<<<Sosyal
Siyasetçilerimiz;
<<<Prof.
Dr. Metin
KUTAL;
|
Prof. Dr. Metin
KUTAL |
|
Makaleleri |
|
|
Kutal, Metin; “Toplu İş
İlişkilerinin Temel Kurumları Açısından Arayışlar”; TÜHİS Dergisi; Cilt: 17;
Sayı: 2; Kasım 2001. |
|
TOPLU İŞ
İLİŞKİLERİNİN TEMEL KURUMLARI AÇISINDAN ARAYIŞLAR(*)
(Prof. Dr. Metin KUTAL)
Biliyorsunuz toplu iş ilişkileri bireysel iş ilişkilerinden
farklı olarak örgütlü işçi işveren ilişkileri anlamına gelmektedir, Çoğulcu bir
demokraside özgür sendikacılıktan hareket eden, toplu sözleşme özerkliği, grev
lokavt haklarıyla işlerlik kazanan, barışçı çözüm yollarını da beraberinde
getiren bu sistem, toplu iş hukukunun konusunu teşkil etmektedir.
Yine dünden beri tebliğ sunan arkadaşlarımın belirttikleri
gibi, son 25 yıldan beri devrim niteliğindeki teknolojik gelişmeler, yenilikler
tüm dünyada iş hukuku alanında da yerleşmiş, tartışmasız kabul edilmiş birtakım
kurumlan gündeme getirmiş, tartışmaya açmıştır.
Örneğin işçi tanımında yer alan bağımlılık öğesi günümüzde
tartışılır konuma düşmüş. Bunun gibi kitle üretimi yapan büyük fabrikalarda
ancak verimli çalışmaların yapılabileceği görüşü yıkılmış. Yine bizim alanımızda
şahsen benim de yıllardan beri savunduğum en uygun toplu sözleşme modelinin iş
kolu sözleşmesidir biçimindeki görüşler günümüzde dayanağını büyük ölçüde
kaybetmiş, toplu pazarlık düzeni giderek işyeri/işletme düzeyine doğru inmiş.
Böylece diğer alanlarda olduğu gibi toplu iş hukuku alanında da önemli
değişmeler ister istemez gündeme gelmiştir.
Bu tebliğin konusu küreselleşme olgusu karşısında tüm İş
hukuku alanındaki yeni sorunları ortaya koymak değil. Zaten buna bazı
arkadaşlarım değindi. Ben sadece hukuki boyutlarıyla toplu iş ilişkilerinin
temel kurumlarını en kısa biçimiyle huzurunuza getirmeye ve tartışmaya açmaya
gayret edeceğim.
Buna geçmeden önce, zannediyorum tartışmalar açısından önem
taşıyabilir, Türk toplu iş hukukunun belirgin iki özelliğine değinmek istiyorum.
Biliyoruz ki özgür sendikacılık, toplu pazarlık iki koşulu bir arada görmek
ister. Bunlar, toplumun sanayileşmesi, tabii sanayi ötesi toplum çok daha iyi ve
ideal bir nokta. Ama, en azından belirli bir sanayileşme düzeyi ve çoğulcu
demokrasi. Bunlar bir araya gelmedikçe sistem harekete geçememektedir.
Bu iki temel faktör ülkemizde doğal gelişmesini henüz
tamamlayamamıştır. Sanayileşme süreci devam etmektedir. Bunun gibi çoğulcu
demokraside de zaman zaman birtakım duraklamalar ortaya çıkmaktadır.
Bu koşullar altında Türk toplu sözleşme düzeninin kendine
özgü kurumları ve kuralları yaratması, böylece yasal düzenlemeye daha az ihtiyaç
duyması bugün için mümkün değildir. Şimdi burada Türk toplu sözleşme düzeninin
iki özelliğine kısaca hemen işaret etmek istiyorum. Bunlardan birincisi,
ülkemizdeki bu düzen yasal kurallarla biçimlendirilmiştir birçok Avrupa
ülkesinin aksine. Bu yasal sistem esas itibariyle 1961 Anayasasından
kaynaklanmıştır; 274, 275 sayılı Yasalarla hayata geçirilmiştir. Daha sonra
bunlar 12 Eylül döneminde yenilenmiştir.
Bu yüzden Türk toplu iş hukuku kendi kurumlarını, kazandığı
deneyimlerin ışığında oluşturma başarısını gösterememiş, daha doğru bir ifadeyle
bu fırsatı yakalayabilmek için gerekli zamana sahip olamamıştır. Bu gözlem,
özellikle 1960’lı yıllar için daha da belirgindir ve daha doğrudur. Gerçekten
1963 yasaları hazırlanırken Türk yasa koyucusu Batı ülkelerindeki modelleri
dikkate alarak, tahminen Türkiye'ye bunların en iyi cevap verebileceğini
düşünerek yasaları hazırlamıştır. Halbuki 12 Eylül döneminde bu yasalar
yenilenirken Türk endüstri ilişkileri sisteminin arkasında 17 yıllık bir deneyim
olduğundan, yasa koyucu Türkiye koşullarına daha uygun birtakım düzenlemeleri
yapabilmiştir. 17 yıllık deneyim büyük ölçüde Türk yasa koyucusuna kolaylık
sağlamıştır.
İkinci özellik, kısıtlayıcı ve ayrıntılı bir yasal çerçeveye
sahip olmasıdır. Demek ki, hem yasal kurallarla biçimlendirilmiş, aynı zamanda
bu yasal kuralların da özelliği ayrıntılı olması ve esasta yasaklayıcı
olmasıdır.
Anayasadan başladığımız zaman bunu hemen kanıtlayabiliriz.
Anayasanın önemi herkesçe belli. Sendikanın kurulması, tüzel kişilik kazanması
aşamasında yetkili mercilere bu belgelerin nasıl verileceği, işçi ve
işverenlerin birden fazla sendikaya üye olamayacakları, işçi sendikalarında
yönetici olabilmek için 10 yıllık fiili işçilik kıdemine sahip olması gibi
ayrıntılara doğrudan doğruya 1982 Anayasası yer vermiştir. Herhalde Anayasal
düzeyde bu konuların irdelenmesine ihtiyaç bulunmamaktadır. Bunlar, yasal
düzeyde düzenlenebilecek hususlardır.
