Fatma Çolak Kimdir ? :
Sakarya’lı
şairemiz, 1977 yılında Adapazarı'nda doğdu. ODTÜ'de Biyoloji öğrenimi gördü.
Şiirleri Dergâh, Ayvakti, Türk Edebiyatı, Yolcu, Kırklar, Vuslat gibi dergilerde
yayınlandı. “Ay Vakti Kitap” Yayınlarından
“Fe Şiirleri” isimli bir şiir kitabı
vardır. Ayrıca mütercimlik yapan şairin, üç adet çeviri kitabı bulunmaktadır.
Sakaryalı Şair Fatma Hanım, Adapazarı Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Sosyal
İşler Daire Başkanlığında çalışmaktadır.
Sakaryalı Şair
Fatma Hanım, duruşu, sosyal hadiselere ve insanlık serüvenine ince bakışı ve
derin sezişi ile sevdanın gizemli bir kahramanı, kaybolan güzelliklerin sevdalı
bir müdafisidir. Sakaryalı Şair Fatma Hanım, genç yaşına rağmen
Cumhuriyet döneminin kadın
şairleri arasında şimdiden mümtaz bir mevkie sahiptir.
Tercüme
Kitapları:
1.)
Dorian Gray'in Portresi:
Oscar Wilde;
Çeviren:
Fatma Çolak;
Antik Yayınları;
İngiliz ve Amerikan
Edebiyatı, Roman, Hikaye, Şiir, Denemeler; İstanbul, 2007, 14 x 20
cm, 282 sayfa, Türkçe, Karton Kapak, ISBN 9944184366.
2.)
Yeter! Genetik
Mühendisliği ve İnsan Doğasının Sonu;
Bill McKibben;
Çeviren:
Fatma Çolak;
Pınar Yayınları;
Tıp : Genetik;
İstanbul, 2006, 13,5 x 21 cm, 321 sayfa, Türkçe, Karton Kapak, ISBN 9753522509.
Şiirleri...
(Şiirler, Fatma Çolak
Hanımefendinin müsaadeleriyle sitemizde yayınlanmaktadır)
SILADAKİ YABANCI /Yolcu
öyle sahiplenmişim ki seni
çok uzak kalmış bana ellerinin
ağlarken takındığı ziynet
ve bir bulutu resmederkenki anlamı
gözlerinin
böyle oldu:
bir nehrin, sularını kabartıp da bir
gece
köprüleri yıkmasına özentili yüreğim
kapılıp gitti sulara, üç gün sonra
cesedi
bütün nehirlerin denize kavuştuğu
yerde
saygıdeğer mensuplarına şehrin
ibretle teşhir edildi.
öyle özledim ki seni, ey kalbim
ölüm öptü alnımdan
özlemek nedir bilmedim.
hükmen suç ortağıyım bütün
cinayetlerin
gülden helaldir kanım
yargıcılardan yana
beyaz önlüklerinde azıcık yağmur
lekesi
hatırlatır kaç ölüyü kucakladığımı
kaç kabirde diz çöküp ağladığımı
terapilerin ıslah edemediği
ruhumla
arsız yaygarası altında kurulu
pazarların
fiyattan düşülür de kalbimin
maliyeti
satılır kurda kuşa.
katliamlar için eşref saati:
hıncahınç gurur, gevşeyen misak
ve sermayedir kudret helvasından
bizar köleler
eve dönsem
elinde bakraçlarla gelin kızlar
avluda
tersinden dokunan kilimler gibi
bulutları mayalarlar uysal
bakışlarıyla
kalsam
zehir zemberek gelincikler
ve her ihanet bir vehimdir diyecek
kadar kirli
ilahiler yakamda.
oysa gökyüzü musahhardır benim,
ikindiler doğuran haydut
ayaklarıma
küfran bir tarihin aynası
es geçer yardığım denizleri
güncesini tuttuğum o işlek
aydınlığı
yoldaki cam kırıkları
ben aşka kem gözle bakmadığım için
böylesine şifalı.
KATİL CİNAYET MAHALLİNE MUTLAKA
GERİ DÖNER /Kırklar
katilimin yakasında hıçkırıklı bir
servi
cinayet mahalline iz süren canhıraş
at
muazzeb soluğuna ecza çalan itiraf:
parantez içre ölüm tırnak içinde
hayat
sokaklar döllenince taammüden
isyanla
kilim dokuyan kızlar uğultulu ve
berrak
çatırdar ihanetin saz benizli
korosu
kendini yorumlayan bir dramdır aşk
ancak
tetiktedir töreler aysız geceden
mülhem
Hürmüz illa yenilir karanlığa gün
doğar
kefenimden kan emer metalik bir
abide
katilime merhamet en çok katili
yorar
buralarda sabrımı yontan bir deli
ırmak
bin yamalı kalbimin yırtılan son
kumaşı
oynanan son perdedir alnımın
terkisinde:
kutsanmamış bir çocuk acının
tutanağı
FEZLEKEDE KAN /Kırklar
mahremim ol ey güvercinlerin
yıkadığı şafak
yüzüme kapadığım menkıbeler
yoruldu
yağmurda ıslanmakta bile
acemiyken üstelik
ermişlerin duasında bana yer
yoktu
caddeler istavroz çıkarıyor
kişi başına hijyenik bir aşk
ve ellerimde ölü mahyalardan
hırsızlama hurufat
tekil cümleler kurdum acılara
tutumlu
sonra kuşlar birikti
düşe kalka birikti
ince kırık çizgilerine yaslanıp
bir minyatürün
yol ayrımında hatırladım ismimi
bütün o kabile dansları kırık
dökük totemler
burada işte
bu batık gemi enkazında
gökyüzünden şiir sağılmaz artık
kıyamet hariç
bundan böyle yalpalar mevsimle
aşkın sırça mabedine kan kusturan
berzahtan
benim kalbim mürüvvetsiz ve bir
başına geçer
kim kaldı ki bu şehirde rüyası
hayra alamet
lanetlenmiş karanfil bir de
çocuklar elbet.
ASTIMLI ÇOCUKLAR İÇİN DAĞ
HAVASI /Kırklar
bu şarkıya iyi davran!
basit fakat tehlikeli kelimeler
saplamakta usta
bir o kadar acemidir sineye
merhem çalmada
merhem dediğin ne ki: yarayı
kabuk bağlatır
pembe yanaklı ve gürbüz kılar
seni beyazlar sofrasında
daha fenası da var:
alnında sessiz sedasız akan
yıldızları
deli deli akan öfkeyi
öyle ki sıkı bir yolculuktan
dönüşte
çıkınında getirdiğin türküleri,
küfürleri
meyus hikayelerin kederlerini
koparıp alır senden çağdaş bir el
çabukluğuyla
böylece sen ağrısız ve aşksız
işgüzar ve rüyasız
dilbaz ve yapayalnız
kalıverirsin ilkokul korosunda
söylediğin
ılık süt tadındaki şarkılar
arasında
bu şarkıya iyi davran!
bilmiyor olabilirsin kalbin toy
silahlarınla kan kardeş değilsin
hala
ustamdan dinledimdi bir gün şöyle
demişti:
soluğu tükeneyazdığında Simurg
yolcularının
onu söyler idi katar başında uçan
ve her kim şekva ederse
yıldızlı bir gecede doğmamış
olduğuna
katmer güllerin iştahla soyunduğu
bir bahçenin hayali belirirdi
ansızın
kuşatırdı etrafını o kevser
çağıltısı
o varken sahipsiz sayılmazdı
hiçbir kuş
ecnebi sırıtışlar önünde
hiçbir tandırdan yanık ekmek
çıktığı olmazdı
o söylenirken
öksüz sabilerin uykusuna eğilir
de Mecnun
yağmurlar serpiştirirdi dudağında
o ıslık
yani buydu asıl kıdurtan Pavlov
ve köpeklerini
biz şark’ımızı severdik çünkü,
biz ve bizim çocuklar
elemneşrah kocaman bir leylak
gibi açardı
ruhumuzun gelgitlerinde
bu şarkıya iyi davran!
kimse kendi sesinden korkmaz.
