; seyfiyeyi, kubbealtı vezirleri ile yeniçeri ağası ve kaptan paşa; ilmiyeyi, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, kalemiyeyi ise, defterdar ve nişancı temsil ediyordu. İlk zamanlar padişahın başkanlık ettiği bu kurul, 15.yüzyıldan sonra veziriazamın başkanlığında toplanmaya başlamıştır.

 

2-Yönetilenler (Reaya)

Osmanlı Devleti’nde, askeri sınıf dışında kalan, yönetime katılmayan, geçimini tarım veya sanayi alanında üretim yaparak temin eden ve devlete vergi vermekle yükümlü olan kesim reayayı meydana getirmektedir. Reaya, bir hükümdarın gözetimi ve sorumluluğu altında bulunan halk manasına gelen “raiyyet” kelimesinin çoğuludur. Yönetilenler anlamında kullanılmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin taşra teşkilatı eyaletlere ayrılmıştı. Beylerbeyinin oturduğu eyalet merkezlerine, aynı zamanda “paşa sancağı” da denirdi. Her eyalet kendi içinde sancaklara bölünür ve buralarda sancak beyleri ikamet ederdi. Sancaklar ise, subaşılıklara ayrılır ve her subaşılığa bağlı küçük yerleşim birimlerinde sipahiler bulunurdu ve bu yerleşim yerine “tımar nahiyesi” adı verilirdi.

Eyalet, sancak ve kaza sayısında zaman içinde artış ve eksilmeler olmuştur. 16. yüzyıl sonlarında 30’ un üzerinde eyalet ve 300’ ün üzerinde sancak vardı.5 17. yüzyılda eyalet sayısı 32’ ye yükselmiştir. D’Ohsson, 18. yüzyıl için eyalet sayısını 26, sancak sayısını 163 ve kaza sayısını da 1800 olarak vermektedir.6

17. yüzyıl ortalarında mevcut 32 eyaletin 25’ inin toprakları “tımar sistemi” ne, 9’ u da “salyene”li olarak ayrılmıştı. Doğu Anadolu’da bazı yerler, Palu gibi, “ocaklık-yurtluk” olarak mahalli beylerin tasarrufuna bırakılmıştı.7

Osmanlı hukuku, her türlü taşınır ve bazı şartlarla taşınmaz mallar üzerinde şahısların özel mülk sahibi olmasını kabul ediyordu. Bununla birlikte yerleşim merkezleri ve çevresinde bulunan ev, dükkan, bağ ve bahçeler ile eski müslüman devletlerden alınmış mülk topraklar dışındaki tarım arazileri “miri” addelilerek, çıplak mülkiyetleri devlete ait sayılmıştı. Gelir dilimlerine göre “has”, “zeamet” ve “tımar” statüsünde, yönetici sınıfın tasarrufuna ve reayanın ekip biçmesine bırakılmıştır.

II. DÖNEM İÇERİSİNDE VAKFI DOĞURAN AMİLLER

Osmanlı yönetim anlayışına göre, devletin görevi, adaleti sağlamak, tebaanın can ve mal emniyetini temin etmek ve insanlara dilediği gibi inanma ve kendini geliştirme fırsatı vermekten ibaretti. Bunların dışında kalan ve bir toplumun gelişmişlik ve refah düzeyini gösteren eğitim, kültür, sağlık ve sosyal hizmet faaliyetlerini gerçekleştirmek görevi, sivil toplum kuruluşlarına bırakılmıştı. Sivil inisiyatifler tarafından gerçekleştirilen ve Osmanlı döneminden günümüze intikal eden veya etmeyen imaretleri, hastahaneleri, köprüleri, çeşmeleri, camileri kim veya kimler yaptırıyordu? Bu eserleri yaptıranlar gelir kaynaklarını nereden ve nasıl temin ediyorlardı? Bunların görevleri, sınıfları, meslekleri, unvanları ve gayeleri neydi? Onları bu sosyal hizmet müesseselerini yaptırmaya iten sebep ve saikler nelerdi?

Toplum ve devlet hayatımızın her alanında kendini bu kadar ağırlıklı olarak hissettiren vakıf müessesesini bu derece geniş hizmet ve faaliyet alanlarında başarıya ulaştıran ve insanları birbirleriyle yarış edercesine vakıf kurmaya sevk eden itici güç nedir?

Hangi dini, siyasi, sosyal ve kültürel sebep ve saikler, hangi felsefi düşünce, hangi hayat telakkisi, hangi dünya görüşü, kendinden önce hiçbir devlete nasip olmayacak şekilde Osmanlı Devleti’nde bir vakıf medeniyetinin doğmasını sağlamıştır?

Ülkeler ve milletler arası münasebetlerde, siyasi ve sosyal sürtüşmelerin, hatta sıcak çatışmaların sebebi olan; fert bazında “canın yongası” olarak nitelendirilen taşınır ve taşınmaz mallar, ekonomik değerler ve haklar, nasıl oluyor da gönül rızası ile şahsi servet olmaktan çıkartılabiliyor ve kamunun hizmetine sunulabiliyor? Bu yolla mektep, medrese, tekke ve kütüphane gibi eğitim ve ilim müesseleri; cami, mescid ve namazgah gibi dini müesseseler; hastahane, eramilhane, imaret ve kabristan gibi sosyal ve beledi müesseseler; yol, su, köprü, çeşme ve sebil gibi bayındırlık ve kültürel müessseseler; hangi evrensel ve insani gayretlerin sonucunda meydana getirilmiştir?

Şüphesiz bu soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak biz bunlardan sarf-ı nazarla Osmanlı toplum yapısı ve kültür hayatı çerçevesinde, bu konunun dinamiklerini yakalamaya çalışacağız.

Vakıf  kelimesinin Kur’an’da terim olarak geçmesine ve hadiste de “sadaka-i cariye” olarak vasıflandırılmasına karşılık; vakıfların amacını teşkil eden her türlü “birr u hayr” ve “birr u takva”9 nasta geniş çapta anlatılmış ve insanlar bu iyilik ve güzellikleri işlemeye teşvik edilmiştir. Kur’an’ın bu hükmü, “birr u takva” yönünde bir araya gelin yardımlaşın, dayanışma gösterin; yoksa “ism ve udvan” yönünde değil tarzında özetlenmiştir.