Bu ayrıntılar Türkiye Büyük Millet Meclisinden -Anayasanın
11. maddesine göre- tüm vatandaşlara kadar herkesi bağlayıcı temel hukuk
kuralları olduğuna göre, hiç şüphesiz bunlar yargı organlarını da bağlamakta ve
dolayısıyla yargı belki daha serbest hareket etme olanağını bulamamaktadır.
Tabii Türkiye Büyük Millet Meclisi de Anayasanın getirdiği bu
kısıtlayıcı hükümlerden daha geniş bir düzenlemeyi yapma olanağını
bulamamaktadır.
Şimdi, tebliğimin dilerseniz daha bir içerisine doğru girelim
ve önce Türk sendikalar hukukunda yeni arayışlardan biraz söz edelim. Daha sonra
Türk toplu pazarlık sistemindeki yeni arayışlara yer vermeye çalışalım.
Hukukçuların alıştığı bir ayırımla, 2821'deki sorunlarla toplu pazarlık, toplu
İş uyuşmazlığı ve barışçı çözüm yollarını bir arada düzenleyen 2822'yi biz de
tebliğimizde bir birini izleyen iki bölüm halinde ele almayı tercih ettik.
Türk sendikalar hukukunda yeni arayışların kanaatimce ilk
önemli başlığı; örgütlenme hakkından soruna yaklaşmaktır. Acaba örgütlenme hakkı
açısından durum nedir ve bu durum yeni arayışları gündeme getirmekte midir?
Evet, Türk hukukunda 50 yıldan beri örgütlenme özgürlüğü
yasalarda yer almıştır. Bu 50 yılı 5018 Sayılı Yasanın kabul edildiği 1947 yılı
olarak kabul ediyorum.
Bu konuda Anayasalara hüküm konulmuş -1961 ve 1982
Anayasalarına-özellikle 1994 yılında onaylanan 87 ve 151 sayılı İLO sözleşmeleri
hiç şüphesiz çok önemli temel taşlar olarak karşımıza çıkmıştır. Sendikalar
Kanununda yapılan son değişikliklerden sonra tüm işçilerin sendikalaşma hakkına
sahip oldukları söylenebilir. Çünkü bir tek askeri şahıslar var. Bunlar da
mesleği askerlik olanlar olduğuna göre -yoksa askeri işyerlerinde çalışan
işçilerin örgütlenme hakkı açıkça yasada belirtildiğine göre- bunlar da zaten
işçi sayılmadığına göre, sonuçta herkesin örgütlenme hakkına sahip olduğu gibi
bir sonuca varılabilir.
Ancak, bu soruna daha yakından bakıldığı zaman,
Türkiye'de örgütlenme özgürlüğünün sanıldığı kadar geniş olmadığı ortaya
çıkmaktadır. Onun için önce örgütlenme hakkının kapsamına biraz bakmak
zannediyorum ki gerekmektedir. Önce 1961 Anayasasının ilk biçiminden farklı
olarak 1982 Anayasasında sadece işçilerin ve işverenlerin örgütlenme haklan
güvence altına alınmıştır. 1995 Anayasa değişikliği sırasında da bunlara 128.
madde kapsamına giren kamu görevlileri de eklenmiştir.
Ancak Türk kamu personel rejimi her dönemde sağlıklı
esaslardan yoksun kalmış, kamu görevlisi statüsünde çalışanların tümünün
Anayasanın 128. maddesindeki tanıma uyup uymadığı üzerinde durulmamıştır. Bunun
sonucu olarak kamu kesiminde gerçekte işçi olduğu halde bir kadroya atanmak
suretiyle çalıştırılan yüzbinlerce çalışan ortaya çıkmıştır. 1984 yılından
itibaren bunlara bir de KİT’lerde çalışan sözleşmeli personel eklenmiştir.
Bunların hiçbirisinin yasalarımız çerçevesinde sendikalaşma
ve toplu pazarlık hakları olmadığı dikkate alınırsa konunun zannedildiği kadar,
2821 Sayılı Yasa çerçevesindeki kadar, basit olmadığı ortaya çıkmaktadır.
1995 Anayasa değişikliğiyle kamu personeline de örgütlenme
hakkı tanınmıştır. Ancak bilindiği gibi bu örgütlenme hakkı ve toplu görüşmeyle
ilgili haklar ciddi boşluklarla dolu olarak Anayasaya girmiştir.
Ama, bununla ilgili yasa bildiğiniz gibi, tasarının yarısına
kadar görüşülmüş, ama henüz sonuç alınamamıştır. Alınsa ne olur? Eğer bu kişiler
gerçekten işçi ise biz bunların haklarını 2821 ve 2822 çerçevesinde koruyamayız.
Çünkü, 53. maddeye eklenen fıkranın bunlara çok sınırlı bir toplu pazarlık hakkı
tanıdığı bilinmektedir. Hatta buna toplu pazarlık dememiz de mümkün değil. Toplu
görüşme hakkını tanıdığı bilinmekte.
Dolayısıyla, önemli olan önce kamuda çalışanların gerçek
anlamda işçi olanlarını ayırmak, ondan sonra geri kalanlara çıkacak olan yasa
çerçevesinde örgütlenme ve mesleki haklarını savunma konusundaki haklarını
kullanmalarına olanak vermektir. İşte bu nokta bizi 1965 yılından beri
Türkiye'nin gündeminde bulunan işçi memur ayrımının önemine getirmektedir.
Bizim meslek hayatımız bu sorunun tartışılmasıyla başladı,
meslek hayatımızı bitirdik, sorun tartışılmaya devam ediyor. Ama, 1977'de itiraf
edelim ki, konu aşağı yukarı noktalanmıştı. O tarihte yazdığını bir dergide
nihayet işçi memur ayrımı gerçekleşti diye makale yazdım. Çünkü, bir sayılı ve
iki sayılı cetvellerde tüm kamu kurumlan ikiye ayrılmış ve bunlardan
hangilerinde çalışanlardan, kimlerin işçi ve kimlerin memur olduğu Resmi
Gazete'de yayımlanmıştı. Bundan sonra yapılacak başka bir iş kalmamıştı. Ama,
bunların bütçedeki kadrolarının kaldırılarak, bunların hizmet akdi ile
çalıştırılması yerine, birkaç ay sonra gördük ki yeni bütçe kanununda bunların
yine kadrolara intibak ettirilmesi esası benimsendi. Çıkan tüm Personel
Kanunlarında bunların nasıl kadrolara intibak ettirilecekleri düzenlendi ve
sonuçta yapılan bu çalışma tam manasıyla bir hiç olarak kaldı.