ALACAKARANLIKTA DARP İZLERİ
/Ayvakti
kimbilir kaç kırlangıç ölür
kaç yağmurlu akşam kaç fesleğen
bir tren yapayalnız bir tren
savururken hikayelerini
bozkırlardan taşra istasyonlarına
bir acıdan bir başka acıya
bizdik oysa
aya kulak verip
güle yaslanan
bir türkünün en unutulmuş
dizesini
kalbimizde nadasa bırakan
ve huzuru demleyen bahçelerden
bitmez tükenmez çocukluğumuzu
o yalınkat hasreti
bin ırmak bestesiyle
geri çağıran
BAĞBOZUMU SAATİ /Ayvakti
bir yağmur ormanının uykusuna
ayarladım
içimde ayaklanan bütün azabını
şehrin
çıkar gibiyim şimdi sıtmalı
sabahlardan
ve girer gibi oyalı bir tabuta
annesiz çocuklar habire
sayıklarken
asmasız çardaklarda
tutup bir müsamerenin
en lekesiz ve yumuşak bordasında
bağırsam: işte köle pazarı!
işte aynaları ve hatıraları
zehirleyen yalan!
bilemem ne diye
gasilhanede bir ölünün
alnına yakıştırdığımız olağan
kelimeler
ve yanından çabucak geçip
gittiğimiz
sonra telaşla ellerimiz
yıkadığımız
Kibritçi Kız masalı
usulcacık hikayeler
HENÜZ SONBAHAR /Ayvakti
ellerimi tutsan da bir bıraksan da
nasılsa bir çıban gibi patlıyor yarı
gecede
iskeletsiz tapınaklar ve piyango
çekilişlerine göz kırparak
hayatın o ağır ve ebruli ezgisi
teçhizatsız yolculuklarda incirin ve
narın
Mekke’nin ve Kudüs’ün lanetine
uğramış çehresi
şimdi ürperen sardunyalarla dağılıyor
mevsim
mevsim dudağıma mühür vuran en
çetrefil sorularla
tanımlıyor ikimizden birini
buğusuna tabirsiz rüyalarımı
iliklediğim tütsü
ve isli kandillerde haykıran firari
umut
beni sensiz de sürükler haytalığın
girdabına
bilemezsin
alnımın orta yerinde depreşen
şu bir tutam şafak hüzmesi
sana niyetle aşkın ilk cüzüne
başlayan
sonra döne döne ruhumun sonsuz
yaygısına abanan
bir iniltiye dönüşür ancak.
SANA BENDEN SORARLAR /Ayvakti
Evet! “ Acı duymak ruhun
fiyakasıdır.”
dudağımda Ferhad’ın gürzü
aynalarda kakışlanmış martılara
diyet ödeyen yazgım
bir muska ferahlığıyla sırrolur
ancak
asırlardır eskimeyen yağmurları
göçmen uykularımın
adımdan gayrısını uğurladım
küsursuz yalnızlığıma
bir yürek koptu dağlardan
haykırarak ırmaklara saplandı
şiirle ovulan gecelerden kalma
yara izini gül ile dağladım
el verdim bahar dalına birden kana
boyandı
sipahiler ağır aksak döndüler
seferlerden
alnımda mağlubiyet tacını buldum o
saat/ hükmüm kapıya dayandı
ve beni vurdular acı tohumlara
gebe rüzgarlarla peçelenip
o hoyrat süngülerinde düşürülmüş
bir payitaht selamı
yüzleştim incitilmiş lügatlarla
yatağıma aktım sonra ille mavi
mehtap ne de çapkınmış meğer
bulutlar ikircikli
yakama yapışan her harf bir
ötekinden beddualı
çokça othello evleri dalayan
sustalı gecekondu sevdaları
ve uzlet rehinelerinin iğde
mevsiminde daha da esmerleşen alınları
çapraz ateşe tuttular kalbimin
ehramını/ fünye patladı
ben hiç ama hiçbir zaman tiryak
olamadım dostum
bol kesimli hayatların ucuza
kapatılan umut denklerine denk düşmedi kelimelerim
saçlarına üşüşen toz kanatlı
ejderler pusu kurdular kavgalarıma
bir yemine tutturuldum efsanevi
ravileriyle aşkın
ben ne Kenan ilinde kayboldum
ne görklü bir rüyaya bağışladım
azatlığımı
ağzımda giderayak tortulanmış
çarmıh provaları
vaftiz edilmemiş şarkılar kaldı
bir de kala kala
şimdi ruhun mukaddimesi gül kurusu
hüzünlerden kinaye bir nokta.
BUĞULU PENCEREYE LALEZAR
HARİTASI /Ayvakti
geceye hazırım
bir ala geyiğin vurulduğu o ana
silme gökyüzüne demir attığım’çün
aşk sokulur marşlar söylemekten
tarazlanmış dilime
tütün kokulu acılara eyvallah
diyerekten
çakı gibi tabutların sessiz
törenlerinden bir başıma geçerek
buğday başaklarını ve rüzgarı dul
bırakan serüvenleri
ısıtır ve ışıtırım gökçe
kederlerimde
ayaküstü aforoz etmemişim
delifişek yağmurları
koyup gitmemişim ki kaldırımlarda
gömülü
buruşturulmuş revnaklı yıldızları
oysa gitmedim ve sarktım diye
kendi uçurumuma
kapı dışarı edilen sevdalar hazır
bana şimdi
hazır eli yüzü düzgün hayatlardan
kırpılan ölüm borcu
ben yangına sürmesem atlarımı
gece yanar ki eyvah
köz olur erguvan tozlarına
boğulan tan yeri
benim harcımdır geceyi umuda
gelin etmek
onun için kimsesiz kuşlardan
yontarım sandığını
başına bedevi sözcüklerden çil
akçeler serperek
ehil şarkısını ıslığımla
azdırırım
bir arzuhal: kalbimin zembereğini
payimal eden gece
ben geceye hazırım, velinimetim
sürgünlüğe.