“Birr” nefsin bencilliğinden kurtulmak, kendi ihtiyacı olan nesneleri bile daha fazla ihtiyacı olana “infak” edebilmektir. “Takva” ise Allah’tan alınan güçle hukuka ve ahlaka aykırı yönlere sevk eden “iğva”ya karşı koymaktır. “İsm” ve “udvan” ise, meşru ve iyi harcama biçimlerinin tam karşıtı bir davranıştır.10 Cenab-ı Hakk bu hükümlerle de yetinmez. Adeta “canın yongası” olan dünya malı ile kulunu sınar. Kavramları yerli yerine oturtması ve olgunlaşması için onu eğitir. “Siz sevdiğiniz şeylerden harcayıncaya kadar asla iyilik ve güzelliğe ulaşmış olamazsınız”11 fermanını kullarına vazeder.

İnsanları vakıf kurmaya sevk eden sebep ve saiklerden birçoğunu, vakfiyelerin başlangıç kısımlarında yer alan ifadelerde bulmak mümkündür. Bu hususa vakfiyelerden birkaç örnek vermek gerekirse, şu ifadelerle karşılaşılmaktadır.

Edirne Selimiye Külliyesi’ne ait Padişah II. Selim (1566-1574)’ in vakfiyesi şöyle başlamaktadır:

“Hamd Allah’a ki, O’nun güç ve kudreti karşısında akıllar ve anlayışlar durup kalır. O’nun melekutunu müşahedede büyük sultanların idrakleri hayrete düşer. Ebedilik ancak O’nun izzet ve şanına mahsustur... Ölüm herkesi yakalar. Servet kimseyi toprağa girmekten kurtaramaz... Ölümden ne peygamber (sa.), ne sultan, ne vezir, ne emir, ne hakim, ne de Süleyman (Kanuni) ve oğlu Selim kurtulur.”

“Hikmet ancak Hakk’ı bilmek ve O’na layık ibadet yapmaktır... Osmanlı hanedanı büyük ve ilahi bir nimete mazhar olmuştur. Onlardan birinin parlak saadet yıldızı doğunca ilk işi, ahiret gününe faydalı olacak bir hayır yapmak olmuştur. Bu onların nesilden nesile gelen adetleridir... Böylece nice büyük hayırlar, nice devamlı eserler meydana getirmişlerdir.”12

“Baki ve sabit olmayan bu dünya evinin nimetleri geçici bir gölge, onda oturmakta olan kimse ise, gitmek üzere olan misafir gibidir. Aklı olan her insan gaflette olmaz. Geleceğini göz önünde bulundurarak ahirette vadedilen iyi mertebelere ulaşabilmek için, hayır ve iyilik tohumunu dünya tarlasına eker... Böylece vakıf, iyilik ve hayırla uzun süre anılmak suretiyle ölümsüzleşmeyi düşünür.”13

“Bu aldatıcı dünyanın mal, mülk ve itibarı kararsız, taht ve tacı emanettir. Allah’tan başka her şey yok olacaktır... Dünya bir kimse için devam edip kalacak olsaydı, Allah’ın Resulü onda ebedi kalırdı... Her olgun olan olan kimsenin yaşlanmadan önce, gücünün yettiği vakitte hayır ve iyilik yaparak ahiret hayatını düşünmesi gerekir. Vakıf, hayır ve sadaka türlerinin en mükemmeli ve baki kalacak iyiliklerin en güzelidir.”14

İnsan bu dünyada ne kadar çok servet ve imkanlara sahip olursa olsun, ömür denen olay, bir gün gelecek bitecektir. Oysa insan daha uzun süre yaşamak,15 bu dünyada çevresine karşı saygı ile anılacak bir mevkiye ulaşmak, 16 ölümde sonra da Allah’ın rızasını kazanmış bir kul olarak anılmak istemektedir.17

İnsanları vakıf yapmaya yönelten bu sebep ve saiklerin yanında; İslam toplumlarında meydana gelen siyasi ve sosyal değişmeleri, servetin teşhiri ve transferine yönelik psikolojik arzuları, sosyo-ekonomik ihtiyaçları, toplumun ahlaki, zihni ve kültürel yapısını, elde edilen servetin müsadere18 veya miras yoluyla bölünüp parçalanmadan, emin bir şekilde gelecek kuşaklara intikal ettirme düşüncesi,19 devletin güç ve kudretinin sergilenmesi ve tebaanın nabzını tutulması... ve daha bunlara benzer pek çok faktörleri saymak mümkündür.

Medeniyetler ve topluluklar açısından vakfı doğuran sebep ve saikler bu ve benzeri amillerdir. Ancak her zaman insanların dini gayelerle vakıf tesis ettiğini söylemek, tarihi gerçeklerle örtüşmemektedir. Yine kimi çevrelerin söylediği gibi,20 bazı kimselerin mallarını müsadereden korumak gayesi ile vakıf kurdukları iddiaları da tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır.21  Fakat bütün bunlara rağmen vakfı doğuran amiller arasında bir sıralamaya gittiğimizde; şahsiyet ve kültürümüzün şekillenmesinde derin izleri bulunan inanç sistemimizin; dünyayı, devleti, makam ve ikbali değerlendirme biçimimizin ve atomize olmuş zayıf bireyleri, güçlü çevrelere ve mütegallibeye karşı korunma esasına dayanan, “halkı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesine dayanan yönetim anlayışımızın başta geldiğimi görmekteyiz.

 

III. OSMANLI TOPLUM VE DEVLET HAYATINDA VAKIFLARIN YERİ

 

Osmanlı vakıfları; Selçuklular, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde kurulan vakıfların toplamından meydana gelmektedir. Bu vakıfların bugüne kadar tescil edilmiş olan vakfiyeleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde muhafaza edilmektedir. Türk Medeni Kanunu’nun kabul tarihi olan 1926’dan önce eski hukukumuza göre kurulmuş mazbut ve mülhak vakıflara ait bu arşivdeki vakfiyelerin toplam sayısı 29.000 civarındadır. Ancak bu sayı, o dönemlerde kurulmuş olan vakıfların tamamını göstermekten uzaktır. Bilindiği gibi, 995/1586 tarihinde Harameyn Evkaf  Nezareti22 ‘nin; 1188/1774 tarihinde Hamidiye, arkasından Laleli ve Mahmudiye23 vakıf iradelerinin; daha sonra da merkeziyetçi bir anlayışla devletin yeniden yapılandırılması sırasında mazbut vakıfları doğrudan idare etmek, mülhak vakıfları denetlemek ve bütün vakıfları tek çatı altında toplamak üzere 1242/1826 tarihinde Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin24 kurulmasına kadar, vakıflar için merkezi bir tescil sistemi yoktu. Nitekim XVII. yüzyılda kurulan ve Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan 1663 vakıf arasından seçilen 313 vakfiyenin merkez kütüklerine en eski tescil edilmiş olanı, 1115/1703 tescil tarihini taşımaktadır.25 Bu vakfın kuruluş tarihi ise 1074/1663’ tür.26 

