KÜRESEL KRİZİN ETKİLERİ
KARŞISINDA AKTİF SOSYAL POLİTİKALARIN ÖNEMİ
Prof. Dr. Ali Seyyar
Giriş
Memleketimizde henüz pek fark
edilmemiş de olsa sosyal devletin en önemli
aracı olan koruyucu ve müdahaleci sosyal
politikalar, küreselleşme sürecinde ortaya
çıkabilen sosyo-ekonomik riskleri
azaltabilmekte, toplumların ve ekonomilerin
dinamik gelişimine katkıda bulunabilmektedir.
Bundan ötürü sosyo-ekonomik dengesizlikleri ve
sapmaları önleyen koruyucu sosyal politikaların
yanında tabiî âfetler ve ekonomik krizler gibi
olağanüstü durum ve olayların olumsuz
yansımalarını azaltan acil müdahaleci sosyal
politikalara her zaman ihtiyaç vardır.
Doğabilecek her türlü sosyal riskin daha önceden
belirlenmiş yöntemlerle mümkün mertebe
önlenebilmesi, değişik dış ve iç faktörlerin
karmaşık özelliklerinden ve etkilerinden dolayı
önlenemeyen değişik sosyal risklerin doğurduğu
zararların şiddetini risk yönetimi
uygulamalarıyla hafifleten ve gideren devlet
müdahaleleri, aktif sosyal politikaların bir
parçası olarak kabul edilebilir. Müdahaleci
aktif sosyal politikalardan maksat, ekonomik
krize bağlı olarak ortaya çıkabilecek yeni
sosyal tehlikeleri önlemek ve gidermektir.
Makalemizde bu bağlamda ekonomik krizin değişik
sosyal risk alanlarında doğurabileceği
zararların boyutunu kontrol altında tutan,
toplumsal barışı koruyan ve sosyal gelişmeyi
tetikleyen aktif ve bütüncül sosyal politika
uygulamalarına yer verilecektir.
Yeni(den) İş İmkânları
Sağlayan Aktif Sosyal Politikalar
Küresel ekonomik (finans)
krizin reel sektörü etkilemesinden dolayı
istihdamı koruyan klâsik sosyal politika
yöntemleri (işveren sigorta primlerinin bir
kısmının hazineden ödenmesi, ücret garanti fonu
ödemeleri veya kısa çalışma ödemeleri gibi
istihdamın devletçe sübvansiyonu) elbette
önemlidir. Ancak talep daralmasına bağlı olarak
ekonomik durgunluğun hâkim olduğu dönemlerde bu
gibi pasif yöntemlerle de yetinilmemelidir.
İşsiz kalanların yanında işgücü niteliği taşıyan
diğer işsizlerin kalıcı gelir sahibi olmaları
doğrultusunda aktif istihdam politikalarıyla
(yeniden) emek piyasasına ve çevre dostu yeni iş
alanlarında kazandırılmaları anlamda
desteklenmesi, sosyal barışın temini ve
sürdürebilir kalkınma açısından önemlidir.
Dezavantajlı sosyal grupları (okuma yazma
bilmeyenler; özürlüler, dul kadınlar; yoksullar,
etnik azınlıklar; genç, kadın veya yaşlı
işsizler vb.) da dikkate alan aktif istihdam
politikaları, işsizlikle etkin ve kapsamlı
mücadele açısından modern sosyal politikaların
bir aracı olduğu kadar ekonomik büyümenin de bir
motorudur.
Bu yönüyle genel anlamda
aktif sosyal politikalar, dar anlamda aktif
istihdam politikaları, tabiî kaynaklar, emek,
sermaye ve girişimcilik gibi üretim faktörlerini
bir araya getiren, üretim süreçlerini makro
ekonomik hedeflere ve piyasa şartlarına uygun
bir biçimde organize eden bir stabilizatördür.
Hem emek piyasasına, hem de üretim potansiyeline
olumlu katkıları olan aktif istihdam
politikaları, değişik dezavantajlı sosyal
kesimlerin toplum hayatına kazandırılmalarını da
sağlamaktadır. Aktif istihdam politikalarının
ekonomik ve toplumsal alanlardaki çok boyutlu
katkılarının daha iyi anlaşılır hâle gelmesiyle
birlikte işgücüne ve insan kaynaklarına
yatırımın önemi daha da artmıştır.