TÜNELİN UCU /Ayvakti
biliyordum yağmur buralı değil
biliyordum ya yine bekledim
tanıdık bir istasyonda boyuna
tanımadık yolcularını kalbimin
biliyordum
hırpani saçlarımda uçurumlara sebep
bir sonbahar firarisi
deniz diplerinden şiir çıkarıp
ay ışığında dalgaları eğirir
su verdiği vakit şakayıklara
yaprak eğilir ellerine
ben eğerim kalbimi
çerçevesi kırık aynalarına
oysa ertelenmez hüznüyle o
eğninde dağlardan inerken vurulan
son kısrak
ve kırkikindileri tutuklayan tıkız
hayat
aşka gurbet kitaplarla söyleşir
/ ki böyle buyururmuş mevzuat /
bocurgatım çekmedi
nazma vurdum derdimi
yetmedi
DEMEK YİNE HAFAKAN /Ayvakti
ruhun üzerine mükedder bir akşam
gibi çöken
bu şiiri ben çattım
ben çattım bu şeyda nakşı atların
sağrısına
susmuşken türküsünü böğrüme saplayan
yağmur bile
ben sardım o kırmızı mendili boynuma
yağlı ilmek yerine
yumruğumu sıksam ay tutulurdu
ay karanlığı tutup kalbime sokulurdu
oysa sen avcunu uzatıp ahir zaman
falcılarına
sorardın:nerde yangın nerde rüya
işportacılar apansız sokaklara
dağılırdı o an
yaşamın ara sokaklarına çarparlardı
yürek yürek
elleri ellerime karışırdı kim ki o
kendine hasret
oysa sen sorardın falcıya gözlerini
yumup da mor sancılara
sorardın hep:hani Romeo hani Juliet
suskun bir öğle sonuydu filizkıran
ertesi
kırıp gittin kaburgamın emanet
yarısını
duymadım bir hicazkar diz boyu
gecelerde
kalbim şehrin ayazında tiril tiril
kelebek
falcıdan yana bir kuru temenni kaldı
masalımıza
kelebekler kan içre örer kozayı
sabret
demek yine hafakan
demek yine zulmet
BABA EVİ/Ayvakti
ben gölgemi soydumdu karanlığa değmeden
kaf dağına tam bilet aynalardan geçtiydim
maarif bilmez bir kuş sırça kelam üstünden
süzülünce bildim ki çocukluktu soy ismim.
penceremden bakınca incili atlaslara
raksederdi şiirin haşmetli büyücüsü
annem yağmur koyardı her akşam soframıza
devrilmiş bir tarihti babamın üzüntüsü.
asma dalları buldum harman türkülerini
yeryüzü kitabından tefeül açtığımda
yalanlardı ayrılığın ölüme ettiğini
avludaki gülleri koyup gitmeyen seda.
kanım pıhtılaşıyor her yaz Allah bilir ya
çekiliyor sularım ah nasıl bilinmeze
çiçekli entarimi uçurdu dönmez yola
çünkü yıllar diz çöktü gözlerimin önünde.
bir kardeş bakışını denkliyorum her sefer
taşradan İstanbul’a götürürken kalbimi
gülümseyen yüzünde görülmedik bir mahşer
baba evim saklıyor ayrılık hediyemi.
fe
20 Mart ’07 / 20.22
BİR AYRILIK BİR ÖLÜM/Lamure
Dal yaprağın döktü mü, kuş kanadın açtı mı
Bir sonbahar bir rüzgâr kalbine yanaştı mı
Ben baktım aynalara ardımda su güncesi
Köpükten kelimeler rüyâna bulaştı mı
Kıblegâh oldu câna yaktığın defterlerin
Cavidân-ı aşkımın hatırâtı kaldı mı
Mayıs tam geçecekken takıldı saçlarına
Yazı uman yolcuya bir muştun ulaştı mı
Sendin o öpüveren yağmuru yanağından
Sızlayan şehirlerde masal çiçek açtı mı
Demek aşk sokulmuyor terlememiş alına
Ağladım ki güleyim, dilrûbâ inandı mı
Yüzün ki gül sillesi, tokatlanmış kaderim
Müntehir akşamlarda kanımla boyandı mı
Geldiğimde sen yoktun, astım nar ağacına
Bir şiir kadar ürkek âhım yollar aştı mı
Daldan düşen sonbahar kuştan kalan rûzigâr
‘Bir ayrılık bir ölüm’ kalbine yanaştı mı
Fe 10 mayıs 2006 23.33
BUNDAN BÖYLE ANTİGONE/Yolcu
dağa koştum çırpınan bir bulutun peşinden
dedim sırası değil kelime bilemenin
yüzüme çarparaktan köpürüyor nasılsa
ata yadigârı bir atın üstünde sürgit
dağılan ve sonra yeniden birleşen şarkısıyla
Asya
sırası değil elma soyarken elmadan gayrı
düşünmek: what is the matrix?
yahut, kim serer döşeğini kapitalizm yorulduğunda?
mineleniyor nakşı bak, o derin güllerin
ve çok eskiden öğrendiği bir ıslığı çalarken
söğütler göz kırpıyor sulara
bense ne çok yanılmışım duvar diplerinde oturup
külden ve kilden bir şiirin
yolunu sormakla
dağa koşuyorum ruhum hıçkırıklara gömülü
belki bir çocuk düşer ardıma, olur a!
Gülümseyişler Trajedisi/Ayvakti
Bir kez doğuya baktım güz sarkınca camlardan
Ve taşlara kuş atınca tekmil kara kitaplar
Kışkırtan bir ses oldu çocukken çekildiğim
Gözlerimi üpüryan gösteren fotoğraflar
Şehre kurban şehre sunak yağmurun bekâreti
Ayartsa rüyaları güz güle uyanır mı?
Çıkıverse çocukluğun sırlı bahçelerinden
Terlememiş atların öpsem boyunlarını
Gömütlüğüme buyrun, kalbimden geçiliyor
Görün, aşk en sessizi gözyaşı dökenlerin
İç çekmeler, hıçkırıklar kesilince biliyor
Bir kırlangıç, anlamaktır külfeti güzelliğin.
16 kasım ’06 / 22.43
KAR/Yolcu
kar yağıyor geceden
dağıtıp perçemini
şehir boyna susuyor
duyulmuyor can havli
kar yağıyor geceden
parmak uçları sıcak
öpülünce ağlıyor
ayrılığı anarak
kar yağıyor geceden
bir derviş edasıyla
dönüyor vecd içinde
göğün itirafıyla
kar yağıyor geceden
ağaçların haşyeti
dallarında asılı
süzgün bir mavi peri
kar yağıyor geceden
tanığı gaip bir kuş
karda yüzün bırakmış
çocukluğuna uçmuş
kar yağıyor geceden
melâle satırbaşı
doğmamış çocukların
büyür hıçkırıkları
kar yağıyor geceden
aralanır kapılar
müntehir burdan geçer
yayan kalır intihar
kar yağıyor geceden
cinnet susmuş bir rüzgâr
sırrını yele verir
kar içinde yanan kar
kar yağıyor geceden
ahdi yürekte tutar
kardan iffetli değil
peçelenmiş aynalar
kar yağıyor geceden
rüyâsız uyur keder
her ölen kışın ölür
karla gelir ölüler
kar yağıyor geceden
aşkın duyulur sesi:
iki kalbin arası
bir kader mesafesi
fe
Gülümseyişler Trajedisi/Ayvakti
Bir kez doğuya baktım güz sarkınca camlardan
Ve taşlara kuş atınca tekmil kara kitaplar
Kışkırtan bir ses oldu çocukken çekildiğim
Gözlerimi üpüryan gösteren fotoğraflar
Şehre kurban şehre sunak yağmurun bekâreti
Ayartsa rüyaları güz güle uyanır mı?
