KÜRESELLEŞEN
ÇAĞIMIZ VE ÇALIŞMA HAYATI
(Prof. Dr. Kamil TURAN)
I. GİRİŞ
1980 li yıllardan itibaren insanlık, tarihinin kritik
dönemlerinden birisini yaşamaya başlamıştır. Bu yeni dönem iki önemli olay
karakterize etmektedir. Bunlardan birisi 1900 lü yılların tükenerek 2000
yılına yaklaşmanız; ikincisi ise soğuk savasın sona ermesi ile iki kutuplu
Dünya ’mızın ABD’nin başını çektiği tek kutuplu Dünya haline gelmesidir.
Bu iki önemli gelişme başta tarih felseficileri olmak
üzere, siyaset bilimcileri, iktisatçılar sosyal siyasetçiler, hukukçular,
düşünür ve aydınlar olmak üzere, büyük insan kitlelerini de insanlığın
tarihi ve geleceği üzerinde düşünmeye ve yeni görüşmeler üretmeye sevk
etmektedir. Herkes geleceğimizin hangi istikamette istikrar bulacağı
sorusuna kendi inançları çevresinde cevap aramaktadır.
Bu konuda farklı şeyler söylenmekle beraber, ortaya
atılan bütün paradigmaların ( model, örnek) mutabık kaldıkları bir hususun
gözden kaçmadığını belirtmek lazımdır. Hemen hemen herkes 2000 li yıllarda
başlayacak tarihi dönemin yeni bir dönem olacağı ve bu dönemin insanlığın
toplumlar içi ve milletlerarası ilişkilerini köklü bir şekilde değiştireceği
inancını paylaşmaktadır.
İyimserler bu yeni dönemi sevinç çığlıkları ile
selamlarken, kötümserler idrak ettiğimiz ve sonlarına geldiğimiz XX inci
yüzyılın kötülüklerini bile aratacak bu yeni dönem karşısında kaygılarını
dile getirmektedirler.
2000 li yılların önümüzde açtığı bu yeni tarihi dönem
farklı şekillerde adlandırılmaktadır.
Eski ABD Başkanı G.Bush “Yani Dünya Düzeni “, F Capra
“Büyük Dönüm Noktası”, Laszlo “Çatallanma veya Yol Ayrımı”, R. Garaudy
“Tarihin Kırılma Anı”, Ali Bulaç “Eyamullah”( Allahın Günleri), F.Fukuyama
ise,”Tarih Sonu” diye bu dönemi adlandırırken, diğer bazı düşünürler
“Postmodern Durumu “, “Sanayi Ötesi Toplum”, “Bilgi Çağı”, “Geç Katalizim”,
“Modernizm” veya “Globalleşme”, yani küreselleşme terimlerini kullanmayı
tercih etmektedirler.
İleride bir kavram karmaşasına meydan vermemek için, tek
kavramda karar kılarak, bu çalışma çerçevesinde, diğer kavramlar bir tarafa
bırakılarak, küreselleşme teriminin kullanılması uygun olacaktır.
“Küreselleşen Dünya ‘da Çalışma Hayatında Yeni
Arayışlar”a yer verilmeden önce, 2000 li yıllarda küreselleşen bir Dünya
düzeni temsil edileceği tarih sürecin bir süreç olacağını açık bir şekilde
yorumlamak gerekmektedir.
Bu yeni tarihi süreç bütün yönleri ile aydınlığa
çıkarılmadan, çalışma hayatında yeni arayışları belirlemek mümkün değildir.
Çünkü yeni çalışma ilişkileri düzeni Küreselleşen Dünyamızın yeni siyasi,
iktisadi ve sosyal ilişkileri üzerinde inşa edildiği taktirde bir anlam
ifade etmektedir.
II- KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN TARİH FELSEFESİ BAKIMINDAN
YAPISI
1- Kavram Olarak Küreselleşme
1980 yıllarından sonra kullanılmaya başlanan Globalleşme
kelimesi,”glob” kelimesinden türemiştir. Glob kelimesi dilimizde küre, top,
yuvarlak, arz küresi, Dünya karşılında kullanılmaktadır. Global kelimesi ise
küresel, cihanşümul veya bütün Dünyayı kapsayan anlamına gelmektedir.
Küresel ( Global ) kelimesinden hareket edilerek bugün toplum hayatının her
alanında yeni kavramlar üretilmektedir; küresel Pazar, küresel şirket,
küresel ürün, küresel yönetici, küresel işgücü, küresel kültür, küresel
siyaset gibi kavramlar bunlardan sadece bazılarıdır.