Sonuç; demek ki bir kere kamuda çalışanları Anayasanın 128.
maddesindeki tanıma uygun bir biçimde ayırmak ve bunları ayrı yeni çıkacak olan
yasanın kapsamına sokarken, diğerlerini işçi kabul ederek onlara tam manasıyla
işçilik statüsünden doğan
hakları tanımaktır. Bu bir kere Türkiye'de çözümlenmedikçe örgütlenme hakkının
gerçek anlamda sağlandığı söylenemeyecektir.
Konu bundan ibaret mi? Hayır değil. Çıraklık
statüsünde çalışanlar açısından da ciddi sorunlar var. Sendikalar Yasası 16
yaşını doldurmuş işçilere, hatta bazı koşullarla daha küçük yaştakilere
örgütlenme hakkını tanımıştır. Ama gelin görün ki Türkiye'de çocuk işçi ile
çırak tam olarak birbirinden ayrılmadığından dolayı, çıraklar da hizmet
sözleşmesiyle çalıştırılmayıp, çıraklık sözleşmesiyle çalıştırıldığından dolayı,
işçi niteliğine sahip olmadığından dolayı bunların da örgütlenme hakları yoktur.
Gerçi Yargıtayımız daha çeyrek yüzyıl önce, yani 28.3.1973
tarihinde çalıştırılan çocuklara mesleki eğitim verilmemesi halinde çıraklık
niteliğinden söz edilemeyeceğine karar vermiş. Yargıtay başka bir kararında ise
-1975- çıraklık sözleşmesinin en belirgin özelliğinin mesleki eğitim olduğuna
işaret etmiş ve akitte yer alan çırak ya da çıraklık sözcüklerinin bir yana
bırakılarak işyerindeki gerçek çalışma biçimine bakılmasının gerekli olduğuna
işaret etmiştir.
Bu kararlar doktrinde ilgi uyandırmış ve tasvip edilmiştir.
Ancak, Yargıtay'ın bütün bu çabalarına karşın ve daha sonra çıkan Çıraklık ve
Mesleki Eğitim Yasasına rağmen ülkemizde çocuk işçi statüsünde çalışanların ve
özellikle bunların da küçük sanayide çalışanlarının örgütlenme bakımından ciddi
sorunlarla baş başa bulundukları bir gerçektir.
Ayrıca, 2495 sayılı bazı kurum ve kuruluşların korunması ve
güvenliklerinin sağlanması hakkındaki yasanın 21. maddesine göre özel güvenlik
teşkilatı personelinin de sendikalara üye olamayacakları yasada açıkça ifade
edilmiştir. Bunların da sendikalaşma özgürlüğü yoktur.
Şimdi gelelim örgütlenme hakkının güvencesine. Acaba sınırlı
olan bu örgütlenme hakkı ülkemizde güvence altında mıdır? Önce 3008 sayılı İş
Kanununda, daha sonra 274 ve bugünkü 2821 sayılı Yasalarda bu güvence sağlanmaya
çalışılmıştır. Özellikle 1963'ten itibaren, yani 274 sayılı Yasadan itibaren
Fransız mevzuatından esinlenerek sendikal tazminat adı altında ayrı-bir tazminat
getirilmiştir.
Ne var ki yasa koyucunun iyi niyetli bu çabaları ülkemizde
sendikal örgütlenmeyi yeterince güvence altına alamamıştır. Bunun en başta gelen
nedeni bu güvencenin genel bir iş güvencesiyle tamamlanamamış olmasıdır. Klasik
usul kuralları gereği davacı işçiye ispat yükünün yüklenmesidir. Gerçi Yargıtay
olayın cereyan tarzına göre sendikal nedenlerle iş ilişkisinin sona
erdirildiğini kabul etmektedir. Ancak birçok Batı ülkesinde geçerli olan ispat
yükünün işverene ait olduğunu henüz yüksek mahkeme benimsemiş değildir.
Örneğin Yargıtay, 1988 tarihli kararında tanık beyanlarında
somut bir olaydan söz edilmediğinden bu tazminata hükmedilemez denmiştir. Bir
kısım işçinin topluca işten çıkarılmasını protesto etmek amacıyla işi bırakıp
direnişe geçen ve aynı gün sendikaya üyelik için sendikaya başvuruda bulunan
işçilerin işten çıkartılması sendikal tazminatı gerektirmez. İşten çıkarılan
işçilerin büyük çoğunluğunun sendikalı olması, feshin sendikalı sendikasız
ayrımı yapıldığım göstermez; (1992) gibi kararlar vermiştir. Ama buna karşılık
Yüksek Mahkeme, işçilerden bir kısmının üyesi bulundukları sendikadan çekilerek
başka bir sendikaya üye olmalarından sonra bu işçilerin işten çıkartılmaları ve
bunların yerine işçi alınması halinde sendikal tazminata hükmedilmesi gerekir
kararını da vermiştir; (1990). Yine bunun gibi toplu sözleşme süreci başlarken
sendikaya üye olan ve üyelikten kısa bir süre sonra işten çıkarılan işçi
sendikal tazminata hak kazanır demiştir; (1994).
Kısa bir süre önce toplanan Uluslararası Çalışma
Konferansının Aplikasyon Komitesinde Uzmanlar Komisyonu raporunda yargı
kararlarıyla nadiren işçiye bu tazminat hükmedilmektedir biçiminde bir ibareye
yer verilmiştir. Bu doğru değildir, yani nadiren değildir. Ama, tabii Batı
ülkelerindeki anlamda genişliğe de sahip değildir. Çünkü, ispat yükü hâlâ işçiye
aittir, ki bunun ispat edilmesinin de kolay olmadığı herkesçe bilinmektedir.
2821 sayılı Yasanın 31. maddede getirilen güvencede
bildiğiniz gibi iş ilişkisi
kurulurken işverenin ayrım yapması, ki bu da Uzmanlar Komitesi raporunda
özellikle
vurgulanmıştı, bir tazminatı gerektirmemektedir; sadece cezai
yaptırımı vardır. Bu cezai yaptırımın da fevkalade sembolik olduğu
bilinmektedir. Asgari ücretin yarısı tutarında bir para cezası.