Çıkıverse çocukluğun sırlı bahçelerinden
Terlememiş atların öpsem boyunlarını
Gömütlüğüme buyrun, kalbimden geçiliyor
Görün, aşk en sessizi gözyaşı dökenlerin
İç çekmeler, hıçkırıklar kesilince biliyor
Bir kırlangıç, anlamaktır külfeti güzelliğin.
16 kasım ’06 / 22.43
İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER/Ayvakti
iki deniz: iki can
iki mestane cinnet, konuşur gibi susan
fecr vakti damlar gibi
bir kitaba iki damla kan
bir kapı çarpar uzakta
yağmuru bekler kadınlar
bir kapı çarpar uzakta
hatırlar biri
katillerin büyüttüğü
kalbini
bir ürperişle birden
ateşi çıkar dünyanın
sinema kapıları karabasan
mavinin gafilleri
bekler bir ayin telâşıyla
bekler orada görmek için
iki denizin birleştiği yeri
iki deniz: iki acı türkü
yıllar evvel akmış şehrin üstünden
şimdi sema saklar elleriyle yüzünü
her anımsadığında
yaklaşan kıyamet gününü
bir kapı çarpar uzakta
yağmuru bekler kadınlar
bir kapı çarpar uzakta
ummana bırakır biri
katillerin büyüttüğü
kalbini.
Fe // 18 mart ‘07/12.31
İSTİFA EDEN TÜRBEDÂRIN ŞİİRİ
herkesin bir adresi var, ketum ya da umarsız
avlulardan geri teper aykırı tebessümler
hem huysuzlanır çocuklar korsanların sesinden
demek bir adres erteler cüzamlı nehirleri
tenhalarda küfürbaz kalabalıkta ninni
bir yerim var dersin aha şuracıkta
duvarlarında gitgide küçülen yeryüzü haritası
masalarda esnek papatyalardan bir bahar
güve düşer Kitab’ın sayfalarına böylece
ve akdolunur o uğursuz yeminler
bir adresin olduğu sürece cebinde.
uyanmışsın alımlı bir ışık zorluyor kapıyı
tutalım ki İbrahim: adağın yok
İsmail seslense bıçağın nerede
çünkü bir adresle mıhlanmış sesin
kanamaktan yorulmuş güllerin ülkesine
yalnız kendi şarkına meze olan mumlar
yandıkça çarpılan ellerinin gölgesi
sütliman bir denizi okşayarak uyutur
çoğaltır ağzının rutubetini.
yerini yadırga!
ve tekinsiz yürürken şehrin cümle kapısına
gözlerini kamaştırma!
ZAKKUM VE TÛBÂ/Dergah
“gam defterinin tamamı yok mu”
ne vakit dönsem çehremi tövbekâr
aynalarına şi’r-i kadîmin ve hicranına bir gülün
uçuşur erguvan yapraklarına emsal
dağınık saçları Kays’ın
derken hayâl-i muhal
ben ki, batıya bakan pencerelerin camgüzeli
bir çini maviliğinde rûzigâr durulduktan çok sonra
minyatür atlar şakaklarından vurulduktan çok sonra
âharsız varaklarda evvelâ adımı kutsarken
ve gamze medet eylemiyor diye sızlarken mısralarıma
cihangir bir divânın sorgucundaki son yakut gibi
buldum da Galip Dede’yi
aşkın ezelî bahçesinde sühan, dilime
bir tanbur nağmesi iliştiriverdi
bağrı yanık bir lâle.
YAĞMURBASAN/Ayvakti
Anlatırım sandım anlatamadım
kaç sonbahar geçtiğini sokağımdan
bir teselli cümlesine tutunup, meselâ:
gidiyorum seni alarak, sen kal burada
bırakma uzattığım bu şiiri görünmeden
ben sokağın başında.
Yağdırıyor gürlemeyen bulutlar sabahları
kan soyundan bir şiiri ve akşam
iz bırakmıyor camlarda. Çünkü sessiz
ve lekesiz ağlar yağmur
değince saçlarını hatırlayan kızlar.
Kanaviçe kuş ölüleri yalnızlığa bir ayraç
gibi açık unutulmuş bir kitap, kim okusa,
donuyor nar çiçekleri ecel şarkısında zaman
ayrılığın mazereti bir kucak deniz
çatlatıyor kubbeleri her yağmur yağdığında
kahroluyor ellerim
kahroluyor Siddartha.
LÜZUMSUZ ANILAR KATALOĞU/Yolcu
Sarmış cıgarasını akşam, çökmüş çardak altına
Kaç fotoğraf çektirdiyse hepsi yanmış üstelik
Yar bahane, yaşamak sevmekten daha zormuş
Mevsimlerin ağrısı sanma ki bir kerelik
Basılmış bir mezranın gözlerine bakarak
Adını tekrarlardın sis inerdi dağlardan
Bir bahse tutuşurdu tarihle parmakların
Hangisi ağlayacak kimseye aldırmadan
Affedilmez ne kalır ateşe tuttuğunda
Ağaran saçlarından kavrayarak hayatı
Sakınarak sulardan geçti nice adamlar
Hepsinin de döşünde bitmez yorgunluk kaldı
Hatırla ol vakti ki güvercinler biçerdin
Hem alıngan hem mutsuz bir kızın kefeninden
Kısıver fitilini bir zaman böyle yansın
Aşk çerağı sönmemiş ölümün nefesinden
Gözlerin hangi renkti unutmuşken denizi
Bense kanla büyüttüm terütaze şuramda:
Ayrık tebessümlerin ve kabzası karayelden
Şiirimin göğsünde saplı gümüş elveda.
MACBEHT’İN KADERİ LEYLÂ’YA
koşarak çıkılır bütün kitaplardan
koşarak çıktım.
dudak dudağa vermişti kalbimle ilkyaz
ve evler kundaklıyorlardı geceyi
evlerden çıktım.
evvel zaman içinde
mektuplara tarih atmayan kadınlar
ahir zaman içinde
çalıntı bir aynadan baktılar, dalgın
bir ihanet cümlesinde
sessizliği ilk bozan elleri oluyordu
her yüzünden ölüm okunuyordu cünüp kaldırımların
işte dişleriyle bulutları ufalıyorlar
ey tahammül gel bul beni!
güneşi çiğniyorlar topuklarıyla
ey tahammül gel bul beni!
ben ki yalnızlığı nasıl severdim
büyük acılara açardı çiçeklerini
bir gün ağladım sonra bir gece
dudak dudağayken şiirle hüzün
anladım terk etmeliydim bana en çok benzeyeni:
şiirden çıktım.
zamanın biriydi
Macbeht çöle vardı, Leylâ kanla yundu elini.
Fe // 29 Mart ’07 / 11.37
RÜZGÂR BEKLEYEN RÜZGÂRGÜLÜ/Dergah
çok belli,bir şair geçmiş buradan
çünkü geniş bir ağız gibi açılmış toprak
ayrıkotları gülümsemiş
sessizliğini kovmak için ruhunun
daldırmış göğsüne yere düşen mısraları
ölmeden önce mor damarlı bir yaprak.
bir şair iki kişidir, öyle mi?
iki kişi elverip bir aşkı boğazlar, öyle mi?
öyleyse yürüyüp giden şiir
hayat kalbini yokladığı vakit
tam ossaat nefesi tıkandığında
dağın ardına bakacak:
dağın ardında dağ
dağ dağın ardında
ihtimal ağlayacak.
kim geçmiş buradan, bir şair mi?
bir su kuşu mu, minesi dökülmüş bir sabah mı?