Türetilen bu yeni kavramlarla toplumlara siyasi, iktisadi
ve sosyal hayatlarında bugüne kadar ürettikleri ve kullandıkları bütün
terminolojiler nitelikleri bakımından değişikliğe uğramaktadır. Günümüz
anlayışında pazar, şirket, urun, yönetici, işgücü, kültür ve siyaset
milletlerarası ( enternasyonal) bir nitelikte ifade edilirken, bu kavramlar
küreselleşme ile beraber milletler üstü (Supranational) bir niteliğe
yerlerini bırakmaktadırlar.
Bu değişikliğin diğer bir anlamı bütün milli kültürlerin
yerlerini global kültürü temsil eden bir üstün kültüre terk etmeleri ve bu
üstün kültüre uygun bir yaşama tarzını kabul etmek zorunda bırakılmalarıdır.
2- Küreselleşme Tarih Sürecinin Özellikleri
Birçok yazar ve düşünür 2000 li yıllarda ortaya çıkması
beklenen bu yeni tarih sürecini farklı kavramlara adlandırmış, gelişini
farklı cepheleriyle haber vermiş olmakla beraber, bu konuda tam anlamıyla ve
bütün yönleriyle bir “Weltanschaung”, yani “Dünya Görüşü” ortaya koymaya
çalışan düşünür Amerikalı yazar Francis Fukuyama’dır. Ayrıca Fukuyama’nın
CIA’ya bağlı bir kuruluş olan Rand Corparation adına araştırma yapması ve
tezleri ile eski Amerikalı Başkan Bush’un “Yani Dünya Düzeni” görüşünü
destekler mahiyette bir yorum getirmesi, bu yazarın küreselleşme konusundaki
görüşlerinin önemini arttırmaktadır.
Bu görüşlerini Japon asıllı bir Amerikalı olan Fukuyama,
The Nitional İnterest dergisinde 1990 Ocak ayında yayınlanan “The End of
History” Tarihin sonu’mu? İsimli makalesinde toplamış ve büyük bir ilgi
görmüştür.
Fukuyama halen üzerinde tartışılan bu makalesinde
aşağıdaki görüşlere yer vermektedir.
(i)
Kendisi de bir hegelsi olan yazar tarihin seyrini
Hegelin diyalektik felsefesi açısından değerlendirmektedir;
(ii)
Yazara göre faşizmin ve Marksizm’in yıkılması
liberalizmin haklılığını göstermiş ve bu olaylar liberalizmin tartışmasız
zaferinin sonuçlarıdır;
(iii)
Liberalizmin zaferi ile beraber tarihi diyalektik
sona ermiş, ideolojiler ve ideolojik çatışmalar bitmiş, liberal demokrasiye
dayalı yeni bir dünya düzeni ortay çıkmıştır. Herkes bu yeni düzenle
bütünleşmek zorundadır;
(iv)
Dünyada maddi güçler ideal güçlere galip
gelmişlerdir;
(v)
Tüketim kültürünün yaygınlaşması idealist
kültürlerin yerleşme şansını ortadan kaldırmıştır;
(vi)
Liberal ekonomiler kaçınılmaz olarak liberal
siyaset anlayışını üreteceklerdir.;
(vii)
Dünyada faşizm ve komünizm iflas ettiğine göre,
liberalizm’in karşısında ancak din ve milliyetçiliğin bulunduğu
söylenebilir;
(viii)
Ancak İslamın Müslüman olmayan toplumlar için
cazibesi olamadığından, milliyetçilik bağımsızlık istemenin ötesinde ciddi
bir programa sahip olmadığından, ikisinin de liberalizme karşı bir mücadele
sürdürmeleri mümkün değildir;
(ix)
Tarihin sonunda bütün çelişkiler kalkacak,
dünyanın ortak pazarlaşması, sürtüşmeleri geniş çapta ortadan kalkacaktır;
(x)
Elektronik eşya üretim ve tüketiminde başı çeken
ABD, Batı Avrupa, Japonya ve Uzak Doğu ‘nun kaplanları ancak bütünleşerek
tarihin sonu dönemini temsil edecekler;
(xi)
Küçük ve orta büyüklükteki devletlerle tüketim
ekonomisi seviyesine ulaşamayan ülkeler, terörist yöntemlerle sürtüşmelerine
devam edecekler ;
(xii)
Dünyanın üzerindeki esrar perdesi kalkacak,
tarihin sonunda bütün mücadeleler, bütün yüce amaçlar, mitler, insanın
orijinal ve hayvani arzu ve iştahlarını tatmin etmekten başka bir işe
yaramaz hale gelecekler;
(xiii)
Tarihin sonunda başkaldıran ülkeler, çamurları
içinde boğulup yo olacaklardır.