Halbuki kaynak Fransız kanununda, cezai yaptırım hem daha
ağırdır, hem de tüm maddeyi kapsayan bir ceza hükmü olarak konulmuştur. Sadece
31'in 1. fıkrası değil. 31'in tümü için ceza hükmü konmuş, bu da bugünkü paraya
çevirdiğimiz zaman oldukça yüksek bir para cezası anlamına gelmektedir,
Demek ki, 31. madde kapsamında da Türk hukukunda birtakım
arayışların gündeme gelmesi kaçınılmazdır, ama daha önemlisi iş güvencesiyle
bunun tahkim edilmesi gerekmektedir.
Sendikal örgütlenme açısından özel olarak korunması gereken
işyeri sendika temsilcileriyle sendika yöneticilerine ilişkin güvenceler de Türk
hukukunda yeterli değildir. Özellikle Türkiye'nin onayladığı 135. sayılı
sözleşme çerçevesinde, işyeri sendika temsilcilerine getirilen güvenceler de
yetersiz kalmaktadır. Çünkü 135 sayılı sözleşmeye göre, sadece şu sırada sendika
temsilciliği yapanlar değil, sendika temsilciliğine talip olanlar ve daha önce
sendika temsilciliği yapmış olanlar da tıpkı şu sırada sendika temsilciliği
yapanlar gibi korunmaya muhtaçtırlar ve bunlar bu Sözleşme çerçevesinde
korunmuşlardır; Türkiye Cumhuriyeti de bu sözleşmeyi onaylamıştır.
Türk hukukunda bu hususta en fazla aksayan yönlerden biri,
işyeri sendika temsilcilerinin işverene ait başka bir işyerine nakledilmesi
halinde temsilcilik sıfatının ortadan kalkması ve bunun doğal sonucu olarak
işveren tarafından 30. madde güvencesinden yoksun olarak işten çıkarılmasıdır.
Yüksek Mahkeme, kısa bir süre önce, bu uygulamayı Önleyen isabetli bir karar
vermiştir.
İkincisi, işyeri sendika temsilcilerinin mahkeme kararıyla
işyerine dönmeleri halinde, işverenin bunları işyerine kabul etmemesi halinde
yapılacak olan işlemdir, iş güvencesi bunların işe, çünkü feshi geçersiz sayıyor
mahkeme karan. Bunların işyeriyle bütünleşmesi yasanın bir zorunluluğu iken,
Yargıtay bunun, madem ki işveren beni işine kabul etmiyor, ihbar ve kıdem
tazminatımı istiyorum biçimindeki davada, buna ihbar ve kıdem tazminatı
ödenmişse yapılacak başka bir şey yoktur. Hatta ihbar tazminatına da gerek
yoktur. Çünkü, burada temsilci sözleşmeyi 16/II/e fıkrasına göre fesh etmiştir.
Bu durumda sadece kıdem tazminatını alabilir biçimde kararlar vermektedir. Bunun
yeterli bir güvence olmadığı açıktır.
Sendika yöneticilerine sağlanan güvencenin de yetersiz olduğu
açıktır. Bir kere sendikada yöneticilik yapan, ama işyerindeki akdi ilişkisini
devam ettiren -bunlara amatör yönetici adı verilmektedir bildiğiniz gibi-
bunların işveren karşısında hiçbir güvencesi yoktur. 274 sayılı Yasada bunlara
da işyeri sendika temsilcilerine sağlanan güvence sağlanmakta idi. Fakat 1317
sayılı Yasa ile bu yasada yapılan değişiklikle bu güvence ortadan kaldırıldı.
Dolayısıyla bunlar, işyeri sendika temsilcilerini sahip olduğu güvenceye de
sahip değildirler.
Profesyonel sendika yöneticilerine gelince, burada da bir
yığın sorun var, ama burayı müsaade ederseniz atlıyorum. Çünkü dün yeterince bu
konuda tartışıldı.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin geçtiğimiz yılın
son aylarında vermiş olduğu ve doktrinde büyük ölçüde tasvip gören bir karar.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından 4.2.1998 tarihinde bozuldu. Dolayısıyla o
alanda da fazla ümitli bir gelişme sağlanamadı.
Örgütlenmeyi olumsuz yönde etkileyen başka nedenler yok mu?
Var. Bunların hepsi hukuki mi? Değil. Daha birçok neden var. Bunları hukuk
ağırlıklı bir tebliğde ayrıntılı biçimde incelemek istemedim. Ama, bunun yanında
bunlara hiç olmazsa başlıklar halinde değinmek ihtiyacını duyuyorum.
Geleneksel küçük sanayi, modern teknolojiyi kullanan esnek ve
modern kuruluşlar haline gelememiştir. Bizde küçük sanayi büyük kısmı itibariyle
kayıt dışı ekonomiyi besleyen bir kaynak niteliğinde maalesef devam etmektedir.
Kendileri işveren sendikalarına üye olmadıkları gibi, yanlarında çalıştırdıkları
işçilerin sendikalara üye olmasını da kesinlikle imkânsız hale getirmektedirler.
Bu hiç şüphesiz kirli bir rekabettir. Ve bunu artık Gümrük
Birliğine giren Türkiye'nin ciddi biçimde önüne koyarak düşünmesi zamanı
gelmiştir. Çünkü, artık Avrupa Türk mallarının menşeini araştırmaktadır.
Türkiye'ye gönderdiği gizli birtakım görevlilerle Avrupa piyasasına giren bu
malların nasıl bu kadar ucuza mal edildiğinin sebeplerini araştırmaktadır. Çocuk
işçi mi çalıştırıyor, kaçak işçi mi çalıştırıyor, yasaya aykırı bir taşeronla mı
bunu yaptırıyor veya kaçak yabancı işçiye mi bu işi yaptırıyor? Eğer bunları
tespit ederse Gümrük Birliği kapılarını kapatıyor ve kapatmaya yavaş yavaş
başlamıştır. Bu süreç önümüzdeki yıllarda çok ciddi bir sorun olarak Türkiye'nin
karşısına çıkacaktır. Şimdiden bunu düşünmek mecburiyetindeyiz.