şehre yaklaşınca giyecek potinlerini
yol verecek omzundaki buluta
çünkü bundan sonrası içe işler cerahat.
söylemiş miydim, şair şehre varınca
kravatı gözlerinden anlamlı unutkanlar ordusu
ve yüksek ökçeler üstünde alçalan kalabalık
kitapları araladı, defterlere dokundu:
şair diye biri yoktu.
yollarımız ayrılıyor, ey teslimiyet kırmızısı
ey pişmanlık sarısı, ey yokluk beyazı
sancıyor dünyanın şiirden ve şarkıdan boşalan yerleri
burada ölmem ben
burada:simsiyah bir mavi.
6 Mart 2007/ 11.58
“TARLA KUŞUNUN DEFNE DALINA KONUP ŞAKIDIĞI SON
SALI”/Ayvakti
uzun, eski, soğuk bir gece
çok uzun, çok eski, çok soğuk bir gece
toplandı bölük pörçük ne varsa, dağıldı
bir kadının rüzgar tuttu yeminlerini, bıraktı
sırtını yokuşların ilmine veren bir adam
kınından sıyrılmış dudaklarıyla
hiç durmadan öperek bir sardunyayı
öç almayı kurdu hayattan
oysa kan, dağlardı yüreğini sardunyanın, kanadı
hiç sormamıştı çünkü her intikam saatinde göğe bakan
sır vermez yokuşların ser verir yolcularını
gitmeli dedi adam kadına
bağrına basarak uzun, eski ve soğuk bir geceyi
bir roman okudum dersin, kötü sonla biter hani
bazıları
bazılarının sonu yoktur hatta
bir bulut yetse de rüyalarına ayrılıklar
yetmediğinde
şehrin sahaflarına gemiler demir atsa da
bir romandır, sessiz biten, çoğumuzun hayatı
değil balkonlarda mahpus bakışların dağlara ağması
çözük saçların korosu yekpare yalnızlıktan
ve terli bir rençberi boğan susuzluk
romanın okunmayacak yarısı
bak, bizim bir gecemiz var heba etmek olmaz
uzun, eski, soğuk demiştim, ıssız ve yorgundu ayrıca
taşra istasyonunda bir ağaç gibidir yorgunluğu
uyumuş bir aynaya bakar gibi ıssız
gecemiz var, cür’etinle cesedim arasında
elveda.
Hamiş : Başlık ‘Yüzyıllık Yalnızlık’tan.
VEYL /Ayvakti
ırmaklara gömülü filistin
saçlarımdan
aparılmış bir iyimserlikti yaşamak
kelimesi
mavi bir kuş idim kanaviçe
işlemelerde
akşam sefalarında bir uğraklık gece
sapan taşlarını küstürünce oldu
her ne olduysa bu şehre
yatmadan evvel ruhunu soyunan
adamlar
hatırlayarak o şeffaf haminnelerini
başladılar körebeye
balkonlarda bayatlamış çocuk
mumyaları
biri bunu açıklamalı bana
şuh sabahlığıyla ortada kalan baharı
ve bir zelzelenin anatomisini
birileri açıklamalı bana
çoklarının yüzünde tashih edilmemiş
bir kitap
haftanın yedi günü yedi başlı
ejderha
bilmek istiyorum
cemreden sonra toprağı hazla
titreten ne
yağmur neden isyanı tanımlar
bütün bunlar açıklanmalı bana
aşk tunçtan heykellerin devrik
kaidesi
böyle diyor düştüğüm not lügatların
sonuna
14 DİZE /Ayvakti
saçınıza sokulu bir fiske gece
içimde ama telaş, tanışıyor olmalıyız
sizinle
kapınızda sürme yok rüzgar söyledi
düşlerinizse mühürlü fermanlara
konaklar
bu yağmuru besbelli siz çağırdınız
kirpiğiniz ucunda asılı bahar
buğday serpmeseniz de oluyor demek
şarkınıza uçup geliyor kuşlar
çıplak yahut giyinik sularda çifte
akis
kalbimle kalbinizi yan yana sunar
çarşılardan yalınayak umarsızca
geçtiniz
sordum da demediniz aşk bahası ne
kadar
saçınıza sokulu bir barbar şive
içimde yağmur sesi, tanışıyor
olmalıyız sizinle
MAHMUR HAYAT /Ayvakti
testim kırık anneciğim çeşmeler
ne de uzak
konakladığım hanlar bile titrer
haramilerden
tedirginim bu susuzluk ecelim mi
olacak
donacak mı düşlerim ölü
zemherilerden
sabır eylemek için kalbimi bulmam
gerek
sormam gerek nereye uçar bu ak
turnalar
adımı üflerken dedem alnıma gül
serperek
hesabetmemiş mi ki burda mevsim
sonbahar
kemirmişim yıllarca bir kepaze
bulutu
yağmur yağmış gülmüşüm oyun böyle
sanarak
meğerse her lügatta meşru imiş
kan otu
esvaplarımdan evvel çıplak ruhum
yanacak
evet budur göğsümde aman vermeyen
çıban
benimdir nehirlerin iki ayrı
yakası
dönmemişse ne çıkar masaldan
kaçan ceylan
içimde son bir umut kalbin doğu
yarısı
SOLO ŞARKILAR /Ayvakti
bazı bazı ağlarım güz vurunca
kıyıya
düşerse menekşeler karanlığa, ki
ağır
devlet ferman eylemiş durmaz
gayrı ebabil
aynalarda pek yaman bilmeceler
saklanır
ve kirlenir kalbimi kararttıkça
sokaklar
ferahlık balkonlarda unutulan
mevsimdir
elbet güleç teyzeler sessizce yün
eğirir
akar çünkü koynunda harıl harıl
bir nehir
Prometus mu haklı yoksa ben mi
rüyayım
bir rüyanın en uzak serabında
yıkandım
mavzerleri okşadım:kısa devre
ihtilal
boşuna aşka isyan isyana aşk bir
adım
SÖZ TUTULMASI /Ayvakti
gözlerine bir müfreze pusu
kurmazdan evvel
çığırdığım türkülerde adın
geçmiyor diye
yeniliyorum diye daim her yaprak
dökümünde
kanardım, kanamak ağulu bir simya
mı
sormalı derdim onu yedi dağın
bilgesine
/ yedi dağın bilgesi bana
kervankıranı anlat
o ifrit sokakların açıldığı
dehlizi
hangi şal ısıtabilir üşümüş
omuzları
geceye el tutanlar güneşi hak
eder mi? /
bir ben varmışım meğer yağmurun
duldasında
böyle bir hayli mahzun durup da
dinlemekten
kavuklu mezar taşlarında ürperen
kelimeyi
bir ben yazgımı sevmiş ve amenna
demişim
bir kanlı telek olup göreni
ağlatmaya
dedemin suyu için saçlarımı
yakmaya
söz tutulunca sevda masmavi bir
kundakta
tuttu en düstursuz yerinden
yüreğimi
yedi dağın bilgesi doğruldu tam
burada
kangren olmazsa hayat aşka
ziyandır dedi.