“Tarih Sonu’mu?” başlığımı taşıyan bu makalesinde
Fukuyama kendisine özgü bir tutarlılıkla küreselleşen Dünya’da iktisadi
liberalizme ve demokrasiye dayalı yeni toplum ilişkilerinin ortaya
çıkacağını haber vermektedir. Bu düzen “Evrensel ve Homojen Bir Devlet”
tarafından yönetilecek. Bu devletin en çok liberal, en çok demokratik ve en
çok elektronik eşya üreten ve tüketen devlet olacağını ima ederken, Başkan
Bush’la mutabık kalarak, bu devletin ABD olacağımı ilave etmeye lüzum
görmemektedir.
III. KÜRESELLEŞEN
DÜNYA’DA TOPLUMLARIN ÖZELLİKLERİ
Francis Fukuyama ve Allen Bloom gibi yazarlara göre,
demokrasi ve iktisadi liberalizmin temelleri üzerinde düzenlenecek toplum,
sanayi ötesi şartlara göre tüketim kriterleri istikametinde yönetilecek,
2000 li yılların toplumu, bir anlamda cenneti yer yüzüne indirecektir. Bu
belki Dünyayı yönetmeye hazırlanan ülke halklarının küçük bir yüzdesi için
isabetlidir. Fakat asıl mesele küreselleşen Dünya’da Tarihin Sonu ve Yeni
Dünya Düzeni anlayışının ortaya çıkaracağı hukuki, siyasi, iktisadi ve
sosyal düzenlemelerde ortaya çıkmaktadır.
1-Küreselleşmenin Hukuki Düzeni
2000 li yıllardan sonra kamu hukuku düzeninde büyük
değişikliklerin meydana geleceği, Dünyanın tek başkentten yönetileceğini,
bunun yanında tek yasama organının kuralları koyacağını, tek bir yargı
organının adalet dağıtacağını savunanlarda bulunmaktadır.
Nitekim tek kutuplu günlerin başlamasıyla Dünya’mızda
meydana gelen bazı gelişmeler, yerleşmiş bir devletler hukuku düzeninin
artık umursanmadığını göstermektedir. Milletlerin egemenlik hakkı kavramının
Körfez Savaşında, son Cezayir seçimi ve onu takip eden askeri ihtilalde,
Somali ‘ye yapılan müdahalelerde, Haiti ‘de bir kenara alınmıştır. Buna
karşılık Azerbaycan topraklarının Ermeniler tarafından işgali, Bosna –
Hersek ‘in Sırp ve Hırvat çetelerinin kanlı eylemlerine terk edilmesi, yeni
bir Birleşmiş Milletler hukukunun icabı olarak kabul ettirilmeye
çalışılmaktadır.
Yeni Düzenin önderliğini ve ruhunu temsil eden ABD,
Birleşmiş Milletler Teşkilatı, NATO, Avrupa Konseyi, La Haye Adalet Divanı,
Dünya Bankası ve Milletlerarası Para Fonu aracılığı ile kurallar vazederek,
Dünya’yı bu kurallarla yönetmektedir. Milletlerin iradesi, egemenlik hakkı
ve bütün hukuku, Küreselleşen bu ortamda güç kaybına uğrayarak
cılızlaşmaktadır.
2- Küreselleşmenin Siyasi Düzeni
Küreselleşen Dünya’da, zaferini ilan eden liberalizmle
faşizm ve komünizm aynı düşünce sistemine dahil oldukları için, liberalizmin
her an otoratarizme dönüşmesi, hatta örtülü şekilde emperyalizme yönelme
eğilimi vardır.
ABD ‘nin eski Roma’da ve Osmanlı imparatorluğunda olduğu
gibi, Pax Romanum ( Roma Barışı) veya Cihan hakimiyeti ve Nizami Alem
formüllerine karşı özlemi müşahede edilmektedir. Bu özlem Pax Amerikanın (
Amerikan Barışı) şeklinde formüle edilmektedir. Başkan Bush Yeni Dünya
Düzeninde bu görüşünü dile getirmiş ve Körfez Savaşını uygulamıştır.