Sendika aleyhtarı tutuma son yıllarda yabancı sermayeye ait
işyerleri de katılmıştır. Bu çok yeni bir gelişmedir. 1960'lı, hatta 1970'li
yıllarda yabancı sermaye Türk yasalarına en fazla saygılı, örgütlenme hakkına en
fazla riayet eden işyerleri olarak bilinmekteydi. O kadar ki, bunlar toplu
pazarlık .sırasında işyerimizde grev olmasın, kamuoyunda böyle bir imaj
bırakmayalım diye astronomik zamlar veriyorlardı ve bu durum Türk işverenlerini
tedirgin ediyordu. Bugün durum tamamen tersine dönmüştür. Yabancı sermaye
Türkiye'de sendikacılık olmayacak, bu koşullar altında ben Türkiye'ye gelerek
yatırım yapacağım demekte ve böylece Türk yasalarına, hatta Türk Anayasasında
belirtilmiş hakları ortadan kaldırabilme koşulunu daha baştan, belki de yerli
ortağına kabul ettirmektedir. Bunun da kabul edilebilir bir gelişme olduğunu
söyleyemeyiz. Türkiye herhalde Güney Asya ülkelerindeki bir sömürge değil. Bir
sosyal hukuk devleti.
Devlet yatırımcılığının terk edilmesi, özelleştirme hedefinin
birçok siyasal iktidar tarafından tartışma konusu dahi yapılmaması Türk
sendikacılığını çok yakından ilgilendirmektedir. Elbette sendikacılık ayakta
kalacak diye verimsiz birtakım devlet kuruluşlarını ayakta tutmak hiç kimsenin
hatırından geçmez. Ama, ille biz bunları özelleştireceğiz, yok pahasına
satacağız ve bunun sosyal bedelini ödeyeceğiz dersek bunun çok ağır bir maliyeti
olduğunu unutmamak lazımdır. Çünkü Türk sendikacılığında hâlâ önemli bir
sendikalı grup kamu kesiminde Çalışanlardan oluşmaktadır.
Alt işveren uygulamalarına sadece değinmekle yetiniyorum.
Dilerseniz tartışmalarda buna gelebiliriz.
Örgütlenme ve bu örgütlenmenin güvencesine
değindikten sonra, yine sendikalar bakımından ele alacağım ikinci konu, sendika
içi demokrasidir. Türk sendikaları açısından bu sorun olağanüstü Önem
taşımaktadır. 1961 Anayasasının kabulünden sonra çıkarılan yasalarda ülkemizde
sendikaların kısa sürede güçlenmesi için çok sayıda önlem alınmıştır. Check-off
bunlardan biridir; profesyonel sendika yöneticiliğinin teşvik edilmesi bunlardan
bîr başkasıdır. Üyelik aidatının herhangi bir sınıra tabi olmadan yasaya
geçirilmesi bunun bir göstergesidir. İşçi temsilciliğinin kaldırılıp bunun
yerine sendika temsilciliğinin geçirilmesi bunun bir kanıtıdır. Bunları artırmak
mümkün.
Amaç, sendikacılığı kısa sürede güçlendirmek. Bunun
demokrasinin yerleşmesi açısından, Türk toplumunun çoğulcu bir toplum haline
gelmesi açısından yararlı bir politika olduğu kuşkusuzdur. Güçlü sendikacılık
aynı zamanda çoğulcu demokrasinin de en sağlam teminatıdır. Ancak, sendikalar
kısa sürede biraz da yasanın teşvikiyle güçlenmeye teşvik edilirlerken, sendika
içi demokrasi ciddi bir sorun halinde gündeme gelmiştir.
Nitelikleri gereği demokratik olmak zorunda olan sendikaların
giderek bürokratik kuruluşlar haline dönüştüğü görülmüştür. İki örnek üzerinde
sadece duracağım zaman kaybetmemek için. Bir şube genel kurullarına delege
seçimi meselesi. İkincisi de, genel kurulların toplanma periyodu.
2821 sayılı Yasa kabul edildikten kısa bir süre sonra yapılan
ilk değişiklikte, yani 28.8.1983 değişikliğinde şube genel kurullarına delege
seçiminin yargı gözetiminde değil, sendika tüzüğündeki hükümlere göre yapılması
kararlaştırılmıştır. Evet, birtakım teknik güçlükler olduğu anlaşılmıştır.
Ancak, bunun çok ciddi
sorunları beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Çünkü, sendika
şubesinde yapılan bir delege seçiminin, sadece o şubenin yönetimiyle ilgili
olduğu sanılmamalıdır. Şube genel kurulunda merkez genel kurulunun delegeleri
seçilmekte, merkez genel kurulunun genel kurulunda da konfederasyona gidecek
olan delegeler seçilmektedir. Dolayısıyla, sistemi daha şube genel kuruluna
gidecek olan delegelerde antidemokratik bir biçimde yaptınız mı, sistem giderek
konfederasyon genel kurulunun oluşmasına kadar sirayet etmektedir.
4101 sayılı Yasa hazırlanırken bilim çevrelerinin ortaya
koyduğu bu endişelerin etkisiyle dolaylı bir yargı denetimi öngörüldü. Denildi
ki, şube gene! kuruluna katılacak delegelerin seçimine üç iş günü içinde mahalli
iş mahkemesinde itiraz edilebilir. Bu itirazlar üç iş günü içinde sonuca
bağlanır. Hükmün temyiz edilmesi halinde de Yargıtay bunu 15 gün içinde karara
bağlar. Yani, kısa vadede delege seçimlerinin sağlıklı olabilmesi için bir yargı
yolunun açılması. Madem ki yargı gözetiminde biz bu seçimleri yapamıyoruz, hiç
olmazsa böyle bir yargı denetimini getirelim.
Gariptir, genel kurulda verilen önergelerle bu hüküm
tasarıdan çıkarılmıştır. Ve dolayısıyla Sendikalar Yasasının 10. maddesindeki
yasa değişikliği komik bir hale gelmiştir. Zannederim sadece "göre" kelimesi
kalmıştır. O göre kelimesinin de sonuca hiçbir etkisi yoktur. Ama, yasaya
bakarsanız değiştirilen maddeler arasında 10. maddede vardır.
Genel kurulların toplanma zamanına gelince; bu da fevkalade
önemli. Düşünün ki 2821 sayılı Yasanın en uzun maddesi 14. maddedir ve genel
kurullarda seçimlerin nasıl yapılacağına ilişkindir. Bu bîr tesadüf eseri
değildir. Demek ki Türk yasa koyucusu bunu çok ciddi bir sorun olarak görmüş ve
en ayrıntılı hükmü bu konuda getirmiştir.
