İZ BIRAKAN MEŞHUR
ÖZÜRLÜLER VE HAYAT HİKAYELERİ
Aşağıda ismi geçen
ünlü özürlülerin hayat hikayeleri, Ali Seyyar tarafından
incelenmektedir. Bu çalışma, çok yakın zamanda kitap olarak
yayınlanacaktır.
|
BEDENEN ÖZÜRLÜ ÜNLÜLER |
|
-
Amr İbni
Cemuh (Uhud Muharebesine Sakat Olarak
Katılan Şehit Sahabe)
-
Zemahşeri
(1075 - 1143)
“ÖMÜR BU KADAR KISA İKEN, AMELLERİ KISALTIP, EMELLERİ
UZATMA” Diyen Alim
-
İmam Bûsîrî
(1212-1297) Bir Rüya İle Felçten Kurtulan
Peygamber Aşığı
-
Aksak Timur (Timurlenk)
(1336-1405): Türk-Moğol Soyundan Gelen
Akdeniz’den Çin’e Kadar Bütün Asya’yı İstila Eden Tarihçilerin Hakkında
Karar Veremediği Savaşçı
-
Murad-ı Munzâvî
(1644-1719): İlim, Tasavvuf ve Ameldeki Makâm
İtibariyle İleri Manevî Boyutlara Ulaşan Büyük Veli
-
Kızılarslan
-
Topal Osman Ağa
(1883-1923): Savaşlara
Sakat Olarak Katılan Millî Mücadelede İsim Yapmış Renkli Bir Sima
-
Şeyh Ahmet Yasin (1938-2004):
Bedensel Özürlü Olmasına Rağmen İsrail
Füzelerinin Hedefi Olan Hamas Örgütünün Manevî Lideri
-
Mehmet Sait Köknar (1901-1944)
-
Aydın Menderes
-
Dilek Sabancı:
-
Abraham Lincoln
-
Shakespare
-
Alexandre Pope (1688-1744)
-
Stephan Hawking
-
Lou Gehrig (1902-1941)
-
Jim Abbot
-
İtzak Perlman (1945-)
-
Franklin Roosevelt (1882-1945)
-
Henri de Toulouse-Lautrec (1864-1901)
-
Sir Walter Soot
-
Myra Brooks
-
Büyük İskender
-
Renoir
-
Charles Elliot
-
Dr. William Chester Minor
-
Christopher Reeve
|
|
GÖRME ÖZÜRLÜ ÜNLÜLER |
|
-
Abdullah İbni
Mektüm
: Cennetle Müjdelenen İlk Görme Engelli İnsan
-
Aşık Veysel
-
Cemil Meriç
-
İsa Yusuf Alptekin
-
Hafız Kani Karaca
-
Metin Şentürk
-
John Stuart Milton (1806-1873)
-
Jahannes Keppler (1571-1630)
-
Otto Litzel
-
Tom Sullivan
-
Joaquin Rodrigo
-
Harry Truman
-
Aldous Huxley
-
Rudyard Kipling (1571-1630)
-
Homer
-
Steeve Wonder
-
Eşref Armağan
|
|
İŞİTME ÖZÜRLÜ ÜNLÜLER |
|
-
İsmet İnönü
-
Ludwig Von Beethoven
-
Samuel Johnson (1709-1784)
-
Thomas Edison (1874-1931)
-
Granville Redmond
(1803-1847)
-
Marlee Matlin
-
King Jordan
-
Helen Keller (1880-1968)
|
|
KONUŞMA ÖZÜRLÜ ÜNLÜLER |
|
|
|
ÇOCUKLUKLARINDA ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ ÇEKEN
ÜNLÜLER |
|
|
|
RUHSAL ÖZÜRLÜ ve(ya) DAVRANIŞ BOZUKLUĞU
SERGİLEYEN ÜNLÜLER |
|
-
Sultan Çelebi Mehmet
(1371-1421)
Aşırı Üzüntüden Kısa Psikoza Yakalanan, Bir Attan Düşmeden Dolayı da
Sakatlanma Sonucunda Genç Yaşta Hayatını Kaybeden Talihsiz Padişah
-
Sultan Mustafa (1591-1639)
-
Sultan (Deli) İbrahim:
-
Sultan 5. Murat
-
Neyzen Tevfik (Kolaylı) (1879-1953)
-
Tevfik Fikret
-
Neron (37-68)
-
Deli Petro
-
II. Kral Ludwig (1845-1886)
-
Vincent Van Gogh (1853-1890)
-
Friedrich Wilhelm Nietsche (1844-1900)
-
Camille Claudel (1864-1943)
-
Nicolaus Lenau (1802-1850)
-
Mary Lincoln
-
Holderlein (1770-1843)
-
August Comte (1798-1857)
-
Robert Schumann (1810-1856)
-
Edgar Allan Poe (1809-1849)
-
Charles Darvin
-
Vaslav Nijinsky (1890-1950)
-
Harry Stack
-
Sullivan
-
Arhur Schoppenhauer (1788-1860)
-
John Stuart Mill (1806-1873)
-
Jean Jacques Rousseau (1712-1778)
-
Thomas Edward Lawrence (1888-1935)
-
Wilhelm Reich (1897-1957)
-
Jeanne D'arc
-
Charles Baudelaire (1821-1867)
|
Amr İbni Cemuh
Uhud Muharebesine Sakat Olarak Katılan
Şehit Sahabe
Amr İbni Cemuh, cahiliyede Medine’nin
ileri gelenlerinden, Celeme oğullarının efendilerinden biriydi.