Demokrasi adına Irak Çökertilmiş ama Kuveytin, Sudi
Krallığımı, Suriye’nin ve diğer Körfez ülkelerinin yöneticilerin haklarına
demokrasinin kırıntısını vermeden iktidar olmalarına göz yumulmuştur. Fakat
istenilen maddi amaca varılmıştır. Sonuç: Petrolün her varilinin fiyatı, 20
dolar civarında tutulmuştur.
Küreselleşen Dünyamızda küçük ve orta büyüklükteki
devletler, bir siyasi klübe üye olmadıkları taktirde, kendi milli
çerçeveleri içinde yaşayabilme şanslarını yitirebileceklerdir. Çünkü
Küreselleşen dünya siyaseti katılımcı, çoğulcu ve medeni olmayıp, totaliter
baskı ve yukarıdan buyurucu olma eğilimi içinde bulunmaktadır.
3- Küreselleşen Dünya’nın İktisadî Düzeni
Küreselleşmenin getirdiği iktisadi düzen, maddeci bir
anlayış üzerine kurulmuştur. Sistem kalkınmayı değil büyümeyi amaçlamıştır.
Küresel boyutta sosyo-ekonomik değişimi gerçekleştirmek
için sürekli üretim, dağıtım ve tüketim amacını ön plana almaktadır.
Milli ve milletler arası politikalarda üretim ve tüketim
artışa büyüme, ölçü olarak alınmaktadır. Mal ve hizmet tüketiminin miktarı
başarının ölçüsü olmaktadır.
Oysa bu iktisadi anlayış kalkınmayı geri plana itmekte,
insanı tabiatın düşmanı haline getirerek ekolojik dengeyi bozmakta, vahşi
rekabet yöntemlerini gündeme getirmektedir.
Bu düzenin sonucu olarak kuzeyli zenginlere, güneyli
fakirlerin arasındaki mesafe açılmaktadır. Dünya nüfusunun %17 sini temsil
eden zenginler, kaynakların %80 nini tüketirken, nüfusun %83 ünü temsil eden
fakirler, kaynakların %20 sini tüketmektedir.
4-Küreselleşmenin Sosyal Düzeni
Fukuyama “Tarihin Sonu”nda ideallerin iflasını ilan
etmiştir. Maddenin idealleri ebediyen yendiğini söylemektedir. İnsanla
ilgili bütün güzel duygular yerlerini kazanca, zevke ve faydaya
bırakacaklardır. Maddenin bu zaferine karşı koyanlar tarihin çamuru içinde
terk edileceklerdir. Böylelikle eski kültürler bir bir yok olup
silinecektir.
Tarihin sonuna ulaştıkları kabul edilen toplumlarda
kölecilik, ırkçılık, sınıf yarılığı, zencilerin sefaleti geçmiş yılların
kalıntıları olarak bu problemler kendi hallerine bırakılmaktadır.
Buna karşılık Küreselleşen toplumların sosyal ve kültürel
düzeni, iletişim teknolojisi sayesinde denetlenecektir. Medyanın gücü
arttıkça insanların şahsiyeti küçülecektir. Çünkü Medya hür insanların
kendilerini ifade ettikleri bir odak noktası değil, çok uluslu iktisadi
düzenlerin toplumlar üzerinde egemenliğini pekiştiren bir endüstri haline
gelmiştir.
Sendikal hareketlerin Medyanın ettiği bu akımdan nasibini
almaması mümkün değil.
IV- YENİ SOSYO-POLİTİK
ARAYIŞLAR
Küreselleşen Dünyamızın yani şartları karşısında sosyo-politik
arayışlara gereken, toplum olarak ne çağın geçeklerinden ne de müreffeh,
gücü, barış içinde yaşayan bir Türkiye ideallinden feragat edilmemesi
gerekecektir.