Aktif istihdam politikaları
kapsamında somut olarak yapılması gerekenler
aslında bellidir:
1.)
İster örgün eğitimde,
isterse özel sektörde olsun, innovasyonu ve
girişimciliği teşvik eden meslekî eğitim ve
tekâmül alanında daha çok yatırımın yapılması
zaruridir. Sosyal kaymaların önüne geçilmek ve
verimliliğin artırılması isteniyorsa, özellikle
genç ve kadın işsizlerin meslekî yeterlilikleri,
piyasa talepleri doğrultusunda artırılması
gerekmektedir.
2.) İş-Kur,
sosyal sigortalı işsizlere sadece işsizlik
ödeneği vermekle yetinmemelidir. Başta işsizlik
ödeneğinden yararlanan sosyal sigortalı işsizler
olmak üzere kayıtlı bütün işsizlere dönük olarak
yoğun meslekî eğitim ve beceri programları
düzenlenmelidir. Haddizatında İş-Kur’un aslî ve
ilk görevi, kayıtlı (kayıtsız) bütün işsizlerin
en kısa zamanda emek piyasasında iş bulmalarına
aktif bir şekilde yardımcı olmaktır. Bu süreçte
(iş bulunasıya kadar veya belli bir dönem için)
işsizlik ödeneğinin verilmesi pasif destek
olarak ancak söz konusu olabilir. Aktif istihdam
politikaları kapsamında (yeniden) meslekî eğitim
ve geliştirme programları, hem işsizliğin
getirdiği psiko-sosyal olumsuzlukları bertaraf
edilebilir, hem de işsizlerin eğitimin sonunda
(ve bu zaman zarfında ekonomik krizin
etkilerinin azalmasıyla) daha kolay iş bulmaları
sağlanabilir. İşsizlik fonunda biriken
kaynakların önemli bir bölümü (işsizlik
ödeneklerinin ve diğer ödemelerin
ödenebilirliğini uzun vadede tehlikeye atmamak
şartıyla) aktif istihdam politikaları
çerçevesinde bu maksada uygun olarak
kullanılmalı ve piyasa ve sektör odaklı meslekî
eğitimi geliştirmek ve yaygınlaştırmak adına her
ilde İş-Kur’a bağlı çalışma atölyeleri, korumalı
işyerleri ve meslek eğitim ve geliştirme
merkezleri açılmalıdır.
3.) Özellikle
ekonomik krize bağlı olarak işsizliğin arttığı
dönemlerde çalışma hayatının
insanîleştirilmesini sağlamaya dönük uygulamalar
ve projeler ihmal edilmektedir. Her zaman olduğu
gibi bu hassas dönemlerde dahî iş sağlığı ve
güvenliği kapsamında çalışma şartlarını
iyileştirmek, işyerlerindeki muhtemel kazaları
ve meslek hastalıklarını önlemek suretiyle
insanî ve malî kayıpların önüne geçilmesi
gerekmektedir. Bunun için çalışma hayatında iş
sağlığı ve güvenliğini tesis edecek, verimliliği
ve etkinliği artıracak alanlarda çevre dostu
yeni teknolojik ve ergonomik yatırımların
teşviki sağlanmalıdır.
4.) Özellikle
dezavantajlı sosyal gruplara yönelik olarak
genelde sosyal hayata, özelde emek piyasasına
girişi kolaylaştıran aktif intibak
programlarının teşviki elzemdir. Dezavantajlı
sosyal grupların kendi gayret ve inisiyatifleri
ile üretken olmalarının zorluğunu düşünecek
olursak, sosyal içerme (bütünleşme)
ekseninde çok boyutlu politikalara ihtiyaç
vardır. Sosyal politikaları uygulamamanın
sonucunda yoksulluk, aile içi şiddet, alkolizm,
suç ve terör gibi değişik alanlarda ortaya çıkan
psiko-sosyal ve ekonomik maliyetlerin astronomik
boyutunu dikkate alacak olursak, bundan çok daha
az kaynak isteyen değişik toplumsal kesimleri
birbirlerine bağlayan kaynaştırıcı sosyal
politikaların önemi ortadadır.