Dürüstlüğü ve cömertliği ile tanınmaktaydı.
Cahiliye devrinde soylu
kişilerin evlerinde put bulundurma âdeti vardı. Bunu, her sabah ve akşam
puttan uğur dilemek, törenlerde kurban kesmek, saygı duruşunda
bulunarak, felaket anlarında sığınmak vb. şeyler için yaparlardı. Amr'ın
putu da Menat idi. Onu kaliteli bir ağaçtan yapmıştı. Saygıda kusur
etmez, ona en güzel kokuları sürerdi.
Mus'ab ibnu Umeyr’in Medine'ye davetçi
olarak gelmesinden kısa bir zaman sonra insanların bir çoğu İslâm'a
girdiler. O sırada altmış yaşını geçmiş olan Amr’ın oğulları Muavvez,
Muaz, Hallad ve eşi Hind de ondan gizli bir şekilde iman ettiler.
Kocası ve ondan başka birkaç kişinin
dışında kimsenin şirkte kalmadığını gören Hind, sevip saydığı kocasının
şirk üzere kalmasını asla isteyemezdi. Amr ise çocuklarının atalarının
dininden çıkıp Müslüman olmalarından korkuyordu. Karısına:
"Hind, çocukları sakın şu Mus'ab'la
görüştürme" dedi. Kadın: "Olur ama o adamın anlattıklarını oğlun
Muaz'dan dinlemek ister misin?" dedi. O: "Vay be haberim yokken Muaz da
mı dinden çıktı?" diye sordu. Hind: "Hayır, Mus'ab'ın bazı
toplantılarına katılıp söylediklerinden bazılarını öğrenmiş" cevabını
verdi. Amr: "Muaz'ı bana çağır" dedi. Muaz babasının huzuruna gelip ona
Fatiha suresini okuyunca, aralarında şu konuşma geçti:
“Bu söz ne kadar şahane, ne kadar
güzel. Bütün sözleri böyle mi ?”
“Hepsi birbirinden güzel babacığım!
Sen de ona biat eder misin? Halkın tamamı ona biat etti.”
“Menat'a danışmadıkça bir şey yapmam.
O ne derse öyle yaparım”.
“Babacığım Menat konuşmaz ki onun dili
ve aklı yok. O sadece bir ağaç”.
“Sana söyledim, ona danışmadan
atalarımın dininden vazgeçmem”.
Derken Amr ağaçtan yontma putun
huzuruna geçip saygıyla fikrini sordu. Cevap alamayınca da onu
kızdırdığını zannedip bir kaç gün öfkesinin dinmesini beklemeye karar
verdi. Bu esnada çocukları da düşünmeye başladılar. Derken putu alıp
Seleme oğullarının tuvalet çukurlarından birine attılar.
Amr, buna çok hiddetlendi, ama putunu
arayıp nihayetinde buldu. Temizleyip kokular sürdü ve aynı yerine koydu.
Aynı durum günlerce tekrar etti derken en son gün Amr, Menat'ın boynuna
kılıcını astı ve:
"Ey Menat! Bunları sana kimin
yaptığını bilmiyorum. Eğer sen de hayır varsa işte kılıç kendini koru"
dedi.
Ancak aynı durum o gece de
tekrarlanınca artık onu tuvalet çukurundan çıkarmadı ve:
"Vallahi sen Tanrı olsaydın bir
tuvalet çukurunda olmazdın" dedi ve İslâm'a girdi. Amr, İslâm'ı
tanıdıkça cahiliyede geçen dakikaları için pişmanlık gözyaşları
döküyordu. Artık o da iman ve İslâm'ın fedakâr bir hizmetçisi, davanın
yılmaz bir bekçisi olmak istiyordu.