Zafer sarhoşlu içinde bulunan Batının modernizm
taraftarların mensup oldukları toplumların, içinde bulundukları
adaletsizlik, gelir dağılımında eşitsizlik, ırkçı eğilimler, manevi
değerlerin horlanması,alkolizm, uyuşturucu madde iptilası, tüketim
çılgınlığı ve maddi zevk düşkünlüğü bu toplumların zaaflarını gösteren
işaretlerdir. Tarihte bu zaaflarla yücelen hiç bir medeniyete
rastlanmamıştır. Tam tersine bu zaaflar bir çöküşün işaretleridir. Başta
Fukuyama olmak üzere modernistler, 2000 li yılların tarihinde ABD nin
siyasi üstünlük objektiflerinden fazla, Oswald Spengler ‘in “Batı’nın
Çöküşü” tezleri istikametinden baktıkları taktirde gerçeklere daha yakın
olacaklardır.
Toplumumuzun çağı yakalaması, iktisadı kalkınmanın
gerçekleşmesi, nimet ve külfetleri adilce paylaşan bir toplum dokusu meydana
getirebilmesi için, çalışma ilişkilerindeki aksayan bazı mekanizmaların
sağlıklı sosyal politikalarla gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Küreselleşen Dünya’mızın düzeni, çalışma hayatı
açısından önemli sonuçlar ortaya çıkarabilecek bir doğrultuda gelişmektedir.
Bu yeni düzenin çalışma hayatını derinde etkileyecek en önemli unsurları
başında, liberalizmin mutlak zaferini ilan etmesi , korumacılık anlayışın
ortadan kaldırılması, geniş Pazar kapsamı içinde ülkelerin kendilerine yer
aramaları ve acımasız rekabetin bütün ülkelerin iktisadi politikalarına
hakim olmasıdır.
Yukarıda belirtilen ve Küreselleşen Dünya’yı
sembolleştiren bu dört kriterin, geleceğin çalışma hayatının kuralları
üzerinde etkili olacağını ve işçi-işveren ilişkilerini bu kriterler
doğrultusunda belirlemek lazım.
1. Sanayiinin Rekabet Gücü Artırılmalıdır
Dünya ‘da liberalizmin zaferinin en önemlisi
sonuçlarından birisi, toplumların iktisadi hayatında korumacılık anlayışının
sona ermesidir. Bu gelişmenin sonucunda bütün dünya ülkeleri iktisadi
politikalarında Dünya’ya açılmak mecburiyetinde olduklarını anlamışlardır.
Türkiye Avrupa Topluluğuna katılma hazırlıklarını 2000 li yıllarında başında
sona erdirmeyi ve topluluğun üyesi olmayı planlamaktadır. Bu politikanın ön
hazırlığı olarak, 1995 yılı sonunda gümrük birliği gerçekleştirilecek Avrupa
Topluluğu ile mal mübadelesi konusunda teşekkül ettirilecek bir geniş Pazar
sahasına dahil olacaktır. Böylelikle AT ülkeleriyle Türkiye ‘ninde dahil
olacağı, geniş bir coğrafya içinde, acımasız bir rekabet dönemi başlayacak,
bu rekabete dayanabilen kuruluşlar Dünya standartlarını yakalamayı
başarırken, rekabete dayanamayanlar faaliyetlerini durdurmak zorunda
kalacaklar.
Türk sanayiinin bu ortamdaki rekabete dayanabilmesi için
ileri bir teknolojiyi kullanması, üretim ve verimi artırması, üretim
kalitesini yükseltmesi ve pazarlardan hisse kaması gerekmektedir.
Yukarıda sayılan hususlar gerçekleşmediği taktirde,
Türkiye ‘de işsizliğin artması toplumsal yapımızı tehdit edem büyük bir
tehlike olarak çıkacaktır.
2. Enflasyon oranı makul bir seviyeye düşürülmelidir.
Yıllardan beri enflasyonist bir ortamda yaşayan Türk
ekonomisinin en önemli sıkıntılarından birisi enflasyonun eseri olan bir
iktidarsızlığın tehdidi altında yaşamasıdır.
Enflasyonun başlıca sebeplerinden olan kamu açıkları
kapatılmadıkça, iç ve dış borçlanma miktarı azaltılmadıkça,Türk ekonomisinin
AT ülkelerinin ekonomik yapılarıyla uyum sağlaması imkansız bir hale
gelecektir.AT ülkelerinin enflasyonist oranları Yunanistan hariç,tek rakamla
ifade edilirken Türkiye’de bu oranın %70 civarında seyir etmesi,Türkiye’nin
tam üyeliğinin kabul edilmesinde büyük bir engel teşkil etmektedir.
Ayrıca enflasyon oranındaki artış böyle devam ettiği
taktide,Türk ekonomisinin büyüme oranında büyük düşüş meydana gelmesi
kaçınılmaz olacaktır.