Durum böyle iken şöyle bir geçmişe bakıyoruz. 274 sayılı Yasa
müzakere edildiği zaman ve sonuçta kabul edilen yasa metninde 2 yıllık süre söz
konusu. O zamanki Çalışma Bakanı diyor ki, "biz bu kanunla sendikalara toplum
hayatımızda çok geniş bir yer, hürriyet ve kuvvet vermiş oluyoruz" Böyle diyor o
zamanki Çalışma Bakanı ve devam ediyor. "Bunu da her şeyden evvel demokratik bir
çalışma düzeninin gereği olduğu için yapıyoruz. Bu düşünce ile bu kadar geniş
hürriyet ve kuvvet verdiğimiz teşekküllerin kendi iç bünyelerinde demokratik
kalmalarını temin İçin her tedbiri almak mecburiyetindeyiz", Süre 2 yıllık
çıkıyor. Ama, 1317 sayılı Yasayla Sendikalar Kanunu değiştirilirken 3 yıla
çıkıyor.
3 yıllık süre 2821 sayılı Yasa döneminde de
benimseniyor, fakat her nasılsa 2821 sayılı Yasada, 4.4.1995 tarihinde yapılan
4101 sayılı Yasada bu süre 4 yıla çıkartılıyor. Yasayı açarsanız en fazla 4 yıl
diyor. Beklenir ki sendikaların büyük bir kısmı bu 4 yıllık süreyi kabul etmemiş
de, hâlâ 3 yıllık veya hâlâ 2 yıllık genel kurul hükmünü tüzüklerde öngörmüş
olsunlar. Öyle bir şey yok. Benim bildiğim hepsi, hangi konfederasyona bağlı
olursa olsun 4 yıllık süreyi benimseyip, 4 yıllık süreyi uygulamaya
geçmişlerdir. Tabii istisnalar var mı benim bilgim dışımda, olabilir. Ama, bunun
büyük bir çoğunluk olduğu zannederim tartışılmaz.
Arkadaşlarım, zamanın hızla aktığının farkındayım. Şimdi de
toplu iş hukukuna geçiyorum.
Önce toplu iş sözleşmeleri açısından soruna yaklaşacağım.
Arayışları olabildiğince özetle huzurunuza getireceğim, Daha sonra barışa çözüm
yollarıyla ilgili arayışları gündeme getireceğim. Son olarak da toplu iş
mücadeleleri konusunuda kısaca özetleyeceğim.
Toplu iş sözleşmeleri açısından benim ilk değinmek istediğim
nokta, çok düzeyli toplu pazarlığa Anayasamızın izin vermemesidir. Bunu 274, 275
sayılı Yasalar döneminde Türk endüstri ilişkileri yaşamıştır. İşyeri
sözleşmeleri yanında iş kolu sözleşmelerinin yapılmasına da yasa izin vermiştir.
Ama bu dönemde iş kolu sözleşmeleri Fransa'daki sınırlamalarla yapılmadığından,
yargı organlarının da bu konuda yeterince etkili olamaması sonucu, işyeri
düzeyinde ikinci bir sözleşmenin yapılması gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Bu
da Türk endüstri ilişkileri sisteminde cidden haklı şikâyetlere neden olmuştur.
Buna bir tepki olarak doğrudan doğruya Anayasaya hüküm
konulmuştur. Aynı zamanda aynı işyerinde birden fazla toplu iş sözleşmesi
yapılamaz ve uygulanamaz denilmiştir.
Gerçi bu Anayasa koyucunun şu veya bu düzeyde toplu sözleşme
yapma konusunda bir zorlaması değildir.
Batı ülkelerinde, çok düzeyli toplu pazarlık bütün demokratik
ülkelerde benimsenmiş bir uygulamadır. Ama bunlar elbette birbirlerinden
farklıdır. Almanya'da farklıdır, Fransa'da farklıdır vesaire. Bu demektir ki
toplu pazarlık giderek işletme işyeri düzeyine doğru çapı küçülerek devam ediyor
ama, iş kolu sözleşmeleriyle tümüyle önemini kaybetmiş değildir. Hatta
konfederasyonlar arası anlaşmalar, onların çerçevesinde yapılan iş kolu
anlaşmaları, onların uygulamasını gösteren İşyeri veya işletme anlaşmaları çok
düzeyli toplu pazarlık biçiminde dünyada cereyan etmektedir.
Bizim Anayasamız buna imkân vermemektedir. İkinci sorun,
yetkili sendikanın belirlenmesidir. Türk endüstri ilişkileri sistemi ve Türk iş
hukuku bu sorunun da cevabını maalesef bulamamıştır. 35 seneden beri arayışlar
devam etmektedir. Yasa koyucu elinden geleni yapmıştır. Noter mekanizmasını
devreye sokmuştur, Anayasadan kaynaklanan bir hükümle İşçiler ancak tek bir
sendikaya üye olabilir denilmek suretiyle sistem sağlıklı hale getirilmek
istenmiştir. Zaman zaman Sendikalar Kanununda yapılan değişiklikler, mevcut
üyeler yeniden noterden geçirilecektir denilmiştir, ama gelinen nokta arkaya
döndüğümüz, baktığımız zaman maalesef yetki tespitinde hâlâ sistemin
oturmadığını açıkça göstermektedir. Bunun en somut örneği Çalışma Bakanlığı
tarafından yayımlanan resmî istatistiklerde gösterilen sendikalı işçi sayısının
gerçeği yansıtmamasıdır. Bu da eldeki rakamların sağlıklı olmadığını açıkça
göstermektedir.
İkinci önemli sorun, ki uluslararası arenada yıllardan beri
hep tartışılmaktadır; çift baraj mekanizması. Bunun uluslararası sözleşmeler
açısından bir sorun yarattığını itiraf etmeliyim. İLO'da, Aplikasyon Komitesinde
her sene tekrarlanan konulardan birisi budur, bir hafta önce, yine de aynı soru
bir hafta önce de gündeme getirilmiştir. Zannediyorum ki Hollanda delegesi.
Acaba Türk hükümeti bu yüzde 10 barajı, işçi ve işveren kanatları mutabakat
sağlayamadıklarından dolayı mı muhafaza etmektedir, yoksa bunların mutabakat
sağlayamamasından mı Türk hükümeti özgür toplu pazarlık yapma hakkını işçilere
vermemektedir. Bunun cevabını lütfen verin demiştir.