Aktif sosyal politikalar
ekseninde geliştirilen bu öneriler dahî, sosyal
siyasetin kapsamlı bir üretim faktörü olduğunu
ve sosyal kaynaştırıcı bir rol üstlendiğini
göstermektedir. Dolayısıyla sosyal içermeye
dönük açılımlar ihtiva eden ekonomi
politikaları, sosyal barışın ve dolayısıyla
sürdürebilir kalkınmanın zeminini
oluşturmaktadır. Buna binaen etkin, dinamik ve
modern bir ekonomi modelinin oluşumu ve gelişimi
de ancak aktif sosyal politika konseptleri ile
mümkün olmaktadır.
Sorumluluk Ahlâkını
Pekiştiren Aktif Sosyal Politikalar
Derinlemesine incelendiğinde
ekonomik durgunluk dâhil bütün toplumsal
krizlerin baş göstermesinin maddî ve manevî
olmak üzere genelde iki ana sebebi vardır. Bir
taraftan devlet, ileri boyutlara ulaşmış iç ve
dış borçlanmalarından dolayı sosyal ve ekonomik
politikaların manevra alanını daraltmakla
sürdürebilir kalkınmanın hedeflerinden
uzaklaşmakta, diğer taraftan da sadece
yoksullaşan sosyal kesimlerde değil neo-liberal
sistemin ortaya çıkarttığı fırsatları sadece
kendi uhdesinde görmek isteyen varlıklı
kesimlerde de ahlâkî bir erozyon görülmektedir.
Buna birkaç örnek gösterilebilir:
a)
Sosyal Güvenlik
Kurumu’nun 2003 yılından beri yaptığı
denetimlerde gelir seviyeleri nispeten düşük 80
bin kişinin, ölen yakınlarının emekli maaşlarını
almaya devam ettikleri ve bundan dolayı da
hazineye her ay ortalama olarak 40 milyon YTL
zarara uğrattıkları tespit edilmiştir.
b)
Son sosyal güvenlik
reformunun bazı yeni düzenlemelerinin dışında
kalmak ve erken emeklilikten yararlanmak isteyen
18 bin varlıklı aile ise, bebeklerini
“çalışıyormuş gibi” sosyal sigortalı olarak
gösterme çabaları, bireysel menfaat açısından
çok kurnazca bir teşebbüs olmakla birlikte
topluma karşı ayrı bir sorumsuzluk örneğidir.
c)
Bunun yanında TÜİK
verilerine göre halen 10 milyonun üzerinde
insan, kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Yüz
binlerce işverenimiz, sosyal sigortasını
yaptırmadan milyonlarca işçi çalıştırmakta ve
dolayısıyla hem çalışanların hayatlarını
tehlikeye atmakta hem de sosyal güvenlik
sisteminin finansmanına her hangi bir katkıda
bulunmamaktadır. Bunun yanında kaçak işçilik,
devletin her yıl milyarlarca YTL vergi kaybına
yol açmaktadır.
Kurumlar arası bilgi alış
verişteki koordinasyon eksikliğinin yanında
Kurum’da yetersiz sayıda kontrol memurunun ve
müfettişin çalışmasından dolayı istismarları
önleyen denetimler belki yetersiz olabilir ama
vatandaşların sosyal devleti “devletin malı
deniz, yemeyen domuz” yaklaşımıyla haksız yere
kendi bireysel menfaatleri doğrultusunda
kullanmaları, negatif bir ahlâkî tavrın ötesinde
büyük bir sosyal sorumsuzluktur. Sahtekârlık,
dolandırıcılık, yolsuzluk ve akla gelen ve
gelmeyen her türlü düzenbazlığın bütün sosyal
kesimlerde değişik boyutlarda baş göstermesi,
toplumsal ahlâk anlayışımızdaki sapmaları da gün
ışığına çıkartmaktadır.
Soysal hayatımızda
yaygınlaşan ve adeta meşruluk zemini arayan
ahlâkî sapmalar, haddizatında ekonomik
krizlerden daha büyük bir felakettir. Ekonomik
krizler gelip geçicidir ancak ekonomiyi uzun
vadede olumsuz etkileyen unsurların başında
ahlâkî ve sosyal sorumsuzluklar gelmektedir. Bu
durumda ekonomik kriz, ahlâkî ve sosyal
krizlerle kesişmesiyle, sosyal gerginliklere ve
toplumsal kaosa da dönüşebilmektedir. Ekonomik
krizleri ve toplumsal sorunları ahlâki sapmalar
boyutuyla tahlil eden (pozitivist) sosyal
bilimcilerin sayısı ne var ki çok az. Günümüzde
ekonomik krizlere bağlı sosyal sorunlar, daha
çok ideolojik iktisadî ve sosyal teorilerle izah
edilmektedir. Belirli bir kesim (liberaller),
ekonomik buhranlar dâhil toplumsal bunalımlara
sebep olarak sosyal devletin gereksiz
müdahalelerini gösterirken, başka bir kesim
(sosyalistler) serbest piyasa ekonomisinin iflas
etmiş olduğu varsayımları üzerinde durmaktadır.