3. Özelleştirme Politikaları Türkiye’nin Gerçeklerine
Hitap Etmesidir
Yıllardan beri Türkiye ‘de özelleştirmeden bahsedildiği
halde, tutarlı bir özelleştirme politikasının mevcudiyetinden bahsetmek
mümkün değildir. Özelleştirmenin amaçları, çerçevesini ve özelleştirme
sonucunda geliştirilmesi gereken sosyal politikaların düzenlenmesi konusunda
bir açıklık mevcut değildir. Takip edilen yol ne olursa olsun,
özelleştirmeyi kamu açılarının veya bütçe açığının kapatılmasının bir amacı
olarak görmek, bu alanda düşünülmesi gereken en son çare olmalıdır. Çünkü
özelleştirme konusunda Türk işçileri ve Türk müteşebbisleri konu dışı
tutuldukları taktirde, özeleştirme bir taraftan halen çalışmakta olan yüz
binlerce işçinin işsiz kalması ve işsizler ordusuna katılması sonucunu
doğuracaktır.
Bu beklentilerin tehlikelerden ötürü, özelleştirilen kamu
kuruluşlarında o kuruluşa çalışan hissedar yapılması ve Türk iş adamlarının
enerjisinin özeleştirilen müesseselere kanalize edilmesi gerekmektedir. Bir
taraftan bunlar yapılırken, özelleştirme politikamızda know-how ve yabancı
sermaye getirecek kuruluşların ekonomimize getirecekleri güç kaynakları da
göz ardı edilmemelidir.
4. İşsizlik oranı düşürülmelidir.
Türkiye’de beş milyon civarında işsizin bulunduğu resmi
ağızlarca ifade edilmektedir. İşsizliğe karşı kararlı bir mücadelenin
yapılması lazımdır. Nüfusun artışını kontrolü, iş gücü eğitimi, teknik ve
mesleki eğitimin geliştirilmesi, müteşebbislerin yatırım yapmaya teşvik
edilmesi ile iş ve işçi bulma kurumunun ıslahı bu mekanizmalardan en
önemlileridir.
Ülkemiz kendi insan gücünün katkısını kullanarak ekonomik
alanda Dünya’daki rekabet ortamında yerini almalıdır. İşsizlik oranının
düşürülmesi halinde, Türk iş gücü ya da hizmet sektörüne yönelecek veyahutta
Milletlerarası sermaye piyasasında kendisini değerlendirmenin yolunu
arayacaktır. Bu iki halde de Türk ekonomisinin sanayileşme süreci giderek
yavaşlayarak duracaktır.
1.
Sosyal Güvenlik Sistemimiz Islah Edilmelidir
Türk sosyal güvenlik sisteminin bugünkü durumu ile
mevcudiyetini devam ettirmesi, yarının toplumları için ulaşılması gereken
sosyal politika normlarını uygulamamıza imkan vermemektedir. Milli sosyal
güvenlik sistemimizin en önemli üç aşaması şunlardır. Birincisi işsizlik
sigortası mekanizmasının daha kurulamamış olmasıdır.Behemehal Türk işçisinin
işsizlik riskini teminat altına almak için işsizlik sigortası Kanun
tasarısını yasama organından geçirmek lazımdır. Bu alanda ikinci açmazımız,
milli gelirden sosyal güvenliğe harcanan oranın çok düşük olmasıdır. Bu
sebepten sosyal sigortalar gibi kurumların sosyal güvenlik fonksiyonunu
gerektirdiği gibi icra etmesi imkansız hale gelmektedir. Dolayısıyla milli
gelirden sosyal güvenlik harcamalarına ayrılacak payların artırılması
kazınılmaz hale gelmiştir.sistemimizin üçüncü açmazı ise, emeklilik yaşının
bütün OECD ülkelerine göre çok düşük olmasıdır.bu ülkelerde kadın ve
erkekler 60 ila 67 yaş arsında emekli olurken, Türkiye’de 43 yaşında emekli
olmaları sosyal güvenlik fonlarını sorumsuzca israfı anlamına gelmektedir.
Bu bakımda Türkiye’de emeklilik yaşının OECD ülke normları seviyesine
çıkarılması yönünde adımlar atılması icap etmektedir.
6. Toplu İş Sözleşmesi Düzeyi Gözden Geçirilmelidir
Türkiye’de toplu iş sözleşmeleri iş yeri ve işletme
düzeyinde yapıldığı için, işçi ve işveren tarafları ve kuruluşları
enerjilerini toplu iş sözleşme yapma yolunda tüketir hale gelmişleridir.