Bizim tahminlerimize göre, Osmanlı döneminde kurulan vakıfların sayısı 35.000’in üzerindedir.27 Osmanlı döneminde bir vakıf, üç aşamadan geçtikten sonra kuruluyordu. Önce kurulacak vakfın fikri tasarımı yapılıyor, sonra seçilen amaçlar doğrultusunda “müessesat-ı hayriye” dediğimiz hizmet binaları inşa ettiriliyor ve hizmeti  sürekliliğini sağlamak için gerekli olan gelir kaynakları belirleniyordu. Üçüncü aşamada hazırlanan vakfiye, murafaalı bir duruşma ile mahkemenin onayına sunuluyordu. Mahkemelerce kurulması uygun bulunan vakıfların vakfiyeleri, vakfiyede tutulan şer’iye kütük defterine istinsah ettiriliyor ve orijinal nüsha vakfı kuran kişiye iade ediliyordu. Bu bakımdan o döneme ait bütün şer’iye sicilleri, tahrir defterleri ve maliyeden müdevver hazine evrakı eksiksiz olarak tetkik edilmeden, Osmanlı dönemi vakıflarının gerçek sayısını vermek mümkün değildir.28 ülkemizde bu şekilde bir tespit çalışması henüz yapılmış değildir. Ancak yöresel ve asırlar itibariyle yapılan bazı araştırmalara bakarak, belli bölgelerde ve belli zamanlarda kurulan vakıfların sayıları hakkında bilgi edinebiliyoruz.bu araştırmalara göre, 1519-1596 yılları arasında  İstanbul’da 2860,29  1718-1800 yılları arasında Halep’te de 48530 vakıf kurulmuştur.

Diğer taraftan vakıf kayıtları üzerinde yapılan fihrist çalışmaları ve yayımlanan üç ayrı doktora tezine göre, asırlar itibariyle kurulan vakıflara ait, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde; XVI. yüzyılda 776;31 XVII. yüzyılda 1663;32 XVIII. yüzyılda 6000;33 XIX. yüzyılda 900034 vakfiye bulunmaktadır. Ayrıca bu arşivde, Anadolu Selçukluları döneminde kurulmuş olan vakıflara ait 50 küsur vakfiye mevcuttur.35 Görüldüğü gibi, merkezi tescil sistemine geçildiği tarihten uzaklaşıldıkça, günümüze ulaşan vakfiye sayısı gittikçe azalmaktadır.

Değişik dönemlerde vakıflar üzerinde yapılan araştırmalar, Türk iktisadi hayatının ortalama %16’sına vakıfların hakim olduğu göstermektedir. Ö. Lütfi Barkan’ın Anadolu Eyaleti’nin 1530-1540 tarihleri arasındaki tahrirler üzerinde yaptığı araştırmalar, bu eyaletten sağlanan yıllık gelirin %17’sinin vakıfları elinde olduğunu göstermiştir.36 Aynı dönemde, genel bütçenin Rum Vilayeti’nde %15,7’si, Halep ve Şam Eyaleti’nde %14’ü, Zülkadiriye’de  %5’i, Rumeli’nde %5,4’nün vakıflara ayrıldığı bilinmektedir.37

Bir asırlık zaman dilimi içerisinde ihtimali sondaj metoduyla seçilen belli sayıdaki vakıflar üzerinde yapılan çalışmalar ve bu çalışmalar sonunda elde edilen bulguların genele teşmil edilmesi suretiyle ulaşılan donelere göre; Osmanlı ekonomisinin XVII. yüzyılda %15,97’si,38 XVIII. yüzyılda %26,80’i,39 XIX. yüzyılda ise %15,77’si40 vakıfların elinde bulunuyordu.

Bu konuda elde edilen rakamlar dönemler itibariyle değişik olsa da; vakıfların zirai işletmecilikten, imalat sanayi, ticaret merkezleri, konut sektörü, istihdam ve para konularında ülke ekonomisinde belirli bir paya sahip olduğu açıktır.

Vakıflar iktisadi hayatın canlı tutulması için, ulaşım sisteminin emniyet altına alınmasında aktif rol almışlardır.41 Bu amaçla nehirler üzerine köprüler kurdurmuşlar, her 30-40 km. mesafede hanlar ve kervansaraylar yaptırmışlardır.42 Buralarda hizmetin sürekliliğini sağlamak üzere gerekli tedbirleri almışlar, kervansaraylarda konaklayan misafir ve hayvanların iaşe ve ibatesini vakıf gelirlerinden üç gün süre ile karşılıksız sağlamışlar, yolculardan hastalananları tedavi ettirmişlerdir.43 Yol güzergahlarında inşa edilen bu kervansarayların yanında, şehir merkezlerinde bulunan ve bir bakıma borsa gibi faaliyet gösteren,44 diğer ülke ve şehirlerden gelen malların pazarlandığı hanlar da vakıflara bağlı olarak çalışıyordu.45 Ayrıca şehre inen malların tüketiciye ulaştırılmasını sağlayan büyüklü küçüklü iş yerleri, çarşılar, lokantalar... vs. çoğu zaman bir vakıf eliyle inşa edilen ticari yapılardı.