DEVRAN SİYAH /Ayvakti
ve...gün doğudan yüz çevirdi
aydınlık albasması bir burgaçla
tıkandı
aşka kafiye düşüren görklü mevsim
salkımı
sadağımda güz iken sende sana
yabancı
hepsinde yanık tortu bir yapışkan
sağanak
delik deşik kuponlar havada kan
kuşkusu
kurşunlara gelesi o aşk kimleri
yoklar
hangi bankta sabahlar mor erguvan
kokusu
sonunda oldu işte Hüthüt bile
görmedi
gecenin tarihinde yaldızlanmış
bir sayfa
havari suretimiz aynada sükut
oldu
yeminler kadar yalan bir mimari
aynada
tutup yırtar kalbini ağlayan bir
menekşe
gözlerinin içinde ‘hüvelbaki’
kabartma
yağmur bana seslenir ben garip
menekşeye
şehre veba salarız ay ışığından
yontma
KANAMALI FOTOĞRAF /Ayvakti
orda dur!
küpeşteye çekilen ölü bir kılıç
balığınınkine
benzemesin gözlerin
çünkü bir zamanlar
hani aşkın sabra güvey olduğu
zamanlar
elvan iklimlerin gül salgınları
hareleyip geçtiğinde kalplerimizi
canımız uzak yolculuklar
çektiğinde
bize sisli mercan adalarından
masallar taşıyan sendin.
sıranı savdın gayrı asfalt
yollarda
toplu kıyım ritüellerinin
kahkahalarıyla
sınandı ruhun
önsözünde bir miladı yargılayan
sağır ve ihtiyatsız yangınlarda
önce sen davrandın buluta
önce senin yağmurun.
orda kal!
umudum en çok ikimizi alacak
kadar geniş
en az evreni kaplayacak kadar
dar.
DEĞİLSE ŞİMDİ HİÇBİR VAKİT
/Ayvakti
bir gemi yap yağmurlar
kızışmadan
su boyunu aşmadan yasemenlerin
şık bir duruş aramadın değil anma
törenlerinde
ve bu bahar da kan yürüyorken
ağaçlara incecik
bir mitos heyecanıyla
gönendiriyor seni hala
milli maçlardaki birlik ve
beraberlik
işte bunun için acınası duruyor
ve de yavan
yosmalara yaptığın kız kardeş
muamelesi
itinayla açık bıraktığın kapılar
bunun için baştanbaşa zayi.
bir gemi yap Hira’nın rüzgarından
isyanın mavisinden bayrağın
kırmızısından
kuşatılmış mevzilere birazdan
inecek gece
gözleri aslen şarklı bakışları
alafranga
kızlar ve oğlanlar
coşkulu bir fener alayıyla
geçecekler önünden
geçecekler kuş seslerini
duymazlıktan gelerek
giderek kamburlaşıyor bu bizim
şehirlerimiz
aşk için döktüğün alın teri
çarçabuk kuruyunca
sen suvarmayınca acıyı şen
kahkahalar atıyor
lat menat uzza.
bir tufandan söz ediyorum çünkü
şairim
işim kesik çocuk başlarından
tayfalar biçmek
güneşe yol almaya özlem duymak:
cürmüm bu!
gidersek
denizler ortasında bir dağ
bulacağız emin ol
hayatı kucaklayan bir ada
sigorta poliçeni yak ,çöz emniyet
kemerini
bimecal umutların kirvesi olsun
ışıklar içinde bir gemi.
DARAĞACINA YUVA YAPAN
GÜVERCİN /Ayvakti
Kaptan’a
yalnız gel
ucuz fotoromanlar getirme
ezberinde
yüzümü sıvadım bak bu kırık
parmaklarımla
tutunarak bir rüyanın en
emniyetsiz yerine
geleceksin diye bak bu bir salkım
üzüm
masamın ortasında
dünyanın ortasında yalnızlığın bu
ömürsüz çiçeği:
kalbim, sürgün kendi hikayesinde.
yağmurla sırt sırta verip gel
bak bu diğer yüzüm sana benzeyen,
harcı menekşe
kokla kalbine dolar yaşamak
babam dönmedi seferberlikten,
kalan esvaplarına
lavanta sürerdi annem usulca,
sessizlik
bir gitmedir benim için
bir gitme hiç gelmeme
menekşe
geldiğinde şiir söyle.
KIRIK KALP NAKLİ
/Ayvakti
burası aynalar şehri
yalçın suları boğan yanık izidir
yollar
ihbar eder her duamı
her sofrada lokmalarımı sayar
suya attığım kitap
suya düşman aynalar
teslim almadan basma perdeleri
gece
mürekkebi kurumazdı ölüm
ilamlarımın
yazık! kim emzirdi şehrin
aynalarını
kıblesiz hangi uykularda çiğnendi
kuşlar
bir kadın yağmur olmaklığını
unuttu en çok
bir kadın sustu ve ağladı
kalbinde tuğrası kayıp hünkar
avcuma sıkışmış kavruk
perçemlerini
geri al geri al
aynalar şehri
DALGAKIRANA METHİYE /Vuslat
sabık gül kabartmalarının ön
sezisiyle
harlı tut ocağı, bir köşesinde
ıslak güvercin göğsü
ucu yanık mektuplar bir köşesinde
şakilere sağlı sollu yol veren
patikalar
derde düşer, onulmaz derde, ki sen
amber ve sağanak bulut kokularıyla
kardıkça ateşi
kötürümsen iyi ya
alevden fazla uzaklaşamazsın
kekeme isen bu daha iyi
bir işaret bellersin en
cakalısından
anlatmak için bebelerin tertelaş
ağızlarında
ak süte meyleden, aşkın iştahla
balkımasına meyleden
gümbürdeyen memleket türkülerine
meyleden
ıskartaya çıkarılmış acılara
meyleden
iflah olmaz şekilde bizden ve
buradan olan
az Mansur az biraz da Şahmaran
o yediveren gerçeği
gergin yay bir elindedir okun
menzil ötesi
bu dağlarda hangi candarma hezimete
uğratmış
hohladığın ateşi
fazladan bir de haraç koymuşlar ya
rahlemizin
zarif rıhtımlara benzeyen
oymalarına
oysa onların bilmediği ve yalnız
senin bildiğin
kapı komşun olan doğulu ve mistik
bir mahlas
irticali göç yollarıyla çizilmiş
haritadan
çıkagelir her gece iadeli taahhütlü
uykularına
tercüme isteyene mütercim gerek
ya kalbini kim çevirebilir hüznün
anadiline
eğer sen yani kendin bir gassal
hassasiyetiyle
dokunmuyorsan içindeki hem cellat
hem kurban kelimelere
uçuklamıyorsa yüreğin iğreti
anıtlarla sarmaş dolaş
bir iç mütarekenin şartlarını
düşününce
hepsi hepsi bir kalbin var işte
cürm-i meşhut toynaklardan kendine
hulle biçendir
onunla kan tutan şarkılara
ibrişimden yağmurlar ekleyebilirsin mesela
asrın danışıklı dövüşlerde telef
olan son üvey evladını
bağrında sımsıkı tutabilirsin
hatta küflü mimozaları yeniden
bulup çıkarabilirsin
kadim güneşlerce sulanan
şadırvanlardan
bir kalbin var az şey mi sanıyorsun
gün gün topuklarını batırmalısın
toprağa
nasırların azmalı muhbir kargalar
üşüşmeli alnına
bu boz bulanık sudan kara balçık
yataklardan
bir Hüthüt edasıyla geçmelisin
Odysseia yolculuklarının ziynetleri
çıkınında
senin ülfetin ancak zeval bilmeyen
yağmurlarladır
hem orta halli kasnakları çeviren
öç vaktinden ne çıkar
sen, omzunda bunca yıl yok sayılan
göksel ihsan
gülümsemelisin o kibar ve şapkalı
ve frengili adamlara zifir zindan
ki tebessümün bir dal meşe gibi
sıçratır kıvılcımları
biliyorsun, harlı tutmalısın ocağı
müebbet ölümlere adını mı yazdılar
boşver ve geç git sürüngenlerin
hantal yalnızlığından
sağ selamet yandıkça ocak
ve mülteci şairlere sınır
kapılarını açtıkça
koşarak gelen bahar
unutma
Aşk payidar!