Toplumsal sorunların izahında bu gibi teorilerin
bazı haklı yönleri olsa da sorunun bütününü
kapsamlı bir şekilde tahlil etmekten uzaktır.
O halde ekonomik kriz dâhil
artan toplumsal sorunların kaynağında ne
yatmaktadır? Sık sık gündeme gelen ve her
defasında yürürlüğe konulan ekonomik tedbir
paketlerine rağmen uzun vadede işsizlik ve
yoksulluk önlenemiyorsa ve ekonomik
durgunluklar, sosyal hayatımızı felce
uğratıyorsa sorunun kaynağında maddiyat
(ekonomi) dışı faktörlerin de analizine ihtiyaç
yok mudur? Toplum hayatında ekonomik içerikli
olsun veya olmasın bütün toplumsal sorunlara
daha duyarlı olmamızı sağlayan ve sosyal
sorumluluk bilincimizi geliştiren unsurlar
olarak güzel ahlâk ve maneviyat niçin sosyal
teorilerde yeterince kullanılmaz? Toplumda
değerlerin gittikçe kaybolduğu veya tahrip
edildiği yönündeki bilimsel açıklamalar,
bireylerin manevî ve ahlâkî sorumluluklarının
erozyona uğradığı anlamına geldiğine göre
ekonomik kriz gibi toplumsal sorunların ortaya
çıkmasında toplumsal ahlâk anlayışımızdaki
sapmaların rolü üzerinde durmamız gerekmez mi?
Klâsik yaklaşımlarla ekonomik
krizlerin ortaya çıkması, genelde kapitalist
ekonomik modellerin sosyal boyutunun eksik
olması ile açıklanmaktadır. Bunun için
liberalizmin sosyalleştirilmesi zaruri görülmüş
ve ekonomik krizlerin önlenmesi amacıyla
kapitalist (faizli) sistem içinde sosyal piyasa
ekonomisi modelinin uygulanması gerekli
görülmüştür. İktisadî liberalizmi (serbest
piyasa ekonomisini) sosyal yönüyle tamamlamayı
amaçlayan sosyal piyasa ekonomisi, salt
kapitalist sisteme göre daha insanî boyutlar
taşımakta olduğu ortadadır. Ancak sosyal piyasa
ekonomisinin uygulandığı ülkelerde dahî piyasa
şartları çerçevesinde sosyal adalet ve toplumsal
barış hedefi bir türlü
gerçekleştirilememektedir.
Örneğin Almanya’da üst gelir
gruplarla alt gelir grupları arasındaki gelir
farkı son yıllarda daha da artmıştır. Fransa’da
ise özellikle yabancı genç işsizlerde artan
sosyal memnuniyetsizlikler, devlete başkaldırı
ve sokak çatışmalarına dönüşmüştür. Gelişmiş
bütün Avrupa ülkelerinde kamusal sosyal
yardımlardan geçinmek mecburiyetinde olan yoksul
kesimlerin sayısı her geçen gün daha da
artmaktadır. İlginçtir işsizlik ödeneklerine ve(ya)
sosyal yardımlara mahkûm edilen özellikle uzun
dönemli işsizlerin emek piyasasına
kazandırılmaları da gittikçe daha da
zorlaşmaktadır. Çalışmak ve üretmek gibi
kavramların adeta kutsallaştırıldığı materyalist
bir dünyada işsizliği bir felaket gibi algılayan
milyonlarca insan, tek teselli kaynağı olarak
alkol tüketimine sığınmaktadır. Devletten asgari
hayat standartlarına uygun yeterince işsizlik
ve(ya) sosyal yardım almalarına rağmen
milyonlarca insanın asosyalliğe itilmesi nasıl
izah edilmelidir? Paradoks gibi görünse de
sosyal devlete ve sosyal piyasa ekonomisine
rağmen birçok insanın ümitsiz ve mutsuz olması,
ancak gayrî maddî unsurlarla açıklanabilir.