953/1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defterleri’nden edindiğimiz bilgilere göre, büyük sultan vakıfları hariç, İstanbul’daki “amme” vakıflarının elinde gelir kaynağı olarak 4000’in üzerinde ev, 5717 dükkan, 28 kervansaray, 19 han, 38 bezhane, 18 mahzen, 14 bodrum, 68 fırın, 199 köy, 40 mezraa ve 228 değirmen vardı.46 Yine 1456-1546 tarihleri arasında İstanbul’da kurulan 1150 nukud vakfının ana parası 21.385.786 akçeyi buluyordu.47 1258/1842-1260/1844 yılları arasına ait sadece 3 yıllık selatin vakıflarının toplam gelirleri ise 11.929.914 kuruştu. Vakfiyelerde öngörülen bütün harcamalar yapıldıktan sonra, bu vakıfların 2.794.086 kuruş gelir fazlası bulunuyordu.48 Sadece Sultan Abdülmecit (1839-1861) vakıflarının Mart 1267/1850-Şubat 1219/1852 tarihleri arasında geçen 2 yıllık süredeki gelirleri 4.177.315,5 kuruş, gelir fazlası ise 2.065.102 kuruştu.49

968/1561 tarihli Hüdevandigar Livası Tahrir defterinde verilen bilgilere göre, Bursa’da kurulan nukud vakıflarının para hacmi 3.349.046 akçeyi, yıllık geliri ise 333.119 akçeyi buluyordu. Aynı yıllarda, vakıfların gayrimenkul işletmelerinden sadece bu ilde, 547.734 akçe gelir sağlanıyordu.50

Osmanlı Devleti’nin son döneminde, ülke hizmetlerinde istihdam edilen personelin %8,23’ü,51 Cumhuriyetin ilk yılarında %12,68’i,52 1990’larda ise %0,76’sı vakıf sektöründe çalışmaktadır. Hesaplanan bu oranlara, kiracı sıfatıyla mazbut veya mülhak akar vakıf gayrimenkuller üzerinde kendi hesaplarına bir iş kuran 30.000 ticaret erbabı ile Osmanlı döneminde sayıları 10.000’leri aşan mülhak,53 müstesna, azınlık ve Cumhuriyet döneminde kurulan yeni vakıflar ile bu vakıfların hizmet alanları, işletmeleri ve iştiraklerinde çalışan onbinlerce vatandaş dahil değildir.54

Vakıf sektörünün ülke istihdamına katkısı bu çerçevede değerlendirildiğinde; diğer iktisadi dallarda olduğu gibi, Osmanlı döneminin sonlarında kamuda çalışan personelin %12’sinin, Cumhuriyetin ilk yıllarında ise %15’inin vakıflardan aylık aldığı; 1990’lara gelindiğinde ise, vakıfların istihdamdaki payının büyük bir azalma ile %1’ler seviyesine düştüğü görülmektedir.

Verilen bu istatistiki rakamlar açıkça göstermektedir ki, vakıflar Osmanlı döneminde, serbest ekonomi kurallarına ve yerinden yönetim esaslarına göre faaliyet gösteren, her biri ayrı hükmi şahsiyeti haiz; devletin yükselme ve duraklama hareketlerine paralel olarak hizmet alanları genişleyip daralan, toplum ve devlet hayatımızda sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi yönlerden belirgin bir potansiyele sahip bir sektör haline gelmiştir. Bu sayede eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, bayındırlık, ulaşım ve güzel sanatlar gibi, bir toplumun insani hasletlerini geliştirerek; onu başarıya ulaştıracak birçok müessesenin kurucusu ve işleticisi olmuş; adeta o dönemde hem ferdi hem de devleti ilgilendiren bir yaşam biçimi haline gelmiştir.

 

IV-SOSYAL SİYASET AÇISINDAN OSMANLI VAKIFLARINA YENİ BİR BAKIŞ

Sosyal siyaset, Avrupa’daki gelişimi içerisinde, sosyal ve ahlaki muhteva taşımayan, tabii kanunlarına göre işlediği ve işlemesi gerektiği kabul edilen iktisadi faaliyetlerin, toplumda yol açtığı ıstırapları azaltmayı, ortadan kaldırmayı ve huzurlu bir toplum oluşturmayı hedef alan bir disiplindir. Onun içindir ki, sosyal siyasete, sosyal ahlak ilmi de denilmektedir. Esas olarak sosyal siyaset, hayatın sadece iktisadın tabi olduğu kanunlara göre değil, bunların yanında benimsenen bu manevi değerlere göre de yönlendirilmesi gerektiğine inanılan yerlerde gerçekleşebilmektedir. Bu bakımdan sosyal siyaset, ahlaki saiklerle asilleştirilmiş bir iktisat siyaseti olarak tarif edilmektedir. İktisat ilmi, iktisadi faaliyetlerin işleyişini, gelirin nasıl dağıtıldığını incelerken;sosyal siyaset, iktisadi faaliyetlerin, gelir ve servet dağılımının, benimsenen ahlaki temele ve adalet anlayışına göre nasıl oluşması gerektiği ve bu yolda alınacak tedbirler üzerinde durmaktadır.55 Belki vakıflar, üst tabakadan alt tabakalara doğrudan servet transfer eden bir kurum değildir. Fakat, üst tabakanın servetini onların mülkiyetinden çıkartarak toplumsallaştırmasına ve elden ele nemalarının alt tabakalara gelir ve hizmet olarak yayılmasına imkan veren bir sistemdir.56 İşte bu yönüyle vakıflar, önemli bir sosyal siyaset müessesesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Osmanlı ülkesinde ve genel olarak şarkta; hükümdar ve yakınları ile devlet ileri gelenleri, yüksek paye ve mansıp sahipleri, aynı zamanda toplumun iktisadi bakımdan da en güçlü sınıfını oluşturmaktadır. Bu üst yönetici (askeri) sınıftan sonra, bunlara yakın olan zümreler, siyasi iktidardan kuvvet alan feodal sınıflar (eşraf ve ayan) gelmektedir. Bunları da halk içinde itibar sahibi olan, aynı zamanda devlet ileri gelenleriyle iyi ilişkiler içinde bulunan ulema ve tarikat mensubu ruhani liderler ile orta tabakayı oluşturan tüccarlar, esnaf ve zanaatkarlar takip etmektedir.57  

Bu dönemde vakıf kuranların, daha çok hangi zümrelere mensup olduğu konusunda yapılan araştırmalar bize, toplumdaki gelir ve servet dağılımında en üst sırada yer alanlarla vakıf tesis edenler arasında bir paralellik olduğunu açıkça göstermektedir. Vakıf kuranların, özellikle büyük vakıf külliyeleri tesis edenlerin başında hükümdar ve yakın çevresi, şehzadeler, valide sultanlar ve sultan hanımlar gelmektedir. İkinci sırayı en yüksek idareci sınıf, vezirler, beylerbeyi, zeamet ve has sahipleri yer almakta; bunları, toplumdaki diğer zenginler ve orta sınıf, esnaf ve zanaatkarlar, özellikle yöneticilere yakın bulunan ilim adamları ve sanatkarlar izlemektedir.58

Kurucuları ve gerçekleştirdiği hizmetler dikkate alınarak vakıfları; bir yönüyle servet, diğer yönüyle gelir transferini gerçekleştiren bir müessese olarak değerlendirmek gerekir. Üst tabakalara mensup olanların toplumdaki iktisadi güç sıralamalarına paralel olarak vakıf kurmaları; bu müessesenin son derece dengesiz olan gelir-servet dağılımının olumsuz sonuçlarını hafifletici bir hizmet yaptığını düşündürmektedir. Bu sayede, bilinçli veya bilinçsiz olarak sosyal bir görev ve gereklilik yerine getirilmekte, ekonomik bir soruna kısmen çare bulunmaktadır.