Çalışma hayatının toplu iş sözleşme dönemlerinde büyük zaman ve emek kaybına
uğraması, her dönem birbirinden kopuk yüzlerce toplu iş sözleşmesi
müzakeresinin yapılması, çalışma başarımızı istikrarsızlığa sürükleyen en
önemli sebeplerdendir.
Halbuki ülkemizde grup toplu iş sözleşmeleri
uygulanmasının yapılması, kamu işyerlerinde kamu işveren sendikalarının
Türk-İş konfederasyonu ile zirvede müzakereler yürütülmesi toplu iş
sözleşmelerinin zirvede yapılması ne kadar büyük kolaylıklar ortay
çıkardığını göstermektedir.Bu bakımdan yapılacak hukuki düzenlemelerle, grup
toplu iş sözleşmelerinin kanuni bir düzene oturtularak daha fazla
geliştirilmesi , işçi ve işveren konfederasyonlarına toplu iş sözleşmesi
yapma yetkisi verilerek ve iş kollarının ihtiyacı ek protokolle
belirtildikten sonra, özel sektörde ve kamu sektöründe zirve
sözleşmelerinin yapılması çalışma barışının devamlılığını sağlayacak, işçi
ve işveren kuruluşlarının sendikal alanlarda daha etkili bir şekilde faal
olmalarına imkan verecektir.
7. Ekonomik Ve Sosyal Konsey Kurulmalıdır
Çalışma hayatımızın etkili bir şekilde organize olması,
ekonomik hayatla çalışma hayatı arasında vazgeçilmez ilişkilerin kurulması,
işçi- devlet-işverenlerin çalışma hayatının muhtelif politikalarında
mutabakat halinde bulunmaları için bir Ekonomik Sosyal Konseyin kurulması
lazımdır. İdari ve mali yönden özerk, işçi- devlet-işveren temsilcilerinden
teşekkül ettirilecek bu Konsey, ücret, fiyat, ekonomik istatistikler, sosyal
politikalar ve ekonomik politikaları konusunda tavsiye kararları centilmen
anlaşmalarıyla zamanla tarafların itibar ettikleri alışkanlıklar haline
gelmektedir.
Dünya’mızın geçmiş birtakım değer yargılarını bir tarafa
bırakarak, yeni bir oluşum içinde olan günümüz şartlarına uyabilmemiz için,
yukarıda çalışma hayatının belirtilen alanlarında reform ruhu içinde
atlımlar yapmak, ancak bizi özlediğimiz refah ve barış içindeki güçlü
Türkiye imajına ulaştırabilir. Aksi halde, 1960 lı yılların kalıntısı olan
bugünkü çalışma ilişkileri düzeni ile önümüzde açılan yeni cağı yakalamamız
imkansız denecek kadar zor olacaktır.
V. SONUÇ
Küreselleşen Dünya’mızın düzenini, karamsarlar tek bir
güçlü devletin hegemonyası altında yönetilecek bir Dünya olarak
tanımlanırken, bu yeni düzende küçük ve orta büyüklükteki devletlerin siyasi
yönden teslimiyet içerisine gireceklerini, iktisadi yönden
sömürüleceklerini,derin bir kültür kaybıyla karşı karşıya gelebileceklerini
ileri sürmektedirler. Bu karamsar dünya görüşü , bazı yönleri ile gerçeği
ifade ettiği halde, insanlığın iyimser olması için aslında bir çok sebep
bulunmaktadır.
2000 li yılların
küreselleşen Dünyası biraz gayret ve biraz iyi niyetle bir mutluluk Dünyası
da olabilir. Bu yeni düzenin insanlığa kazandıracağı üç önemli ilke vardır.
Siyasi anlamda demokrasi, bütün toplumlara bağımsızlık ve hürriyeti,
iktisadi bakımdan serbest piyasa ekonomisi refahı ve sosyal bakımdan iç ve
dış barış ilkesi, huzuru getirebilir. Ülkemizde bu yeni çağın üç temel
ilkesi göz önünde tutarak iktisadi, siyasi ve sosyal hayatımızı da bu
istikametlerde yeniden düzenlememiz halinde, geleceğin Türkiye için vaat
ettiği büyük umutlara ulaşmamamız mümkün olacaktır. |