Dolayısıyla bu, 98 sayılı sözleşme açısından soruna
yaklaştığınız zaman gerçekten ciddi bir sorundur. Çünkü, yüzde 10 barajı
geçmemiş olan bir işyerinde işçiler belki de yüzde 100'e yakın bir örgütlenme
gerçekleştirmiş olabilirler ama, burada toplu pazarlık hakkına sahip olamazlar.
Halbuki 98 sayılı sözleşmeyi 1951'de onaylayan Türkiye, serbest pazarlık
olanağını olabildiğince teşvik etmek mecburiyeti altında bulunmaktadır.
Buna karşılık %10 barajı benim kanaatimce Türk sendikacılığı
açısından, Türk toplu pazarlık sistemi açısından da çok önemli bir ihtiyaca
cevap vermektedir. Meseleyi sadece 98 sayılı sözleşme açısından ele alırsanız,
bunu izah etmekte güçlük çekersiniz ve ben de nitekim bunun sıkıntısını
duymaktayım. Ama bunu yeni bir modele bağlamadıkça yüzde 10 barajının
kaldırılmasının Türk sendikacılığı açısından isabetli olduğu kanaatinde değilim.
Bunun özgür sendikacılık açısından da yararlı olduğuna inanmamaktayım.
Öte yandan kayıt işleri gibi yetki tespitinde esas alman tüm
bilgi ve belgelerin Çalışma Bakanlığında toplanması da kanaatimce sakıncalıdır.
Çalışma Bakanlığı siyasi bir makamdır. Dolayısıyla burada siyasi birtakım
etkilerle yetki tespiti konusunda bazı sendikaların kayrılması durumu ortaya
çıkabilir. Bundan dolayı yıllardan beri, belki 30 sene önce Çalışma Bakanlığı
bünyesinde olabilir, ama herhalde özerk bir ayrı büro içinde bütün bu bilgi ve
belgelerin daha ciddi biçimde gözden geçirildiği, sendikalarla daha sıkı temas
halinde olan teknik bir kadro ile, kimler ölmüş, kimler iş kolu değiştirmiş,
bütün bunları daha güncel biçimde takip edecek özerk bir büronun Çalışma
Bakanlığı bünyesinde kurulmasının yararlı olacağına inanıyorum.
Grup toplu iş sözleşmesi sorunu. Yargıtay bunun ayrı bir
sözleşme türü olduğunu pek benimsememektedir; doktrindeki görüşlerin aksine.
Çünkü, yasada bununla ilgili çok açık hükümler vardır, ama dağınık hükümler
biçimindedir. Resmi arabuluculuk nasıl olacak, grev süreci burada nasıl
düzenlenecek filan. Ama, kanaatimce Türk endüstri ilişkileri sisteminin en
başarılı olduğu ve yasal destek açık olmadığı halde kendi kendine geliştirdiği
nadir kurumlardan biri grup toplu iş sözleşmeleridir ve iş kolu sözleşmelerine
doğru gidişi de böylece sağlamaktadır.
Onun için, grup toplu iş sözleşmelerini olabildiğince
muhafaza etmek, teşvik etmek ve geliştirmek zannediyorum ki, Türk endüstri
ilişkileri açısından yararlı olacaktır.
Toplu iş sözleşmesinin değişen koşullara uyarlanması sorunu.
1985 tarihinde, 1984'de daha doğrusu gündeme giren, 1985'de çok sayıda iş
mahkemesi kararıyla birlikte, önce 9. Hukuk Dairesinin daha sonra Yargıtay Hukuk
Genel Kurulunun ele aldığı bir konu. Burada da doktrinle yargı arasında çok
ciddi görüş ayrılıkları vardır. Hak grevinin tanınmadığı, tanınmadığından dolayı
da, yasada ayrı bir bölüm içinde yorum ve eda davalarının düzenlendiği bir
mevzuatta, yasanın açık hükmü gereğince işletme kredilerine uygulanacak en
yüksek faiz tutarındaki bir faizin 1994 ekonomik bunalımında bir kriz
niteliğinde yorumlanarak uygulanmaması doktrinde çok ağır eleştirilere neden
olmuştur.
Bunun da İş Hukuku Milli Komitesinde son 2 yılda büyük ölçüde
tartışıldığını biliyorum. Yargıtay 1995 yılından itibaren verdiği kararlarda
tarafların özgür iradeleriyle imzaladıkları toplu sözleşmelerin tarafları
bağlamasını esas kabul etmekle beraber, olağanüstü nedenlerle taraflardan biri
için dengenin katlanamayacak derecede bozulması halinde sözleşmeye sıkı sıkı
bağlılığın adalet, hakkaniyet ve objektif iyi niyet kurallarıyla bağdaşamayacağı
sonucuna varmıştır. Bu durumda yargıcın sözleşmeyi değişen koşullara
uyarlayabileceğini kabul etmiştir. Doktrinde Yargıtay’ın ileri sürdüğü bu
gerekçelerin 1994 ekonomik bunalımında uygulanmasının doğru olmadığı, hatta
mümkün olmadığı görüşü hakimdir.
Teşmil uygulamasıyla ilgili ciddi sorunlar vardır. Başlıkları
zikretmekle yetiniyorum.
Barışçı çözüm yolları ülkemizde maalesef başarısız kalmıştır,
275 sayılı Yasa dönemindeki uzlaştırma kurulu değiştirilmiş, bunun yerine, resmî
arabuluculuk müessesesi getirilmiş, fakat bunun da ondan daha fazla başarılı
olduğu görülmemiştir. Dolayısıyla bugün elimizdeki birtakım incelemelere göre
arabuluculuk aşamasında çözümlenebilen uyuşmazlıkların yüzde 10 civarında
olduğu, bunun da resmî arabulucunun gayretiyle mi, yoksa tesadüfen arabuluculuk
döneminde tarafların anlaşmasıyla mı sağlandığı hâlâ tartışılır durumda kalmış,
dolayısıyla burada da yeni birtakım arayışlar içinde bulunuyoruz.
Burada, çok zamanın az kaldığını da hissetmeme rağmen, bir
model önerisinde bulunmak istiyorum.