İhtimali sondaj metoduna dayandığı için yüzde yüz gerçeği yansıtmasa da, Tanzimat öncesi Osmanlı toplumunda vakıf kuran her 100 kişiden 80-90’ının askeri sınıfa mensup olduğu görülmektedir. Mesleği ve grubu belirtilmeyenler %9, reaya sınıfına mensup olan vakıf kurucuları ise %1 civarındadır.59 Vakıf kuranların %90’ının, devletin adalet ve istikrar içerisinde işler halde tutulmasından birinci derecede sorumlu olan yönetici gruba mensup olması; bu kesimin vakıf kurarken ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasi durumları göz önünde tutması, dönemin teamüllerine göre toplumun beklentilerine cevap vermesi, toplumu oluşturan tabakalar arasında yatay ve dikey geçişlere imkan sağlayan tasarruflarda bulunması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Osmanlı toplum geleneğine göre, imkanı olan herkes bir hayır eseri yaptırır, buna gücü yetmeyenler bir mektep veya camii tamir ettirir, bunu da yapamayanlar hiç değilse bir çeşme yaptırırdı. Toplumsal sorumluluk çok güçlüydü. Sahip olduğu maddi imkan ölçüsünde bir hayır eseri yaptırmayana, toplum iyi gözle bakmazdı. Esasen böyleleri de pek çıkmazdı.60 Hükümdarların büyük vakıflar kurması, ortaçağ sonlarında Anadolu’daki pek çok beylikte egemenliğin meşrulaştırılmasının gereklerinden biri olarak kabul edilmiş; bu gelenek XV. ve XVI yüzyıllarda Osmanlı hükümdarları tarafından gittikçe daha büyük ölçeklerde sürdürülmüştür.61  Sadece hükümdarlar birden çok minaresi olan cami yaptırabilirdi. Büyük yapı yaptıranların kararlarında sadece dini, estetik ve mali koşullar değil, politika da belirleyici bir rol oynuyordu. Yapılar, en önce hükümdarın kendi vatandaşlarını gözünde meşruluklarına hizmet ederdi. Hiç şüphesiz Osmanlı halife- sultanlarının vakıf yoluyla Mekke ve Medine’de yaptırdıkları hayri ve dini hizmetler, başka ülkelerin Müslüman halkının da, bu meşrutiyeti tanımasını sağlıyordu.62

Bazen inşaatta kullanılacak malzemelerin nakliye güçlükleri, yapının değerini arttırabiliyordu. Süleymaniye Camii’nin inşası sırasında, merkezi kubbenin altına yerleştirilen dört büyük sütundan birisi Mısır/İskenderiye, diğeri Suriye/Ba’albek’ten getirilmişti.63 Büyük masraflara yol açan bu nakliye işlemiyle bir yandan Osmanlı Devleti’nin kudreti ortaya konuyor, öbür yandan da hükümdar (Kanuni)’ın sahip olduğu teknik ve mali imkanlar gösterilmiş oluyordu.64    

Ülke yönetiminden sorumlu kimseler için, haberleşme ve ulaşımın kesintisiz sağlanması, ticari malların emniyet içerisinde yurdun dört bir yanında pazarlanması ve fiyat istikrarının sağlanması; refahın tabana yayılması ve eşit olmasa da ülke kaynaklarından herkesin bir pay almasının temin edilmesi  çok önemlidir. Vakfiyeleri tetkik ettiğimizde, ticaret kervanlarının  kullanıldığı yol boyunca sıralanan köprü ve kervansarayların; şehir merkezlerindeki ticari emtianın pazarlanıp muhafaza edildiği hanlar ve bedestenlerin; eğitim ve sağlığa dair hizmet kurumları ile doğrudan düşük gelir grupları veya fiziki ve sosyal bir tehlikeye maruz kalmış kesimlere yönelik sosyal yardım ve sosyal güvenlik kuruluşlarının hemen tamamının, sultan ve vezirler tarafından yaptırıldığını görüyoruz. İslam kültür geleneğinde nelerin dini ve hangi hizmetlerin dünyevi olduğunu ayırt etmek pek kolay olmasa da; kanaatimizce, bütün bunların sadece dini amaçlarla ve uhrevi mükafat beklentileriyle yapıldığını söylemek isabetli bir yaklaşım değildir. Şüphesiz, topluma faydalı her yapılan işte, psikolojik tatmin ve Allah’ın rızasını kazanma (kurbet kasti) beklentisi vardır. Fakat her şey bunlardan ibaret değildir.

Binlerce uygulama arasından söylediğimiz bu hususlara, Sadrazam Hasan Paşa vakfından bir örnek verelim:

“Surre Alayları’nın da takip ettiği; Antakya, Belen, İskenderun ve Payas  yol güzergahının emniyetini sağlamak üzere Sadrazam Hasan Paşa, Gurre-i Safer 1116/1704 tarihinde bir vakıf kurmuştur.65 Bu vakfiye, konaklama ve yol güvenliğinin vakıflar eliyle sağlanmasına dair, enteresan hükümler taşımaktadır. Hasan Paşa, Halep, Şam, Mısır, Mekke ve Medine’ye ulaşan yolun Anadolu-Arabistan kapısı olan Karamurt’ta; kale, cami, hamam, doksan ocaklı kervansaray, imaret, mektep ve dükkanlardan meydana gelen bir külliye inşa ettirmiştir. Külliyenin korunması için 15 piyade, 1 dizdar, 4 kapıcı; yol emniyetinin sağlanması ve yolcuların can ve mal güvenliğinin temini için de 26 süvari, 1 kethüda, 1 alemdar, 1 çavuş, 1 ağa (komutan) olmak üzere toplam 30 muhafız görevlendirilmiş ve bunlara vakıf gelirinden aylıklar bağlanmıştır. Bu muhafızlar, aldıkları ücret karşılığında, Antakya, Belen ve Payas arasında kervanların güven içerisinde seyahatlerini sağlayacaklar ve gelip giden yolculardan herhangi bir istekte bulunarak onları taciz etmeyeceklerdir. Allah korusun ticaret kervanlarından veya yolculardan herhangi birinin eşkıya baskını sebebiyle zarara uğraması halinde, ceza olarak bu zararı, yolcuların güvenliğinden sorumlu olan muhafızlar karşılayacaktır.”