Sakat Olarak Cihada
Katılması ve Şehit Olması
Uhud savaşı için cihada çağrı
yapıldığında
ashab-ı kiramın
hepsi, yaşlısı, genci savaşa katılmak için birbirleri ile yarış
yapıyorlardı. Üç oğlu gibi Amr
İbni Cemuh da cihat için hazırlanmaya başladı. Halbuki Amr, o anda çok
yaşlı ve bir ayağı tamamen sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur
olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler.
Amr, evlatlarına;
"Evlatlarım! Beni de bu gazaya götürünüz!" diyor, oğulları da;
"Babacığım! Ayağının arızalı olması sebebiyle, Allah seni mazeretli
saydı. Resulullah, senin sefere gitmene müsaade etmedi. Cihada çıkmakla
mükellef değilsin. Senin yerine biz gidiyoruz!" diyerek babalarını
iknaya çalışıyorlardı. Fakat Amr, “Yazıklar olsun sizin gibi evlatlara!
Bedir gazasında da böyle diyerek, Cennet'i kazanmaktan beni
alıkoymuştunuz. Bu seferden de mi mahrum edeceksiniz?.." dedi.
Amr’ın silah kuşanıp İslâm ordusuna
katılmak istemesi kimsenin aklından geçmiyordu. Akrabaları da, onu bu
kararından vazgeçirmek istemişlerdi. “Şer’an mazursun, aslan gibi
oğullarını peygamberle göndermişsin. Bir de senin gidip askerlere
katılman gerekmez” dediler. O:
“Çocuklarımın sonsuz mutluluk ve ebedî
cenneti istedikleri gibi ben de aynısını istiyorum. Onlar gidip şahadet
faziletine sahip olsunlar da ben evde sizinle beraber oturayım mı acaba?
Böyle bir şey asla mümkün değil” diye diretti.
Amr, bunların
elinden kurtulmak ve kendisini engellemek isteyenleri şikayet etmek
maksadıyla peygamberin huzuruna çıktı:
"Ey Allah'ın Resulü, şu benim
oğullarım ve akrabalarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı
işten alıkoymak istiyorlar. Evde
hapis olmamı istiyorlar, Allah yolunda cihada iştirakimi istemiyorlar.
Allah’a yemin ederim ki bu topal ayaklarımla cennete gitmek istiyorum.”
Allah’ın Resulü, “Ey Amr, şer’i mazeretin
var. Allah seni mazur kılmış, cihat sana vacip değil” dedi ise de, Amr,
“Ey Resulullah! Bana vacip olmadığını
biliyorum, ama yine de gitmek istiyorum.
Vallahi ben topallığımla cennete
girmek istiyorum" dedi.
Resulullah
oğullarına: "Ona engel olmayın. Herhalde Allah, ona şehitlik verecek"
buyurdu.
Ordunun hareket vakti gelince Amr, hiç
dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye yönelip şöyle dua
etti:
"Allah'ım! Bana
şehitlik ver. Beni şehitliği kaybetmiş olarak aileme döndürme”.
Bu sözleri karısı Hind de duymuştu.
O zamana kadar ayağı sakat olduğu için,
hiçbir savaşa katılamayan Amr, bu sefer âdeta koşarak katıldı Uhud
muharebesine.
Uhud’un seyredilecek sahnelerinden biri,
Amr bin Cemuh’un meydandaki hareketiydi. Sakat ayağı ile kendini ordunun
içerisine atıyor, feryat ediyordu: “Cenneti arzuluyorum!” Oğullarından
birisi babasının arkasından hareket ediyordu.
Uhud’da savaşın kızışıp müşriklerin
Resulullah’ı kuşattığı sırada o, tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada
devam ediyordu. Oğlu Hallad'la beraber Resulullah’ı koruyan müminlerin
ön safında yer almışlardı. Baba ile oğul o kadar
savaştılar ki sonunda ikisi de şehit oldu.
Amr’ın Eşi Hind’in Şehit Eşini Medine’ye
Getirememesi
Savaş bittikten sonra Medine
kadınlarından bir çoğu, mücahitlerinin durumunu yakından öğrenebilmek
için, şehir dışına çıkmıştı. Medine’ye ulaşan haberler de pek iç açıcı
değildi. Peygamber’in hanımı Hz. Ayşe de şehirden biraz uzaklaşıp,
Uhud’a katılanların akıbetleri hakkında bilgi sahibi olmak istiyordu.