O halde kapitalist sistem
içinde reform süreçlerinin bir uzantısı olarak
ortaya çıkan liberal sosyal devletin ve sosyal
piyasa ekonomisinin “sosyal” yani “insanî”
boyutunun da bir türlü gelişememiş olduğunun
altını çizebiliriz. Kamusal bir hedef olan
sosyal adalet ve toplumdan beklenen sosyal
sorumluluk şuurunun bir türlü hayatiyet
bulamaması, neo-kapitalist anlayış ekseninde
oluşturulmuş sosyal devlet ve sosyal piyasa
ekonomisinin de bir özeleştiriye tâbi
tutulmasının zamanı gelmiştir. Kanaatimce
kapitalizm ekseninde geliştirilmiş bütün sosyo-ekonomik
modellerin en büyük eksikliği, ahlâk ve
maneviyat gibi kutsal değerleri sistemine
yeterince dâhil etmemesidir. Hâlbuki maneviyata
bağlı sosyal ahlâkın, toplumsal ve iktisadî
gelişmeleri tetiklediği gerçeği, Max Weber’in
çalışmalarıyla ve daha sonraki bilimsel
araştırmalarla da tescil edilmiştir.
Sorumluluk duygularımızı
güçlendiren geniş anlamda sosyal ahlâk, dar
anlamda iş ve meslek ahlâkı, haddizatında
toplumsal hayatta sosyal maliyetleri, çalışma
hayatında ise üretim maliyetlerini azaltan
önemli bir faktördür. Dürüstlük, mertlik,
fedakârlık, komşuluk, akrabalık ve dayanışma
gibi ahlâkî ve sosyal değerlerin hâkim olduğu
toplumlarda denetim ve sosyal transfer
maliyetleri de nispeten düşük olmaktadır.
Değerlerin erozyona uğra(tıl)ması, toplumsal
normları altüst ettiği gibi ekonomik gelişmeyi
de engellemektedir. Değerlerin yitirilmesinin
birçok sebebi vardır. Bunların başında
değerlerin kaynağını teşkil eden manevî
yaklaşımların toplumsal hayatımızın hemen her
karesinden uzaklaş(tırıl)ması karşısında yetkili
ve sorumlu kişi ve kurumların sessiz kalmasıdır.
Bundan böyle yürürlükle olan siyasî ve ekonomi
modellerin, ahlâk ve maneviyatın toplumsal ve
iktisadî gelişimine katkı sağlayabilmesine
yardımcı olan dinamik mekanizmalarla
geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Diğer yandan
yukarıdaki örnekleriyle görüldüğü gibi, bizzat
siyaset, sanat ve iş dünyasının bazı
temsilcileri tarafından sergilenmekte olan nahoş
tutum ve davranışlar, sistemin yozlaşmasına ve
halkın bu gibi kötü örnekleri taklit etmesine
yol açmaktadır. Değerlerin yitirilmesinin önüne
geçilebilmesi için, aktif sosyal politikalar,
ahlâk ve maneviyat içerikli proje ve programlar
üretmesi gerekmektedir.
Sosyal Adaleti Sosyal
Fedakârlıkla Pekiştiren Aktif Sosyal Politikalar
Çok boyutlu açılımlar içeren
sosyal adalet kavramını, geniş anlamda sosyo-ekonomik,
dar anlamda ücret-maaş ekseninde tahlil
ettiğimizde performansa dayanan ücretlendirmede
veya eşit (değerdeki) işe eşit ücret
uygulamasında adalet ilkesine riayet edilmediği
görülecektir. Üst yöneticilerin net gelirleriyle
ilgili araştırmalar yapan Kelly Services
şirketi, değişik ülkelerdeki ücretlerdeki gayri
âdil çarpıklığı açıkça ortaya koymaktadır. 33
ülkede çalışan üst düzey “Yöneticilerin Maaşları
ve Performansları” açısından yapılan bu
araştırmaya göre, en fazla ücret alan
yöneticiler, (sosyal) piyasa ekonomisi ile idare
edilen Türkiye, İsviçre, Almanya, Finlandiya,
Hollanda ve ABD gibi ülkelerde yaşamaktadır.
