<<
Özürlülük ve Özürlülerle İlgili Yazılar & Makaleler
“ÖZÜRLÜLÜĞÜN MANEVÎ
ve KADERÎ BOYUTU”
* * *
KAMBURLU GENÇ
Mehmet Kırkıncı
Birgün Kümbet
medresesindeyken yanıma iki üniversite talebesi geldi. Bunlardan birisi
gayet uzun boylu ve sevimli bir gençti. Diğeri ise çok kısa boyluydu ve
sırtında bir kamburu vardı.
Uzun boylu olan genç, “Hocam size bir sorumuz var!” dedi ve:
“Cenab-ı Hakk, adil midir?” diye sordu.
Ben de:
“Adalet güzel bir sıfat olduğuna göre, bütün güzel sıfatlar
gibi bu sıfatın da kemali Allah’ta bulunur. Adaletin kemali Allah’ta
olmazsa kimde olur?” dedim.
Bunun üzerine genç:
“Madem adildir, neden bazı insanları, toplum içerisinde
utanç duyacakları bir vaziyette yaratmıştır?”
Bu soruyu duyunca meselenin hakikatini anladım. Uzun boylu
olan genç,kendince arkadaşının hakkını arıyordu.Şöyle dedim:
“Anladım ki,sen yanındaki kardeşin namına konuşuyorsun.Öyle
değil mi?” “Evet” dedi.
Bunun üzerine kısa boylu olan arkadaşa döndüm:
“Boyun ne kadar?” diye sordum.
“Bir metre otuz beş santim” dedi.
Diğerine de aynı soruyu sordum.
O da:
“Bir metre seksen beş santim” dedi.
“Peki sen bu boyundan razı mısın?” dedim.
“Razıyım” dedi.
Bu sefer kısa boylu olana, “Sen de boyundan razı mısın”
dedim.
“Böyle olmayı istemezdim” dedi.
“Peki” dedim, “Allah’tan bir metre seksen beş santim boy
alacağın vardı da Allah elli santimini kesti mi?” dedim.
Böyle bir cevap alınca şaşırıp kaldılar. Ben devam ettim:
“Hem hakkın olan elli santimi kesmiş, hem de istemediğin
halde sırtına bir kambur yüklemiş öyle mi?”. Bu sözüm üstüne iyice
mahcup oldular.
Benim o zamanlar bir âdetim vardı. Bu şekilde menfi sual
soranları önce ilzam eder sonra da iltifat ile gönüllerini alırdım.
Onları da öncelikle böyle ilzam ettikten sonra biraz rahatlasınlar diye
onlar için çay hazırlattım. Sonra çay içerken suallerinin cevabını şöyle
verdim:
“İnsan daima kendinden aşağı olana bakmalıdır, ta ki şekva
yerine şükretsin. Mesela boyu bir metre olana bakarsanız daha huzurlu
olursunuz. Evet, boyunuz kısa ama Cenab-ı Hakk’ın size bahşettiği diğer
nimetleri, mesela başta insan olmanızı, akıllı olmanızı, görmenizi,
işitmenizi, konuşmanızı ve sayılamayacak daha nice nimetlere mazhar
olmanızı niçin hesaba katmıyorsunuz?
Efendiler! Şunu iyi bilip iman etmemiz lazımdır ki, Cenab-ı
Hakk’ın üzerine hiçbir şey vacip değildir. Allah kimseye borçlu değil,
kimse de ondan alacaklı değildir. Kimsenin ondan mütehakkimane isteme
hakkı yoktur. Mahlûkatına her ne ikram ve ihsan buyurmuş ise kemal-i
keremindendir. Mahlûkatın O’nda zerre kadar bir hakkı yoktur ki, bir hak
dava edebilsinler. Çünkü bütün mevcudat, dünya ve ahiret O’nundur. Zat-ı
Kibriya mülk ve melekûtunda istediği gibi tasarruf eder ve ediyor.
Kimine az, kimine çok verir. Kimini insan, kimini hayvan, kimini ağaç,
kimini taş yaratır. Mülkünde ortak ve şeriki yok ki onun hakkına tecavüz
ederek – hâşâ, sümme hâşâ – zulmetmiş olsun. Kimine Nazar-ı Celal ile
kimine Nazar-ı Cemal ile tecelli eder. Mutlak irade sahibidir. O’nun
işlerinden sual olunmaz. Şu halde insanların O’na karşı hak dava etmesi,
nasıl tasavvur olunabilir?!.
Cenab-ı Hakk, senin boyunu kısa yaratmış ve bir de kambur
vermiş; fakat seni insan olarak yaratmış. Deveyi ise hem hayvan olarak
yaratmış hem kambur vermiş, hem de o kambur üzerine bir semer vermiş,
semerin üzerine de yük yüklemiştir.”
Sonra latife ile “ Sen yine bu haline şükret. Hiç olmazsa
sana yük taşıtmıyorlar.” dedim. Bu sözüme çok güldüler.
Devam ettim;
“Sizin bu mantığınıza göre devenin bu suali sizden önce
sorması gerekirdi. Halbuki; onlar kendi hallerinden memnundurlar ve
itiraz etmiyorlar. Onların da böyle bir sual sormaya hakkı yoktur.”
Sonra onlara, “ Siz nerelisiniz?” diye sordum.
“Kayseriliyiz” dediler. “ Bu gözü açıklık ancak Kayserililere mahsustur
herhalde” dedim. Bu latifeme de güldüler.
Sonra onlara Mektubat’ta geçen şu kısmı okudum:
“Mesela
madenler diyemezler: “Niçin nebati olmadık?” Şekva edemezler: Belki
vucûd-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır.
Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber
hayata mazhar olduğu içi hakkı şükrandır. Hayvan ise niçin insan olmadım
diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh
cevheri ona verildiği için onun üstündeki hakkı, şükrandır ve hâkeza
kıyas et. Ey İnsan-ı Müşteki! Sen madum kalmadın, vücüd niymetini
giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslamiyet
nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selamet nimetini gördün
ve hakeza…”
“Kadere rıza göstermek
kadar sürurlu bir şey yoktur. Her kim ki iman eder kaderden kaderden
emin olur.
Aklınıza, “Acaba kaderin bu gibi hallerde hikmeti ne
olabilir?” diye bir soru gelebilir. Ne çare ki kaderin hükmü bilinmez ve
anlaşılmaz. Kader ikiye ayrılır. Bunlardan biri insanın Cüz’i İrade’sine
taalluk eden cihetidir. Bu noktada insan, kendi iradesini neye sarf
ederse Cenab-ı Hakk onu yaratır. İşlediği hayırların mükâfatını,
şerlerin de cezasını görür.
Bir de Izdırarî karar vardır ki dileyen de Cenab-ı Hakk’tır,
yaratan da. Bu noktada kulun hiçbir mesuliyeti yoktur. İnsan aklı
kaderin bu kısmının sırlarına vakıf olamaz.
Tabii afetler, musibetler, sakat doğma gibi hadiseler
tamamen Allah’ın dilemesiyledir. Şu var ki Âdil-i Mutlak olan Cenab-ı
Hakk, dünyadaki en küçük bir sıkıntıyı bile günahlara kefaret saydığı
gibi bu şekilde yaradılıştaki noksanlıkların mükâfatını ahirette
bilemeyeceğimiz bir şekilde verecektir. Yeter ki gençliğimize ubudiyet
ve rıza-i ilahi dairesinde geçirmiş olalım.
Siz bana kaderin ızdırari kısmını soruyorsunuz; ama Levh-i
Mahfuz’un defterleri benim elimde değil ki size cevap vereyim. Kaza ve
kaderin şifresini kim halledebilir ki? Onun anahtarı ne insanın, ne de
melekût âlemindeki meleklerin elindedir. Oradaki sırları Cenab-ı
Hakk’tan başkası bilemez.
Kaza ve kaderin, bizim tarafımızdan bilinmemesi büyük bir
rahmettir. Zira birçok şeyler vardır ki insan onları bilmezse pek rahat
ve asude yaşar. Mesela bir adam ne zaman öleceğini ve başına ne gibi
felaketler geleceğini bilse onun için hayatın ne zevki, ne de lezzeti
kalır. Bunları bilmediği takdirde dünya ve ahirete şevk ile çalışır.”
dedim.
Cenab-ı Hakk’ın hikmeti çok derindir. Biz bunları bilemeyiz.
Sizin boyunuz da 1.85 cm olsaydı belki gurura düşüp dalalete
girebilirdin. Belki bu hikmete binaen Yüce Allah seni böyle yaratmıştır.
Bu ise senin hakkında daha hayırlıdır.
Mahlûkatın en şereflisi ve en mükerremi insandır. Bu insan
ise madde ve ruh denilen iki terkipten oluşur. Maddeten insanın en
kıymetli azası onun kalbidir. Kalbin gıda ve lezzeti ise marifetullah ve
muhabbetullahtır. Bu marifet ve muhabbetin anahtarı sana verilen zahirî
ve Batınî duygularındadır. Hamdolsun onlarda da bir noksaniyetin yoktur.
İşte senin kamil bir insan olman bunlarladır. Mesela senin gözün
olmasaydı o zaman derdin ki:
“Ya Rabb! Benim gözüm olsaydı da kainatı senin namına
seyretseydim.” diye temenni edebilirdin. Demek ki, marifetullah ve
muhabbetullah için bütün duygulara sahipsin. O halde hiçbir şikayet
hakkına sahip değilsin.
Hem, Cenab-ı Hakk Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de:
“Ben cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibadet etsinler
diye yarattım.”
buyuruyor.
Senin boyunun kısa olması ve kambur olması ibadetine
noksaniyet getirmediği gibi engel de teşkil etmez ki sen de muzdarip ve
mahcup olasın.
Şu da bir hakikattir ki insan dünyaya zevk ve sefa için
gelmemiştir. ahireti kazanmak için gelmiştir. Peygamberimizin buyurduğu
gibi “Dünya, ahretin çiftliğidir.” Çiftlikte ise oyun ve eğlence
olmaz. Orada tembellik değil, kazanmak için çalışıp terlemek vardır.
Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Bu dünya Dâr-ül Hikmettir, Dâr-ül
Hizmettir; Dâr-ül Ücret ve Mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin
ücretleri cennettedir.”
Orada bitmesi ve tükenmesi mümkün olmayan bir saadet ve
huzur olduğu gibi Cemal-i İlahiye’nin müşahede makamı da orasıdır.
Sohbetimi Üstad’ımın şu veciz ifadelerini okuyarak bitirdim:
“Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen
cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat
rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in Daire-i
Rahmet’ine ve Mertebe-i Huzuru’na gidiyorsun. Mübdela ve meftun ve
müştak olduğunuz mecazi mahbuplardan da ve bütün mevcudad-ı dünyevideki
hüsun ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi
gölgesi ve bütün cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün
iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i
muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Layezal’in daire-i
huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgah-ı ebedisi olan cennete
çağırılıyorsunuz.”
Bu anlattıklarımdan ve okuduklarımdan sonra memnun ve mesrur
bir şekilde yanımızdan ayrıldılar.
Bu
yazı: “ Mehmet Kırkıncı ; Hayatım-Hatıralarım; Zafer Yayınları;
İstanbul; 2004; ss. 390–394” isimli kitaptan alınmıştır.
|