Yolda Amr İbni Cemuh’un eşi Hind’i gördü. Hind, üç şehidi deveye
bindirmiş, kendisi de devenin yularından tutmuş şehre doğru gidiyordu.
Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Hz. Ayşe: “Ne haber ?”
“Elhamdülillah, Peygamber sağdır, O sağ
olunca derdimiz olmaz”.
Hz. Ayşe: “Bu cenazeler kimindir ?”
Hind: “Bunlar kardeşimin, oğlumun,
kocamın cenazeleridir”.
Hz. Ayşe: “Nereye götürüyorsun ?”
Hind: “Medine’ye defnetmek için
götürüyorum”.
Hind, bunları söyleyip devenin yularını
Medine’ye doğru çekti. Fakat deve istemeyerek, zorla Hind’in peşi sıra
gidiyordu. Nihayet deve yere yattı.
Hz. Ayşe: “Hayvanın yükü ağırdır,
çekemiyor!”
Hind: “Hayır, bizim devemiz çok
kuvvetlidir, normal olarak iki devenin yükünü çekebilir. Bunun başka bir
sebebi olmalı”.
Hind, deveyi yeniden harekete geçirdi.
Deve, ikinci defa dizlerini kırıp yere yattı. Hind, devenin yönünü
Uhud’a doğru çevirdiğinde hızlı bir şekilde hareket ettiğini farkına
vardı. Deve, çok dikkat çekici bir şekilde Medine’ye doğru gitmekten
ziyâde Uhud tarafına gitmek istiyordu. Hind, bunda bir acayiplik
hissetti ve bir sırrın olabileceğini düşündü. Bunun üzerine Medine’ye
gitmekten vazgeçip, devenin yularını çekerek, doğruca cenazelerin olduğu
Uhud tarafına giderek, durumu Peygambere arz etti:
Hind: “Ya Resulullah! Acayip bir olay
var. Ben bu cenazeleri Medine’ye götürüp defnedeyim diye hayvanın
üzerine bıraktım. Bu hayvanı Medine’ye doğru sürdüğümde bana itaat edip
gitmiyor. Fakat Uhud tarafına gelince normal yürüyor. Acaba neden?”
Hz. Muhammed: “Acaba kocan Uhud’a doğru
yola çıkınca bir şey söyledi mi?”
Hind: Ya Resulullah! Yola çıktıktan sonra
şu cümleyi duydum: “İlahi beni evime döndürme!”
Hz. Muhammed: “Öyleyse sebep budur. Bu
şehit kişinin duası kabul olmuştur. Allah, bu cenazenin geri dönmesini
istemiyor. Siz ensarın arasında öyle kişiler var ki, eğer Allah’a dua
edip yemin verirlerse duaları kabul olur. Senin kocan da onlardan
birisidir”.
Resul-i Ekrem’in izniyle o üç cenaze de
Uhud’a defnedildi. O zaman Resul-i Ekrem Hind’e dönerek şu müjdeyi
verdi: “Bu üç kişi, ahirette benim yanımda olacaklar”.
Sultan Çelebi Mehmet
(1371-1421)
Aşırı Üzüntüden Kısa Psikoza Yakalanan,
Bir Attan Düşmeden Dolayı da Sakatlanma Sonucunda Genç Yaşta Hayatını
Kaybeden Talihsiz Padişah
Sultan Yıldırım Bayezid'in altı oğlundan
biri olan Çelebi Mehmet, uzun boylu, dedesi Osman bey gibi uzun kollu
idi. Beyaz tenli, kumral ve çatık kaşlı, yuvarlak yüzlü , sık sakallı
idi. Ciddi ve sözüne güvenilir bir yapıya sahipti. Çok iyi silah
kullanan Çelebi Mehmet, 24 savaşa bizzat katılmıştır. Vücudun muhtelif
yerlerinde 40 yara aldığı rivayet edilmektedir. Harp oyunları, ok atma
ve güreş gibi beden hareketlerine temayülü ve istidadı çoktu.
Ankara savaşında 14-15 yaşında iken
komutan olduğu kuvvetlerle birlikte Timur'a karşı uzun müddet
dayandıktan sonra, Osmanlı ordusunun yenileceği açıkça belli olunca
yanında bulunan devlet adamlarının zorlamasıyla harp meydanından
Amasya'ya geri çekilmiştir. 26 yaşında iken tek başına Padişah olmuştu.