Tabii bu bir öneri, tartışılmaya muhtaç. Bir kere işçi
sendikalarının bir kısmının en azından, mademki resmî arabuluculuk veya
uzlaştırma işe yaramıyor. Bunları tamamen ortadan kaldıralım ve işçi sendikası
hemen greve gidebilsin görüşünü paylaşmıyorum. Barışçı bir çözüm yolunun greve
gitmeden evvel devreye girmesinin lüzumuna inanıyorum. Ne olmalı? Taraflar grev
ve lokavta başvurmadan önce, önce bir arabuluculuk, daha sonra da bir uzlaştırma
aşamasından geçmelidirler. Ama, bu sistemi ağırlaştırmak, greve gitme açısından
sistemi daha da yokuşa sürmek anlamında kabul edilmemelidir,
Şöyle ki, arabuluculuk toplu pazarlığın her aşamasında
tarafların anlaşmasıyla devreye girebilmelidir. Arabuluculuk resmî listeden
kabul edilebileceği gibi, resmî liste dışından da tarafların anlaşmasıyla ilk 30
gün filan gibi, herhangi bir beklemeye gerek kalmadan devreye girebilmelidir.
Eğer, arabulucu devreye girmemişse, uyuşmazlık devam
ediyorsa, bu kez uzlaştırma yoluyla taraflar arasındaki uyuşmazlık çözümlenmeye
çalışılmalıdır. Bu bir kurul olmalıdır. Kurulda tarafların temsilcisi, 275'deki
gibi tarafların tarafsız arabulucusu değil, tarafların doğrudan doğruya kendi
temsilcileriyle üçüncü bir kişi, yani kurulun başkanı bulunmalıdır.
Tarafsız başkan tarafların anlaşmasıyla resmî listeden
olabileceği gibi, resmî liste dışından da serbestçe seçilebilmelidir. Eğer,
seçilemiyorsa o zaman yargı organı müdahale ederek tarafsız aracıyı resmî
listeden belirlemelidir. Bu bir arabuluculuk aşaması değildir. Bu bir uzlaştırma
aşamasıdır. Dolayısıyla sonuçta bir karar verilmekte ve tarafların kabulüne veya
ademi kabulüne sunulmaktadır.
Eğer, taraflar anlaşmak suretiyle arabuluculuk yoluna
gitmişlerse, artık uzlaştırma mekanizmasına ihtiyaç kalmamaktadır. Böyle bir
modeli huzurunuza getiriyorum. Tabii tartışmalarda daha uygun çözümler
bulunacağına inanıyorum.
Tahkimden kaynaklanan sorunlar var. Bunlar üzerinde
durmuyorum. Toplu iş mücadelelerinde getirilen birtakım sınırlamalar var. Bunlar
arasında çok kapsamlı grev ve lokavt yasakları var. Grev ve lokavt haklarının
kullanılmasındaki ayrıntılı hükümlerin, zannedildiği gibi grevleri önlemediği,
aksine grevleri tahrik ettiği, grev sayısını artırdığı kanaatine sahip
bulunuyorum.
Serbest ticaret bölgeleri ki, bu sene İLO'da bu konuda çok
başımızı ağrıttı. Serbest ticaret bölgelerinde 10 yıllık grev lokavt yasağının
bir esasa bağlanması mecburiyeti ortaya çıkıyor. Bunları sadece başlıklar
halinde söylüyorum. Hükümetin grevi veya lokavtı ertelemesinde Anayasa uyarınca
uyuşmazlığın zorunlu olarak Yüksek Hakem Kuruluna intikal etmesinin uluslararası
düzeyde ciddi sorunlar yarattığını ve bunlarla ilgili açıklamaları yapamıyorum,
sadece işaret etmekle yetiniyorum.
İşletme toplu pazarlıklarında grev hakkının kullanılması
daima bîr sorun yaratmıştır. Bu iş Hukuku Milli Komitesinde hemen her sene
gündeme gelmiştir ve çok incelenmiştir. Aynı işletmeye dahil olan bir kısım
işyerinde grev hakkı, bir kısmında grev yasağı var ise toplu sözleşme nasıl
oluşacaktır? Rahmetli Kemal OĞUZMAN arkadaşımızın belirttiği gibi, sorunu
hukuken tartışma olanağı yoktur. Çünkü çözümsüzlük baştan bellidir. Yasada
değişiklik olmadıkça bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.
Arkadaşlar, birkaç saniyenizi rica ederek bir sonuç çıkarmak
istiyorum.
Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de iş hukukunun temel
kurumlarını yeni ihtiyaçlara uydurabilme zorunluluğu ile karşı karşıya
bulunmaktayız. Gerek bireysel, gerek toplu iş ilişkilerinde yeni arayışlar İçine
girmemizi, hem doğal, hem de yararlı görmekteyiz.
Toplu mücadele araçları olan grev ve lokavtlar da bir yandan
Anayasada, öte
yandan yasalardan kaynaklanan sınırlamalarla kullanılması
güçleştirilmiştir. Bu sınırlamaların zaman zaman Türkiye Cumhuriyetinin
onayladığı uluslar arası sözleşmelere ters düşmesi ise, başta İLO olmak üzere
uluslararası kuruluşlarda ülkemiz aleyhine yorum ve kararlara neden olmaktadır.
Türkiye'de çalışma ilişkilerinde yeni arayışlar kanımızca
diğer Avrupa ülkelerinden daha fazla önem taşımaktadır. Batı ülkelerinde yeni
arayışlar sadece küreselleşme olgusu karşısında yeni arayışlar biçiminde ortaya
çıkmaktadır. Halbuki Türkiye, hem demokratikleşme, hem özelleştirme, Gümrük
Birliği ve nihayet diğer ülkelerin tabi olduğu, karşı karşıya bulunduğu çağdaş
globalleşme hareketleriyle aynı anda karşı karşıya bulunmaktadır.
Dolayısıyla, Türk endüstri ilişkilerinin bunun üstesinden
gelmesi o derece zordur ve önemlidir. Acaba bu tablo karamsar bir tablo mudur?
Kesinlikle hayır. Hemen son cümleyi ilave ederek diyeyim ki, Türk endüstri
ilişkilerinin sorunları, Türk endüstri ilişkilerinin sorunları çözümündeki uyum
gücü, yasama, yürütme ve yargı organlarının çabalarıyla bütünleştirilebilirse,
elverişli çözümlere ulaşmanın zor olmayacağını düşünmekteyim. Türk toplu iş
hukukunun 35 yılda elde ettiği deneyimlerin de bu konuda küçümsenmemesi
gerektiğine inanıyorum.
(*): 19-20 Haziran 1998 tarihinde Ankara’da düzenlenen “İş
Hukuku Değişim Gereği ve Yargıda Arayışlar” seminerinde sunulan tebliğ.
|