KIRK GÜN KIRK GECE MAHPES
/Vuslat
sen bu akşamları bilirsin Tahir
yağmur bidüziye yağarken ruhumuza
aşkımızın ortadoğusuna döşenen
mayınları da
ne çok mihrap sarsılmıştı
ağulu aynalar önünde işaret
parmağımızda donan kan
ne çok eksilmiştik
hani o akşamlardaydı hatırla
eylül şehrayinlerinden artakalan
yakılmış bütün gemiler ve kuzguni
silüetiyle dünya
nasıl da umarsızca teğet geçerdi
maveranın tüm dingin limanlarına
söyle Tahir
fecrin yürüyüşü ruhumuzu ayartıyor de
ayartıyor onu umudun fanusunda
titreşen firuze hüzün
kanıtlar bul insanın insana lal
olduğuna
de ki:mecali yok mu masalların
bu alabora cezbeyi bedr-i hilale
ulamaya
aşkın kefareti olsun için
harami sofralarını parçalamaya
mevsim sonu indirimlerde evvela seni
satışa çıkardılar, ah Tahir!
yağmaladılar halim selim goncalarını
sürgün baharlarda açan
sen bakmayasın diye yaylım ateş
gözlerinle dünyaya
mil çektiler aydınlığın atardamarına
sana o fildişi maskeyi satıverdiler
bir çırpıda
yapışkan tezgahtar kızlar küresel
tebessümler dudaklarında
şimdi elleri yeniden nevbahara
adamanın vaktidir
Tahir, bir dua öğret bana
kalbime düşürsün mutlak dağdağalı bir
sancı
el yordamıyla üstümden sıyırmaya
çalıştığım pelerin
tutuşsun ve yansın debisi yüksek
kelimelerinden
bir nişan bırak göğsüme varidatı
‘bela’ olsun
madem ki ağlama duvarı yok artık
Tahir
yok madem ki alnımıza çatılmış hiçbir
berat fermanı
SAKINCALI İTİRAF /Vuslat
sonra Tahir
sonra uykularımı yitirdim
ödünç aldım masallardan bütün ak
küheylanları
bir yağmur çağrışımı diye koştum
kitaplara
derken Tahir
aşkın müşfik öpücüğü dokunmadı hiç
pencereme
pencereler bir kirli boşluğa
açılırken
açıldı yürek yaram baktım
dünya pespaye
ellerine sözüm yok Tahir
zangoçların ezeli bedduasına
uğramıştır
defterini dürmüştür pürneş’e
imgelerin
gözüpek rüyalara uyandığından beri
ellerin dağlardan suskun bir uçurum
gibidir
sen sonsuzluğun ilk hecesi
yalnızlığa çekilen bir temmetsin
bilirim
ağırına gider bir sürgünün yaban
elde ölmesi
o kanlı eylüllerde ipek
eldivenleriyle
erkan-ı sulh kalbini hacze gelir
bilirim
ey Tahir sana komaz gülden ilham
şarkılar
görmedin mi daha dün bir şahanı
vurdular
susalım Tahir
ki aşk söylesin
unutulmuş mavisini
gecenin ve kalbin.
DEMİR ÇARIĞIYLA ÇARMIHA
GERİLEN TAHİR’İN SON YAĞMURU /Vuslat
senin de yüreğini çizdi mi Tahir
eylülün dudaklarına düşen yağmur
tanesi
ki öylesi bir daha hiç yağmamıştı
salkım söğüt elleriyle çocuklar
paslı ve buruşuk usul
defterlerini
o günkü gibi kundaklamamışlardı
demem odur Tahir utanma sakın
o billurdan iklime av oluşuna
her akşam bir başka akşamın
münadisidir
ve yüzüne vuran aydınlık
ve eşikte silkinen cümle
aynı neseptendir.
on iki havari arasında bile bir
hain vardı
bizim de soframızda olacak elbet
bir kekre öpücük tadı
düşünsene Tahir kim bulmuş
yastığının altında
gözleri mahmur endamı süfli
göklerden inen sesi
dağı pareleyen izi.
şeytanlar mestane oldu Tahir
leylak kurudu
aşkın sağdıcı kaçtı kelimeler kan
kustu
sana kaldı ne yazık bulutun
simyasını
demir çarık ve asayla şerhetmek
imtiyazı
zapt-ı rapt altında burçları
şehrin
ve son serdarın hıçkırığında
kalan son anahtarı
döner mi nihayet kilitte Tahir
Efendi yeniden sıvazlar mı
sırtımızı.
UMUDUN Z’Sİ /Vuslat
yine akşam olsun Tahir
vekaletini gözlerinden alan bir
akşam
aşktan yana kısmeti kapalılar dem
tutarken koyuca
çarşamba pazarından dönerken
anneler yorgun argın
yahut kahvelerde bezgin adamlar
düşlerini sıvazlarken barutla
bütün bunlar ve diğerleri olurken
yani her acının sonuna inerken o
bir tutam karanlık
gel ve yağmur boşansın birden
utansın kanımızı cıvıklaştıran
petrol
kana da petrole de aldırış
etmeyen kalem
infaz memurları ağladığında
çatlayan o her neyse anlayalım
imha edelim ödünç gelinliklerden
yayılan kokuyu.
karanlıktan icazet alsan da Tahir
bilmek, bilmek ve bilmek için
bir çiçeği öpercesine takvimlere
kapanışımızın
kalbindeki nevruzu boğazlayan
gerekçelerini
uykusu kesik öksürüklerle bölünen
bir genç
doğrulup denize baktığında
neden kafesteki şehzadeleri
ve tenha sularda kendini
uğurlayan gemileri hatırladığını
dönersin yine biçare siyahlar
ülkesine
çünkü yağmur upuzun bir sükuttan
ibarettir orada
bekleyendir, beklenendir,
bekleyiştir
ömründe hiç değil bir kez
mahmuzla rüyalarını
çünkü akşamlar bu kadarını
söylemez Tahir.
DAMGA /Yolcu
hangi fetrette unutuldu ismin
hangi kuyularda paslandı aynan Tahir
bir zaman boyunlarını öperken alnı
akıtmalı atların
ve ellerin elleri üstündeyken –tıpkı
Akabe’deki gibi-
rüyalarına kefil olduğun herkesin
şimdi aynı adamlar –bu kez avcı
kılıklı-
sana yöneldiler öfkeyle gördüm
sırf o mahzun kısrakları kolladığın
için.
martı seslerine doğrultup gözlerini
kırgın rüzgarlarla aşılandın dünyaya
tepemizde aslı olmayan bulut
içimizde Aslı olmayan sevda
kelimelerle çarpışan kavgamıza
sarınarak
sen ve ben aşılandık dünyaya.
ay hep farklı yerden doğuyordu
batarken ikimize vararak
güneşi savsaklayan çağıltılar
ortasında
dedim işrak
dedin işrak.