Çelebi
Mehmet'in Geçici Ruh Hastalığına Dair Emareler
Çelebi Mehmet, 1415 yılında Karaman
seferine çıktığında Ankara'da bulunurken aniden hastalanır. Yanında
hazır bulunan hekimler tedaviden aciz kalırlar. Bunun üzerine, o zaman
edebiyat âlemince de Şeyhî mahlası ile tanınan Germiyan Beyi'nin
musâhibi (arkadaşı) meşhur hekim Hakim Sinan Kütahya'dan Ankara'ya
getirtilir.
Şeyhî, Pâdişahı muayene eder ve
rahatsızlığının aşırı "ğussa" (gam, keder, tasa) dan kaynaklanan asabî
bir durum olduğunu anlar. Melankolik tabiatlı padişahtaki ani
depresyonu, psiko somatik bir yaklaşımla teşhis ettikten sonra Şeyhî,
rahatsızlığının fazla sevinç ve ferahlık ile geçeceğini vaat eder.
Aslında, uygulamalı hekimlik yapan ve bilhassa göz hastalıkları dalında
mütehassıslığı ile tanınan Şeyhî, ruh hastalıkları alanında da tecrübe
sahibi olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim, günlerden beri alınması
istenildiği halde bir türlü ele geçirilemeyen ve bundan dolayı da
Padişahı fazlasıyla üzen bir kalenin fethi haberi kendisine ulaşması ile
Çelebi Mehmet, bu müjdenin üzerine sevinir ve iyileşmesi için uygun bir
ortam meydana gelir.
Padişahı büsbütün sevindiren hadisenin
kahramanı Anadolu Beylerbeyi olan Bayezid Paşa idi. Çünkü, bu paşa,
Karamanoğlu Beyliğini ele geçirmişti. Bunun üzerine Padişah ferahlamış
ve hatta Karamanoğlu beyi Mehmet beyi affetmişti. Konya'yı kendisine
bırakarak sulh yapmıştı.
Aşırı üzüntüden depresyona giren Çelebi
Mehmet'in psikozu, takriben 2 hafta sonra tamamen kaybolup kısa sürede
yeniden eski sıhhatine kavuştuğuna göre, hastalığının kısa psikoz
türünden bir ruh hastalığı olduğu anlaşılmaktadır.
Çelebi Mehmet, henüz 34 yaşındayken 1421
yılında , attan düşerek felce uğrar ve bu sakatlık yüzünden Edirne'de
hayatını noktalar. Ölümü, oğlu 2. Murad'ın tahta oturabilmesi için 41
gün gizli tutulmuştur. Yerine 2. Murad padişah oldu ve babasının
cenazesini Bursa'da Yeşil Türbeye gömdürdü.
HELEN ADAMS KELLER (1880-1968)
Dünyanın çok tanıdığı bir özürlü ( kör ve sağır ) kadın olan Helen
Keller hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. Sağlıklı bir bebek
olarak doğan H. Keller, 19 aylıkken geçirdiği bir ateşli rahatsızlıktan
sonra kör ve sağır oldu. Çocukluğunun ilk yıllarında uyumsuz ve hırçın
tavırlar sergilemesi üzerine ailesi ona bir eğitmen bulmaya çalıştı ve
sonunda, kendisi de bir ara kör olup bir ameliyatla bir parça görür hale
gelmiş bulunan Anne Sullivan’a ulaştı. A. Sullivan’ın bütün çabalarına
rağmen ilk zamanlarda H. Keller’de hiçbir değişiklik olmadı. Ama sonra
bir gün bir pompadan bir eline su dökülürken H. Keller’in diğer eline
Anne Sullivan parmağıyla su kelimesinin harflerini tanıttı. Bundan sonra
da müthiş bir gelişme başladı. H. Keller artık arzu ile kelimeleri
öğrenmeye çalışıyordu. H. Keller’in büyük bir intikal kabiliyeti olduğu
anlaşıldı. 1890’da konuşmayı öğrendi. Yüksek Okuldan mezun oldu ve
meşhur kitabı “Hayatımın Hikayesi”ni yazdı (1902).
“Bütün
Dünya” dergisinin Kasım 1954 sayısında “Körlüğü Hiçe Sayan Kadın”
başlıklı bir yazıda da H. Keller’den bahsediliyor. Mark Twain, 19.yy’ın
iki büyük kişisinin Napoleon ve H. Keller olduğunu söylemiştir. Hocası
onu eğitirken hayvanlara dokunmasını sağlamak istemiş ve onu sirke
götürmüştür. Orada bir ayının elini sıkmış, bir zürafanın kulaklarını
hissetmesi için de havaya kaldırılmıştır. Yılanlar onun vücuduna
sarılırken bile rahatsız olmamıştır. Yani H. Keller, korkusuz
yetişmiştir.