Genel kabule göre modern
sosyal politikanın en önemli hedeflerinin
başında kalıcı sosyal adalet sağlamak
gelmektedir. Bunun için, işsizlik ve yoksulluk
gibi hayatî önem taşıyan sosyal risklerin yol
açtığı maddî ve manevî tehlikeleri gidermek ve
geniş halk kitlelerinin hayat şartlarını
iyileştirmek için, kaynakların âdil bir şekilde
yeniden dağılımı kaçınılmazdır. Özellikle (üst)
gelir gruplarından elde edilen vergi
gelirlerinin (bilhassa işgücü niteliği
taşımayan) yoksul kesimlere transferi ile sosyal
adaletin temini mümkün olmaktadır.
İktisadî anlamda ve(ya)
çalışma ilişkileri açısından adalet, performansa
bağlı olarak değerlendirilebilir. Performansı
yüksek olan (nitelikli) işçilerin ücreti de buna
göre yüksek olması gerekmektedir. Adaletin bir
ölçüsü olarak muhtaçlık, özellikle sosyal
hayatta önem arz etmektedir. Birden fazla
çocuklu bir ailenin ihtiyacı, bekâr veya
çocuksuz ailelere göre daha çok olacağına göre
sosyal transferlerin miktarı da buna göre
ayarlanması zaruridir. Her iki yaklaşım, sosyal
adaletin temini açısından önemlidir. Bir
taraftan çalışma azmi ve verimliliğin
teşviklerle ödüllendirilmesi gerekirken, diğer
taraftan da özellikle muhtaç kesimlerin sosyal
transferlerle desteklenerek gelir dağılımındaki
adalet temin edilmelidir.
Sosyal adalet ilkesine uygun
tutum ve davranışlar, özellikle ekonomik
durgunluk dönemlerinde ayrı bir önem
taşımaktadır. Böyle dönemlerde her kesimden
ahlâkî ve vicdanî sorumluluğun bir gereği olarak
(makul bir dereceye kadar) sosyal fedakârlık
beklenilmelidir. Mesela performansı ve buna
bağlı olarak da ücreti yüksek olan işçilerin,
aynı işletmede çalışan vasıfsız işçilerin
işlerini kaybetmemelerini sağlamak maksadıyla
(ekonomik krizin bitimine kadar) ücret
artışlarından feragat edebilir veya ücretlerinin
bir kısmından vazgeçebilir. Diğer taraftan
endüstri ilişkileri çerçevesinde sosyal diyalog
mekanizmaları daha da güçlendirilerek, işçi ve
işveren kesimi arasında menfaat çatışmaların,
gerginliklerin ve uzlaşmazlıkların bir parçası
olan sosyal taraflık anlayışı yerine empati,
sorumluluk, dayanışma ve birlikte karar vermenin
başka bir adı olan sosyal partnerlik bilincinin
geliştirilmesi çok isabetli olur.
Anlaşmazlıkların ve
uzlaşmazlıkların sonucunda gerek çalışma
hayatında (endüstri ilişkilerinde), gerekse
sosyal hayatta ortaya çıkan sürtüşmelerin ve
çatışmaların maddî ve manevî maliyetlerini
dikkate alarak, Türkiye’de sosyal barışı ve
gelişimi temin edecek anlamlı ve bütüncül sosyal
politikalar üretilmelidir. O halde yeni sosyal
politikaların başında dar ve geniş anlamda bütün
toplumsal kesimleri içine alan bir sosyal
diyalog sürecine ihtiyaç vardır. Zıtlaşmaları
bir türlü önleyemeyen sosyal taraflar, sorunları
sorumluluk şuuru ile birlikte çözmeye
odaklanarak sosyal partner kimliğini
benimsemeleri, çalışma hayatının
insanîleştirilmesine önemli derecede katkı
sağlayacaktır. Aynı anlayış, sosyal hayatın
bütün katmanlarında da hâkim olması
gerekmektedir. Katılımcı demokrasi ilkelerinin
bundan dolayı kurumsal hâle getirilmesi çok
isabetli olacaktır. Yatay ve dikey boyutlarıyla
sosyal partnerlik şuurunun geliştirilmesi ile
birlikte sosyal sermayenin aktifleştirilmesi ve
güçlendirilmesi de mümkün olacaktır. Aynı gemide
bulunduğumuzun idraki ve aynı kaderi
paylaştığımızın bilinci ile gerek dikey, gerekse
yatay ilişkilerde sosyal sorumluluğu pekiştiren
tutum ve davranışların sergilenmesi, kritik
dönemlerden salimen geçmemize fevkalade yardımcı
olacaktır. Ekonomik krizin çözümüne dönük olarak
bazı sosyal hakları talep etmemek (ücretlerde
fedakârlık gibi) veya kanunî hakları kullanmamak
(işverenin, iş akitlerini feshetmemesi gibi)
suretiyle her kesim, bu fedakâr tutum ve
davranışlarıyla sosyal adaletin ve barışın
bozulmamasına yardımcı olabilir.