Aslında bu vakfiye hükmünde, üzerinde durulması gereken birden fazla husus bulunmaktadır. Yetki ve sorumluluğun birlikte verilmesi, güvenliğin özelleştirilmesi ve devlete maddi bir yük getirmeden ulaşım güvenliğinin sağlanması gibi. Fakat konumuz açısından üzerinde durulması gereken husus bunlardan daha başkadır. Görülüyor ki burada, devlet yönetiminde ikinci sırada yer alan ve ülkenin istikrar ve huzurundan birinci derecede sorumlu olan bir sadrazam, kurmuş olduğu vakıfla devlete ait bir görevi, devlet adamı ciddiyeti ve sorumluluğu ile yerine getirmektedir.

İktisat sosyolojisi açısından üzerinde durulması gereken bir başka olgu da, servetin teşhiri ve bu eylemin vakıfla olan ilişkisidir. İnsanların, tarihin ilk dönemlerinden bu yana, çeşitli yollarla sahip oldukları zenginlikleri teşhir etmeye çalıştıkları; bu zaaflarını tatmin için ilk planda anlaşılması güç, dolaylı yollara başvurdukları görülmektedir.

İlkel toplumlarda görülen potlaç, eski Türklerde toy ve şölen törenleri, iftar ziyafetleri, diş kirası servetin teşhirinden başka bir şey değildir. Veblen yüksek sosyetenin tertiplediği o dillere destan partilerin, balo ve festivallerin ilk kavimlerdeki benzerlerinden muhteva bakımından farklı olmadığını söylemektedir.66 İnsanlardaki serveti sergileme zaafını, ortadan kaldırılması gereken kötü bir özellik olarak değerlendirmemek gerekir. Aksine sosyal amaçlara uygun bir şekilde yönlendirildiğinde çok masum, toplum için çok faydalı bir nitelik kazanabilir. Bu gerçekleştirildiğinde, söz konusu duygu, servet sahibi kişileri, varlıklarını cemiyet için faydalı hizmetlere adamaya yöneltiyorsa sonunda hem kendileri tatmin duyacaklar; hem de toplumsal ihtiyaçlar karşılanmış olacaktır. İşte vakıf müessesi bu noktada devreye girmekte, kişisel tatmin duygusu ile toplumsal faydayı en uygun bir şekilde bağdaştırmaktadır. İnsandaki bu zaaf, vakıf veya benzeri sosyal etkinlikler yoluyla toplumsal amaçlar ve ihtiyaçlarla bağdaşan tatmin yollarına yöneltilmedikçe, gelir ve servetin gösteriş ve teşhire dönük diğer zararlı alanlarda lüks ve israf harcamalarında kullanılması kaçınılmaz olmaktadır.

Diğer taraftan sosyal siyaset bakımından uygun tatmin yolları gösterilmeden servet ve gelirin sergilenmesine dönük harcama yolları tıkanırsa, bu sefer de servet sahibi olmanın ve kazanmanın bir anlamı kalmayabilir. Bu da iktisadi faaliyette bulunma şevkini azaltarak, ekonomik yönden durgunluklara yol açabilir.67 Esasen bu, psikolojik bir durumdur. Osmanlı Devleti, uyguladığı sosyal siyaset politikalarıyla geliştirdiği vakıf sektörü sayesinde, kişisel tatmin ve toplumsal faydayı bağdaştırmıştır. Bu sayede vakıflar Osmanlı ülkesinde, kendinden önceki hiçbir İslam devletinde görülmeyecek tarzda yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. Bir yandan düşük gelir gruplarına veya fiziki ve sosyal tehlike ile karşılaşanlara  gelir ve servet transferiyle sosyal yardım yapılırken; müsadere sisteminin çalıştığı dönemlerde, sahip olunan servetin bir bölümünün vakıflaştırılmasıyla bu kapsamdaki kişilerin ailelerine sosyal güvenlik imkanı sağlanmıştır.68

Gerçekten vakıflar, sosyal siyaset, kamu yönetimi ve iktisat sosyolojisi açısından enteresan öğeler taşımaktadır. Bunlardan her biri, sosyologlar, sosyal tarihçiler ve psikologlar tarafında incelenmeyi beklemektedir. Bugüne kadar ülkemizde vakıflar, bu açılardan tetkik ve tahlile tabi tutulmuş değildir.

Bu çalışmalar ister yapılmış, ister yapılmamış olsun; vakıf sisteminden yararlanarak sultanların, toplumun güven ve saygısını kazanmış manevi şahsiyetlerin vakıflarını temliklerle destekleyerek, onları devletin yanına almaları ve bu yolla tebaanın nabzını ellerinde tutmaları, tarihi bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Halife sultanlar tarafından vakıflar eliyle Haremeyn’e yapılan yatırımlarda ve her yıl surre alaylarıyla Mekke ve Medine’ye gönderilen akıl almaz paralarla oralarda medrese tahsili görmüş herkese, görev yapsın-yapmasın maaş bağlanmasında69 manevi beklentilerin yanında, İslam aleminin saygı ve bağlılığını kazanma fikri yok mudur? Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566)’ın vakfı olan Süleymaniye Camii’nde sadece din hizmetlerinde 297 personel görev yapıyordu. İstanbul’da şehirciliğin, çevreye uyumun, mimari tasarımın, teyzini süslemenin armonisini yansıtan Süleymaniye Külliyesi’nin hiçbir külfetten kaçınılmadan, payıtaht’a gelen herkesi büyüleyecek mükemmellikte inşa edilmesinde, hilafet merkezine yolu düşen her ırk, her din ve her milletten insana devletin kudretini ve haşmetini göstermek düşüncesi yok mudur? Mimar Sinan’ın “ustalık eserimdir” dediği Edirne Selimiye Camii’nin “sidre-i münteha”ya70 uzanan minarelerinde, Türk Devleti’nin Avrupa kapılarını bekleme misyonu yok mudur?