H.
Keller, ışık ve sesten mahrum bir duyu hayatına sahipti; ama diğer
algıları öyle güçlüydü ki karşısındaki insanın kişiliğini bile
tartabilirdi. Londra’da bir parka girince kokudan orasının Green Park
olduğunu anlamıştı. Coğrafyayı, hocasının kırmızı çamurdan yaptığı
kabartılı haritayı elleriyle takip ederek öğrendi. 18 yaşındayken birçok
dersi öğrenmişti. Koleje başladığında Almanca ve Latince biliyordu. Spor
yapabiliyor, ata binebiliyor ve kağıt oyunlarını becere biliyordu.
Körler için özel olarak hazırlanmış olan İncil’i o kadar çok okumuştu
ki, artık oradaki noktalar bile silinmişti.
Haziran 1945. H. Keller böğürtlen topladı. Olmuşlarını eliyle
hissediyor. Bahçesi çok güzel. Çünkü yaz sabahları 5’te kalkıp eliyle
zararlı otları topluyor, bahçesini suluyor. H. Keller bazı müzik
parçalarını da ezberlemiş, titreşimlerden çok şey hissediyor. Ona gece
ve gündüzü nasıl ayırt ettiği sorulduğunda; “Gündüz hava ve kokular daha
hafiftir. Atmosferde daha fazla titreşim ve hareket vardır. Gece daha
derin ve hareketsizdir.” diyor. Yazılarını yazarken çok titizdir.
Hatasız yazmaya çalışır. Haziran 1953: H. Keller 73 yaşında ve G.
Amerika seyahatinden döndü. Arjantin danslarının çok güzel olduğunu
söyledi. Bunu nasıl hissediyordu?
H.
Keller, ruhun ve hayatın gücünü muazzam bir şekilde ortaya koyan bir
örnektir.
Kaynak: Sürmen,
Şükrü, “Ben Sa-Kat-Lan-Dım”, İstanbul, 2004, Nüans Yay., Sf.
131-132.
Abdullah İbni Ümmü Mektûm
Cennetle Müjdelenen İlk Görme Engelli
İnsan
Abdullah İbni Ümmi Mektum, Peygamberimizin ilk eşi Hz. Hatice
vâlidemizin dayısı Kays İbni Zâide’nin oğludur. Annesinin adı Âtike
bint-i Abdullah’dı. Kendisi annesine nispetle Ümmü Mektum’un oğlu
anlamında İbni Ümmü Mektum ismiyle meşhur olmuştur.
Çocukken gözlerini kaybetmiş olduğunu şu mukaddes sohbetten
öğrenmekteyiz: Hz. Enes’ib rivayet ettiğine göre, bir defasında Hz.
Cebrail, Peygamberimizin huzuruna geldiğinde İbni Ümmü Mektum da orada
bulunmaktaydı. Cebrail, “Gözünü ne zaman kaybettin ?” diye sorunca o da
“Çocukken” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Cebrail kendisine şu
müjdeyi vermiştir: “Allah, buyuruyor ki:
‘Ben
bir kulumun gözünü aldığım zaman ona Cenneti mükâfat olarak veririm’.
Bu
Hadis-i Kudsi sâyesinde Abdullah İbni Ümmü Mektum, dünyada iken Cennet
müjdesini almış oluyordu. Bir Kuran aşığı olan Abdullah, Peygamberimizin
huzurunda bulunmak, onun manevî atmosferinden istifade etmek ve ondan
Kuran’dan âyetler öğrenmek için, sıkı sık Resulullah’ın yanına giderdi.
Bir gün Abdullah, bu niyetlerle Peygamberimizin huzuruna gelir. Bu
esnada da Resulullah, belki içlerinden birkaçı imana gelir ümidiyle
Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerine canla başla İslâm’ı
anlatmaktaydı. Abdullah, meclise gelerek Peygamberimize hitaben, “Yâ
Resulullah, bana Kuran okut. Allah’ın sana öğrettiğinden bana da öğret”
dedi. Resulullah, onların üzerinde daha fazla durma gereği duyduğundan,
o anda Abdullah’la yeterince ilgilenemedi veya ilgilenmek istemedi.