Sosyal Yardımlaşma Kültürünü Yaygınlaştıran
Aktif Sosyal Politikalar
Sosyal yardımlaşma, sosyal sorumluluk şuurunun
yüksek olduğu toplumlarda (daha çok merhametli
zenginlerden fakirlere dönük olarak) genelde
gönüllü bir biçimde işleyen sağlıklı bir
dayanışma kültürüdür. İster örgütlü bir
yapılanmaya, isterse akraba veya komşu
ilişkilerine dayansın sosyal yardımlaşma, sivil
toplumun inisiyatifinde olan bir güçtür.
Bilindiği gibi katılımcı demokrasiye önem veren
sosyal devletler, STK’ları ve diğer sivil
inisiyatifleri birer sosyal politika aktörü
olarak hem faal olmalarına izin vermekte, hem de
bu yönde teşviklerde bulunmaktadır. Dolayısıyla
sosyal yardımlaşma kültürü, gerek sivil
demokrasinin gelişimi, gerekse sosyal barışın ve
bütünleşmenin sağlanmasına yönelik olarak önemli
fonksiyonlar icra etmektedir.
Ekonomik durgunluğun yol açtığı vergi gelir
kayıplarından dolayı artan kamusal sosyal
yardımların finansmanında daralmaların
yaşanabileceği dönemlerde sosyal yardımlaşma
kültürü, tamamlayıcı bir sosyal yardım(laşma)
aracı olarak (uygun sosyo-kültürel teşvik ve
denetimlerle birlikte) yaygınlaştırılmalı ve
daha sistemli bir şekilde kurumlaştırılmalıdır.
Elbette burada sosyal refah devletinin aslî
görevlerine atıfta bulunularak, kamusal sosyal
yardım uygulamalarının sosyal adalet ve sosyal
haklar çerçevesinde geliştirilmesine yönelik
mekanizmalar oluşturulmalıdır. Çünkü sadece
sivil girişimciliğin bir yansıması olarak sosyal
yardımlaşma kültürü ile ekonomik krizlerin
giderilemeyeceği veya yoksullukla mücadele
edilemeyeceği ortadadır. Ancak toplumsal bazda
birçok gelişmiş ülkelere göre imrenilecek
boyutta işleyen sosyal yardımlaşma kültürümüzün
etkinliğine zarar veren değerler erozyonuna
karşı devlet, her türlü tedbiri alması
gerekmektedir. Değişik bilimsel
araştırmalar, sosyal dayanışma kültürünün
belirli bir dereceye kadar işsizliği, gelir
dağılımdaki adaletsizliği ve enflasyonu da
azalttığını göstermektedir. O halde inanç odaklı
olsun (sadaka kültürü) veya olmasın (hümanist
kültür) sivil alanda var olan sosyal yardımlaşma
mekanizmaları, aktif sosyal politikalarla daha
da güçlendirilmelidir.
Sonuç
Ekonomik kriz gibi
öngörülemeyen olağanüstü durumlarda maddî ve
manevî içerikli sosyal politika destek
yöntemlerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç
duyulmalıdır. Burada temel yaklaşım; gerek
çalışma, gerekse toplum hayatında en çok
ihtiyacı olanlardan başlayarak, ayrıntılı ve çok
çeşitli sosyal destek programlarının yürürlüğe
koymak olmalıdır. İşçi ve işveren sendikaları
gibi örgütlü menfaat grupları, güçlü lobi
yapılarıyla, dileklerini, belki de ekonomik
krizi bahane ederek, herkese ve özellikle
kaynakların (yeniden) dağılımından sorumlu
siyasî ve sosyal kurumlara duyurabilmektedir.