 

SONUÇ

Vakıfları, tek başına ne sosyal ve ekonomik dengeleri sağlayarak, mucizevi bir şekilde toplumsal huzuru temin edecek bir kuruluş olarak görmek; ne de sadece dini  ve hayri amaçlarla kurulduğunu kabul ederek, ihmal edilmesi gereken tarihi bir hatıra saymak mümkün değildir.

Yaptığımız bu kısa çalışma, Osmanlı dönemi vakıflarının eğitim, kültür ve dini açılardan olduğu kadar, sosyal siyaset açısından da derinlemesine tetkik, tahlil ve değerlendirmeye tabi tutulmasının gerektiğini ortaya koymuştur.

Osmanlı ülkesinde Tanzimat öncesinde kurulan vakıfların %90’ını, “ehl-i seyf” dediğimiz yönetici sınıf tarafından kurulmuştur.

Bu dönemde kurulan vakıflarda uhrevi mükafat beklentilerinin yanında, devletin adalet ve istikrar içerisinde idaresine katkı ve destek sağlamak eğilimleri ağırlık kazanmıştır. Kuşkusuz bu eğilimlerin oluşmasında, vakıf kurucularının aynı zamanda milli gelirin tabana yayılmasından, toplumsal huzurun sağlanmasından ve sosyal güvenlik sisteminin kurulmasından sorumlu olmalarının payı büyüktür.

Osmanlı Devleti’nde hayata geçirilen sistem sayesinde, bir sivil inisiyatif olan vakıflarla yürütmenin, ülkenin temel meselelerinde büyük bir dayanışma ve işbirliği sergilediği görülmektedir. Sanırım, farklı dillere, dinlere ve ırklara mensup kesimleri, huzur ve güven içerisinde bir arada tutarak, üç kıtada, altı asır yaşayacak bir cihan devleti kurulmasının sırrı burada yatmaktadır.

 

 

Kaynaklar:

1. Kozak, İ.Erol, Bir Sosyal Siyaset Müessesi Olarak Vakıflar (Tarihte Gördüğü ve Günümüzde Görebileceği İşlevler Açısından Bir Tahlil Denemesi), Adapazarı 1994.

2. Yediyıldız, Baheddin, “Osmanlı Toplumu”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1994, s.444.

3. İnalcık, Halil, “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri”, Reşit Rahmeti Arat İçin, Ankara 1956, s. 259-271.

4. İnalcık, Halil, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi” (çev.:M. Özden-F. Unan), Türkiye Günlüğü (S. 11, Yaz 1990), s. 31’den naklen Yediyıldız, Bahaeddin, a.g.e, s.444.

5 .Yediyıldız, Bahaeddin, a.g.e, s. 472.

6. Ohsson, M. D’., Le Tableau General de I’Empire Ottoman, Paris 1824, c. VII, s. 278’den naklen Yediyıldız, Bahaeddin, a.g.e.i., s. 472.

7. Yüksel, Hasan, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Hayatında Vakıfların Rolü (1585-1683), Sivas 1998, s. 14

8. Elmalılı, M. Hamdi,  İrşadu’l-Ahlaf fi Ahkami’l-Evkaf, İstanbul 1330, s. 4.

9. KK, V/2.

10. Hatemi, Hüseyin, “Vakıf Kurumunun Kökeni Hakkında Düşünceler”, 3 Sektör Dergisi, Nisan 1996, İstanbul 1996, S. 11, s. 15.

11. KK, III/92; Ali Haydar Efendi, “Ebu Talha (r.a) bu ayeti işitince, sevdiği mallarından olan “Beyraha” adındaki bahçesini vakıf yapmıştır” dedikten sonra, “vakfın meşruiyeti kitap, sünnet ve icma’i ümmet ile sabit olmuştur” hükmünü verir (Ali H. EF., Tertibü’s-sunuf fi Ahkami’l-Vukuf, İstanbul 1340, s. 5

12. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi (VGMA), II. Selim Vakfiyesi 987/1579: 2148, s. 253.

13. VGMA, Şeyh Kenzi Hasan Efendi İbn-i Ahmet Vakfiyesi, 1122/1710:583/52-53.

14. VGMA, Ebubekir Efendi Vakfiyesi, Gurre-i Recep 1066:583/118-119.

15. Arsebük, Esat, Medeni Hukuk, Başlangıç ve Şahsın Hukuku, Ankara 1938, c. I, s. 297.

16. Elmalılı, M. Hamdi, Ahkam-ı Evkaf (taşbasma), İstanbul 1327, s. 2-9; Yazgan, Turan “Sosyal Siyaset Açısından Vakıflar”, VI. Vakıf Haftası (1-7 Aralık 1986), Ankara 1987, s. 253-258.

17. Köprülü, Fuat, “Vakıf  Müessesesinin Hukuki Mahiyeti ve Tarihi Tekamülü”, Vakıflar Dergisi (VD), İstanbul 1942, S. II, s. 1-35; Berki, Şakir, “Vakfın Lüzumu, Faydaları ve Vakıfları Teşvik”, VD, Ankara 1962, S. V, s. 19-21.

18. M. Nuri Paşa, Netayicu’l-Vukuat, İstanbul 1327, c. II, s. 103-106.

19. Ülken, Hilmi Ziya, “Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği”, VD, Ankara 1971, S. IX, s. 32.

20. Köprülü,Fuat, a.g.m., s. 29.

21. M. Nuri Paşa, a.g.e., s. 103-104.

22.İbnü’l-Emin Mahmud Kemal-Hüseyin Hüsameddin, Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Tarihçe-i Teşkilatı ve Nuzzarın Teracum-i Ahvali, Daru’l-hilafetü’l-aliye (İstanbul) 1335, s. 14.

23. Öztürk, Nazif, Menşe’i ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Ankara 1983, s. 59; Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara 1995, s. 67-68.

24. İbnü’l-Emin Mahmud Kemal-Hüseyin Hüsameddin, a.g.e., s. 21-26; Yediyıldız, Bahaeddin, “vakıf” maddesi, İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1986, c. XIII, S. 153-172; Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarih..., s. 68-77.

25. Yüksel, Hasan, a.g.e., s. 189.

26. VGMA, Def. No: 734/31.

27. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi..., s. 40.

28. Yediyıldız, Bahaeddin, “Vakıf Müessesesinin XVIII. Asır Türk Toplumundaki Rolü”, VD, Ankara 1982, S. XIV, s. 25; Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi..., s. 24.