Abdullah, belki de mecliste bulunanları göremediğinden ve Resulullah’tan
cevap alamayınca, arzusunu birkaç defa tekrar etti. Resulullah, ona
aldırmayıp yüzünü buruşturup döndü, sözünün kesilmesini istemedi ve
misafirlerle sohbet etmeye devam etti. Fakat çok sürmedi, tam sözünü
bitirip kalkacağı sırada ilâhî ikaz geldi:
“Yanına
âmâ geldi diye yüzünün ekşitip döndü. Nerden bileceksin, belki de o
günahlarından arınacaktı. Yahut o öğüt alacak ve o öğüt kendisine fayda
verecekti. Öğüte ihtiyaç duymayan kimseye gelince sen ona yöneliyorsun.
Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mesul değilsin. Sana
koşarak gelen ve Allah’tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın ! O
Kuran bir öğüttür” (Abese Sûresi; 1:10).
Bu
hadiseden sonra Resulullah, Abdullah’a daha çok iltifat ve ikramda
bulunmuştur. Ne zaman onu görse, hem espri olsun, hem de o hadiseyi
hatırlatmak babında “Ey Rabbimin beni ikazına sebep olan kardeşim,
merhaba” diye onun gönlünü alırdı.
Abdullah, ilk Müslümanlardan olduğu gibi, ilk muhacirlerden olma
şerefine de nail olmuştu. Peygamberimizden önce, Medine’ye Musab b.
Umeyr ile ilk hicret edenlerdendi. Peygamberimizden Kuran âyetlerini
ezberleyen ve bu şekilde hafız olan Abdullah, Musab ile birlikte
Medineli Müslümanlara Kuran öğretmiştir. Görme özürlü olmasına rağmen,
Hz. Peygamber onu Bilal ve Ebû Mahzûre ile birlikte Mescid-i Nebevî’de
müezzinlikle görevlendirmiştir. Hz Bilal olmadığı zaman Eb’u Mahzûre, o
da bulunmadığı zaman Abdullah ezan okurdu. Ramazan aylarında ise sahurun
bittiğini ilan etmek için ayrıca ezan okurdu Abdullah. Bunun için
Resulullah müminlere “Bilal ezanı gece okuyor, İbni Ümmü Mektum ezan
okuyuncaya kadar yiyip içiniz” buyurmuştur.
İbni
Ümmü Mektum, imanı kuvvetli ve dinî emirlere harfiyen uymayı seven bir
sahabe idi. Evi, mescid-i şerife uzak olduğu hâlde ve kendisine,
namazını evinde kılabileceğine dâir ruhsat verilmesine rağmen o, her
namaz vakti Peygamberimizle ve cemaatle namaz kılmaya itina gösterirdi.
Çok zaman Hz. Ömer ona rehberlik eder, gidip gelirken yardımcı olurdu.
İbni Ümmü Mektum, hafız-ı Kuran idi.
Medine‘ye geldikten sonra Ensarın (Medinelilerin) bir çoğuna Kuran-ı
Kerim kıraatini öğretmeye başlamıştı. Bu arada sohbetlerinde
bulunduğundan dolayı Resulullah’tan duymuş olduğu hadis-i şerifleri de
unutmamaya çalışırdı. Zaman zaman etrafına toplanan kimselere hadis-i
şerif rivayeti yapardı. İlahî emirler karşısında fevkalade duyarlı olan
Abdullah, özürlü Müslümanlar için örnek bir şahsiyetti. Meselâ, cihadın
ve mücâhitlerin fazîleti ile ilgili âyetler indirildiğinde, sanki bu
âyetlerin kendisini muhatap kıldığı inancı ve bu ağır sorumluluğu yerine
getirememe kaygısı ile bir gün Peygamberimize, göz yaşları ile gelerek:
“Ya
Resulullah; Vallahi, cihat etmeye imkânım-gücüm olsa, ederdim”,
diyerek C. Hakka yönelmiş ve
“Ya
Rab; Özrümü beyân eden âyet indir ! Özrümü beyân eden âyet indir !”
diye dua etmiştir.
Peygamberimizin kâtibi, Zeyd İbni Sâbit bu hadiseyi şu şekilde rivayet
etmektedir:
“İbni
Ümmi Mektum, Resulullah (s.a.v.) bana vahyi yazdırırken gelmiş ve bu
sözleri söylemişti. Bu sırada Resulullah‘ın dizinin bir kısmı dizimin
üzerine geliyordu. Birden dizi ağırlaşmaya başladı. Vahiy başlamıştı.
Dizim ezilecekti zannettim. Biraz sonra hafifledi. Bana dönerek: “Zeyd,
yazdığını oku !” buyurdu. Okudum:
“Müminlerin
savaşa katılmayıp oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat
edenler bir değildir”.