Fakat eski tabirle miskinlerin, yani
kalabalıkların arasında unutulup muhtaç
durumlarına rağmen seslerini yükselt(e)meyen
fertlerin vahim durumlarını da aktif sosyal
devlet görmelidir. Bu yönüyle aktif sosyal
politikalar, bir bütünlük içinde toplumsal
(makro-ekonomik) olduğu kadar, bireysel (kişisel
maddî ve manevî ihtiyaçları dikkate alan) de
olmak zorundadır. Kapsamlı ve bütünsel anlayışla
yapılanmış aktif sosyal politikaların başarısı
da işte bu ayrıntılarda gizlidir. Muhtaç bireyin
şahsî ekonomik, manevî ve ahlâkî sorunlarına
varıncaya kadar çeşitlendirilmiş aktif sosyal
politika anlayışı, toplumsal boyutlu bütün diğer
sosyo-ekonomik sorunların da çözümünün
kolaylaşacağının habercisidir.
Dipnotlar
İşsizlik sigortasının uygulamaya başladığı
Mart 2002 tarihinden Kasım 2008 tarihine
kadar sisteme yaklaşık olarak 1 milyon 400
bin kişi başvuruda bulunmuş, bunlardan 1
milyon 240 bin kişi işsizlik ödeneği almaya
hak kazanmıştır. Mart 2002 tarihinden Kasım
2008 tarihine kadar toplamda 1 milyar 762
milyon YTL ödemede bulunulmuştur. Bu 80 ay
zarfında İş-Kur, ortalama olarak her ay
(yıl) 22 milyon (264 milyon YTL) işsizlik
ödeneğinde bulunmuştur. Gerçi son dönemlerde
müracaat edenlerin sayısı artmasıyla
birlikte aylık ödemelerin miktarı artmıştır.
Kasım 2008 tarihinde ortalama 165 bin işsiz
sigortalıya yaklaşık olarak 55 milyon YTL
ödenmiştir. Ancak, fonun toplam net varlığı
(Kasım 2008: 37 milyar 553 milyon YTL)
açısından aylık işsizlik ödeneği giderleri
yükselen trende rağmen % 0.15 - % 0.30
(binde 15 ile 30) dolaylarında kalacaktır.
Dolayısıyla gerek işsizlik, gerek ücret
garanti fonu, gerekse kısa çalışma
ödemelerinin miktarlarının artırılması ve(ya)
hak etme şartlarının kolaylaştırılması, fon
gelir ve giderleri açısından herhangi bir
sorun teşkil etmeyecektir. Pasif istihdam
politikalarının bir yansıması olan bütün bu
ödemelerin yanında başta sigortalı işsizler
olmak üzere kayıtlı bütün diğer işsizlere
dönük meslek geliştirme, edindirme ve
yetiştirme eğitimlerine daha çok ağırlık
verilmeli ve fondan bunun için kaynak
ayrılmalıdır. İşsizlik fonunda biriken
paraların özellikle ekonomik durgunluğun
yaşandığı bu dönemlerde amacına uygun olarak
etkin bir şekilde kullanılmaması halinde
aktif istihdam politikalarının uygulanması
ve dolayısıyla işsizlikle mücadelede de
başarılı olunması mümkün değildir. Bkz.
http://statik.iskur.local/tr/issizlik_sigortasi/denetim19.pdf
(erişim 21 Aralık 2008).
Hay Group şirketinin yaptığı buna benzer
araştırmada enteresandır. 2008 için ABD =
100 baz alınarak yapılan hesaba göre, 51
ülke sırlamasında İslâm ülkeleri ilk
sıralarda yer almaktadır (Katar: 241;
Birleşik Arap Emirlikleri: 218; Suudi
Arabistan: 210; Türkiye: 189; Umman: 180;
Kuveyt: 179). Buna göre Türkiye’deki üst
düzey yöneticilerin ortalama yıllık geliri
154 bin USD olduğu tespit edilmiştir.
Beşinci sırayı alan Türkiye’nin aksine
ABD’deki bu rakam 104 bin USD, Japonya’da
102 Bin USD; İngiltere’de 86 bin USD ve
İsviçre’de 75 bin USD. Türkiye’de yönetici
ücretlerin bazı gelişmiş ülkelere göre daha
ileri boyutta olması, sosyal adalet
açısından hangi noktada olduğumuzu açıkça
göstermektedir.