29. Barkan, Ö. Lütfi –Ayverdi, E. Hakkı, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546) Tarihli, İstanbul 1972, s. VIII/Tablo-I.

30. Selçuk, Furuzan, “Vakıflar (Başlangıçtan 18. Yüzyıla Kadar) İslamic Society and the West”, VD, İstanbul 1965, S. VI, s. 21-29.

31. Bu fihrist taramasından hareketle yapılan bir çalışma için bkz: Hasan Yüksel, “XVI Yüzyıl Osmanlı Vakıfları”, Halil İnalcık Hatıra Sayısı, Eren Yayınları, 1998.

32. Yüksel, Hasan, a.g.e., s. 22.

33. Yediyıldız, Bahaeddin, İnstitution Du Vaaf Au XVIII e Siecle En Turquie-etude socio-bistorique-, Ankara 1985, s. 151.

34. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi..., s. 34.

35. Yinanç, M. Halil, Selçuklu Devri Türkiye Tarihi I, Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944, s. 9.

36. Barkan, Ö. Lütfi, “H.933/1527-934/1528 Mali Yılına Ait Bir Bütçe Örneği”, İktisat Fakültesi Mecmuası (İFM), İstanbul 1955, S. XV, 1-4, s. 268; Barkan-Ayverdi, a.g.e., s. 100.

37. Barkan, Ö. Lütfi, “İmaret Sitelerinin Kuruluş ve İşleyişi”, İFM, İstanbul 1963, S. XXIII, 1-2, s. 241-242.

38. Yüksel, Hasan, a.g.e., s. 100.

39. Yediyıldız Bahaeddin, “XVIII Asır Türk Vakıflarının İktisadi Boyutu”, VD, Ankara 1984, S. XVIII, s. 26.

40. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi..., s. 25.

41. Velikahyaoğlu, Nazif, “Vakıfların Ulaşım Sistemine ve Yol Kültürüne Katkıları”, Yol Kültürü Dergisi (YKD), İstanbul 1998, S. 1, s. 46-43; Velikahyaoğlu, Nazif, “Kervanlar ve Kervansaraylar”, YKD, İstanbul 1998, S. 2, s. 99-111.

42. İlter, İsmet, Tarihi Türk Hanları, Ankara 1969, s. 14-120.

43. VGMA, Hüsrevpaşa Vakfiyesi, 973/1565:582-1/7; Turan, Osman, “Selçuklu Kervansarayları”, Belleten, Ankara 1946, S. X, s. 480; Turan, Osman, “Şemseddin Altun-Aba Vakfiyesi ve Hayatı”, Belleten, Ankara 1947, S. XI, s. 480; Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Germiyanoğlu Yakup Bey Vakfiyesi, İstanbul 1932, s. 82.

44. Özdemir, Rıfat, XIX. Yüzyılın Yarısında Ankara, Ankara 1986, s. 26.

45. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İvazpaşa Vakfiyesi 827/1423:162/21; Güran, Ceyhan, Türk Hanlarını Gelişimi ve İstanbul Hanları Mimarisi, Ankara 1978, s. 1-155.

46. Barkan-Ayverdi, a.g.e., s. XI-XII.

47. Barkan-Ayverdi, a.g.e., s. XXXI.

48. VGMA, 1262/1845:967/1278.

49. VGMA, 1271/1854:1002/49-53.

50. Barkan-Ayverdi, a.g.e, s. XXXIV.

51. II. Meşrutiyet sonrasında Osmanlı Devleti genelinde çalışan memur sayısı 97.225’di (Devlet Planlama Başkanlığı Raporu (DPR), 1982, S. 51, Tablo-1). Bu personelin yaklaşık 8000’i Evkaf’ı Hümayun Nezareti’nden maaş alıyordu (Hammadezade H.Hamdi, Evkaf Hakkında Sadarete Takdim Edilen Layıha, Dersaadet 1327, s. 3).

52. 1932 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde harem iç 42.209 memur çalışmasına karşılık (DPBR, 1982, S. 52, Tablo-II); 1925’TE, 1.245’i merkez ve taşra teşkilatında (Evkaf Umum Müdürlüğü (EUM) 1926 Bütçe Kanunu Tasarısı, 1926, s. 146-162), 4.106’sı da cami ve mescidlerde olmak üzere (EUM 1932 Bütçe Kanun Tasarısı, 1932, s. 19-28) toplam 5.351 personel Evkaf Umum Müdürlüğü’nden aylık alıyordu.

53. Evkaf-ı Hümayun Nezareti (EHN), 1326 Bütçe Kanunu Tasarısı, 1327, s. 5.

54. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi..., s. 27.

55. Kessler, Gerhard, İçtimai Siyaset, İstanbul 1945,  s. 7; Tuna, Orhan Yalçıntaş, Nevzat, Sosyal Siyaset, İstanbul 1981, s. 11; Neumark, F., İktisadi Düşünce Tarihi (A. Özeken), İstanbul 1948, c. I, s. 357.

56. Kozak, İ. Erol, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıflar, Sakarya 1994, s. 26.

57. Kurtkan, Amiran, Mali Sosyoloji, İstanbul 1968, s. 103.

          58. Ülken, Hilmi Ziya, “Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği”, VD, Ankara 1971, S. IX, s. 32.

59. Yüksel, Hasan, a.g.e, s. 28; Yediyıldız, Bahaeddin, “Türk Vakıf Kurucularının Sosyal Tabakalaşmadaki Yeri (1700-1800)”, Osmanlı Araştırmaları, İstanbul 1983, S. III, S. 151.

60. Öztuna,Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1968, c. IV, s. 2220; c. IX, s. 156.

61. Suraiya, Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla (trc.: Elif Kılıç), İstanbul 1998, B. 2, s. 39.

62. Suraiya, Faroqhi, a.g.e., s. 158

63. Barkan, Ömer Lütfi, Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı (1550-1557), Ankara 1972, c. I, s. 336-346.

64.  Suraiya, Faroqhi, a.g.e., s. 159

65. VGMA, Hasan Paşa Vakfiyesi, 1116:2224/5; Tercümesi 2157/107

66. Galbraith, J. K., Kuşku Çağı ( çev.: N. Himmetoğlu-R.Aşçıoğlu), Altın Kitaplar 1980, s. 65-66.

67. Kozak, İ.Erol, a.g.e., s.48.

68. Kozak, İ.Erol, a.g.e., s. 25-26.

69. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi..., s. 28-29.

70. VGMA, II. Selim Vakfiyesi 987/1579:2148/253.