Resulullah ilâve etti ve yazmamı söyledi:
“Özürlü
olanlar hariç”
Enteresandır, bu âyet-i kerîmeyle, mazereti ve özrü olan insanların
fiilî cihada, yani savaşa ve sıcak çatışmalara katılmaları şart
görünmediği hâlde, Abdullah İbni Ümmi Mektum, birkaç savaşa katılır ve
sancak taşırdı. “Sancağı bana verin. Çünkü ben a’mayım, kaçamam. Beni
düşman safları ile aranıza dikin” derdi. Savaşlarda bağıra-çağıra
askerleri teşci eder, onlara cesaret verir ve düşmana korku salardı.
Ancak,
Resulullah döneminde Abdullah her sefere katılamazdı. Resulullah, onu
Medine’de vekil bırakarak, imamlığı ona veriyordu. İslâm Peygamberi ona,
toplam on üç kez Medine’de kaymakamlık vermiştir.
İslâm’da
özürlülerle ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesi, Abdullah Bin Ümmi
Mektum sâyesinde mümkün olmuştur. Özürlülerin vekil bırakılmaları,
imamlık yapmaları, talep edilmesi hâlinde savaşa iştirak etmeleri, farz
namazlara katılmaları, korunma maksadıyla köpek beslemeleri gibi konular
açıklık kazanmıştır. Resulullah, özürlüleri kendileri için zor olan
işlerden muaf tutmakla beraber onları, okumaya, meslek öğrenmeye,
ticaret yapmaya ve çalışmaya yönlendirmiştir. Kuran da özürlülerin,
durumlarına göre bütün alanlarda aktif olmalarını yönünde kolaylaştırıcı
hükümler getirmiştir. Bununa paralel olarak zaten Kuran-ı Kerim’de,
sorumluluğun kişinin gücü ile orantılı olduğunu, kişilere güçlerinin
üstünde sorumluluk yüklenmeyeceğini ifade eden genel hükümlü âyetler
(Bakara,286; En’am, 152; A’raf,42) yanında, engellilerin mazeretleri
sebebiyle bir kısım yükümlülüklerden muaf tutulacaklarını konu edinen
özel hükümlü âyetler (Fetih,17; Nur,61) de mevcuttur.
Ümmü Mektum, Veda haccına iştirak
etmiştir. Veda hutbesi okunurken, hutbenin duyulması için yüksek sesle
hutbeyi tekrarlamıştır. Hz. Ebu Bekir devrinde İbni Ümmü Mektum’a
müezzinlik dışında pek çok görev verilmiştir.
Cihat ruhunu ve
arzusunu içinde sürekli olarak yaşayan bir sahabe olarak Abdullah, Hicrî
14. senesinde (Miladî 636), Hz. Ömer’in halife döneminde o dönemin iki
dev imparatorluğundan biri olan Pers İmparatorluğu’na karşı cihat etmek
için yollara dökülmüştü. Sa’d İbni Vakkâs’ın komutanlığı altında
toplanan İslâm ordusu, Kâdisiye meydanına vardığında, İslâm bayrağını,
zırhını giymiş olarak Abdullah İbni Ümmi Mektum taşımaktaydı.
İbni Ümmü Mektum, Kâdisiye meydan muharebesinde, sancak elinde, yüksek
bir tepeye çıkmış olduğu hâlde etrafa bağırıp çağırarak, İranlıların
maneviyatını bozmaya uğraşmakla meşgul idi. Üç gün kıran kırana süren bu
savaşta, Pers İmparatorluğunun fillerle ve modern teçhizatla donatılmış
ve sayıca üstün olmasına rağmen mağlup edilebilmişti. Ancak, İslâm
ordusu, savaşa katılan mücâhitlerinin yaklaşık olarak beşti birini şehit
vermişti. Şehitlerin arasında, İslâm sancağını kucaklamış olarak yerde
kanlar içinde yatan, canını bu uğurda veren bir kimse daha vardı:
Körlerin efendisi, ilk şehit âmâ: Hz. Abdullah İbni Mektum
Âyetin tam metni şu şekildedir:
““Müminlerin –özürlü olanlar hariç- savaşa katılmayıp
oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler
bir değildir. Allah, malları ve canlarıyla cihat edenleri,
derece bakımından daha üstün kıldı. Gerçi Allah, hepsine de
güzel mükafât vaat etmiştir. Ancak, mücâhitleri, çok daha büyük
bir ecirle oturanlardan üstün kılmıştır. Onlara, kendi katından
dereceler, mağfiret ve rahmet lütfetmiştir. O, çok bağışlayıcı
ve esirgeyicidir” (Nisâ-4/95-96).
|