ÖLÜM USULÜ AŞK /Vuslat
çevir başını: İstanbul parçalanıyor
minareler birbirine sokulmuş mevsim
tıknefes
ayak izinde bir mahşer telaşı
saklayan çocuk
yırtıyor polis kordonlarını elleri
uzanırken kefenine
elleri yorgundur çünkü vakitsiz
eleğimsağmalar gömmekten
soluktur gömleği yakasında
keşfedilmiş ve yağmalanmış coğrafyalar
çıkarıp onu güneşin çengeline
asıyor
daha iyi kavrıyor düşen
arkadaşlarının göz renklerini
polislerin anlamadığı budur işte
kalabalık meydanlarda bayrakları
kıvrandıran da bu
bir marazi ümit hem fazlasıyla
alicenap
ey kör şafaklarda yüreğinden
ilmekler sökülen çocuk
olacak iş mi
sığ sulardan cayıp da okyanusun
mavisine vurulmak
delirmiş yüzünü yontar cemi cümle
aynalarda
bilir çocuk bilmesine
dağ taş dağlı bir bakışla
sırlarından soyunur
bulutlar yerinden oynar rakseder
boylu boyunca
kızgın harfler üzerinde bir ses
gümüş bir ses gırtlağına sığmayan
insan ölene dek yaşamalı diyor
çocuk
yaşamak ölmenin kareköküyse
ve aşk bir ölümden en az iki yaşam
çıkarabilmekse.
ŞİFA NİYETİNE BİR KUPA
BALDIRAN /Vuslat
bu sancılı kelimelerden
geçtiğimde
bu ipek örtülü sevda sunaklarında
ve de
erguvan salkımlarına aldanmadan
baharın
içimin aynalarında yan yana
tuttuğumda elifle vav’ı
seccademi ateşe tuttuğunda bad-ı
saba
harfi harfine vecd olunca
kalbinin eşkali
ve sesimi yitirdiğimde
ve bulduğumda sesimi
acıdan büyük olanın künhüne
vardım
dahi Aşk’tan küçük olanın
hayat ile yazı arasında
a’rafta salınıp duran bir servi
dalı
rüyalar kadar gerçek
nefesim kadar rüya
ve son kurada ölüme çıkar bahtı.
hiçbir melez ırktan değildir
ruhum
nice varaklardan fakat damıtılmış
iksiri
yıkık binlerce sütuna şavkır
ışığı Maveraünnehir’de
Enderun duvarlarından sızan
binler mevsime dokunur elleri
‘soluksuz koşan atlar’ kımıldar
sonra
kalemin ve kaderin sırrına
değdiğinde.
ağlarım hiç olmadığım kadar sen
olarak
gece başlayıp gece biten
hikayelerimde
gül dikenden sorulur o vakit ay
yakamozdan
ben müsveddelerimi yakar da
ağlarım
müntehir tefsirler sunan aklımı
zebercet bir hayal ile takas
ettiğimde
ne efgan artık ne buselik
ateşten harmaniler içinde
yekpare bir yağmurla tamamlanırım
tamamlar dilimdeki pürüzleri Ezel
ve Ebed
meğer ki
bu sancılı kelimelerden
geçtiğimde
ipek örtülü sevda sunaklarından
ve de.
MAĞARADAN ÇIKINCA DİLİ TUTULAN
ADAMIN SON SÖZLERİ /Vuslat
evvel göğe bakardık
güneş çalkalanırdı içimizde bin
debdebeyle
mühr-ü nebi müjdesi taşıyan
kervanlar
ipil ipil geçerdi alnımızdan
çoktan unutulmuş bir yeminin nefti
kelimeleriyle
ve senin ham meyveleri
olgunlaştıran sesin
kutsal neşidelerle soluyan bir
kubbe gibi
kapanırdı soylu yetimliğimiz
üstüne
mor bir çöl gecesi susuzluğunda
ezelden memnu öykülerin hülyasıyla
biz
böyle değildik tufan kalıntıları
başucumuzda her gece
en diriltici öpüşleriyle toprak
kokusu
her sabah yıldızlar semaha
kalkardı damarlarımızda
çünkü bizi menekşelerin ahı tuttu
ten hummasıyla yoğrulan bir leke
sağ yanımızda
güya aşk suretinde tebdil-i
kıyafet
çünkü her tanrı
muzdarip bir kavistir ruhun
selamlığında
yalınız ölüm uzatır defne dalı
ve ne çare biliyorum artık:
bozarsa kan bozar
KAN
bu simsiyah rüyayı.
BEN BURADA DEĞİLİM /Yolcu
kar en çok mavi yağardı ben
küserek kaçarsam
yanmaz idi annemin avcundaki
kelebek
diktiğim gömleklerin ceplerinde
fırıldak
iki kere iki mi elbette seni
sevmek
bu üstad buralarda pek sıkça
dolanıyor
kalbini yokluyorum kalın kara bir
kitap
bir üflesem harfleri teker teker
uçacak
kanımda soluklanan yıllanmış
kirli bıçak
sen yağmurlar altında kör kızlara
el edip
silersin silinirsin dağları
soraraktan
çiziyorsun alnıma gül endamlı
şarkılar
oysa yarıldı bir kez ay hem çok
eskidi çoktan
dudakların kül rengi ellerin
sulusepken
ağlıyorsun ne vakit haydi parola
desem
bir hayal ağacının en çelimsiz
dalına
bağlama çaputları bilirsin mevsim
erken
susarım bura yaban dilim sırça
neyleyim
yalnızlık mı o masalda sana
sonsuz gebeyim.
SONRASI ‘MİNE’L AŞK’ !
/Yolcu
kasılmış bozgun ertesi atlar
arasından
serinkanlı bir muhasaranın
eşkıyaları geçer
geçer tekmil yaban lehçeleriyle
sancısız dudaklardan
en kestirme ölümdür çünkü
perdahlanmış kalplere
gayr-ı meşhur ellerinde koşar
adım uç veren eşkin.
kutsal kapitalin dipçiğiyle
dürtülüp
tastamam puslu bir çarkın ezbere
yalnızlığına akan
sansürsüz kitapların çiğ ve
gelgeç bildirileri
ve yaltak düşlerle oynaşmakta
mahir Babil Kulesi şiirleri ile
sıvazlanadurmaktan körlenmiş
bunca bıçak
bunca sağır tiyatro mıncıklanmış
bunca aşk
kahırlanma zayi olmaz karaborsa
renklerin pazarında
çelik-mavide ufalanır görülmüş
mektupları damgalayan zulum
hilafsız sürgüler manidar bir
kapıyı
onca mağrur apolete karşı
kan-kırmızı.
ve biz
bir ünlem halinde kaldık diye
değil şehrin kadavrasında
civanperçemi yalazlar
yokladığı’çün som acıdan tüfenklerimizi
taşar munis yatağından son yazda
kurumuş ırmak
yordam bilmeyen umudumuzun sebil
oluşu bundan ötürü
yılgınlıktan ilenen dilekçede
mührüm yok
zaferden yüzgeri eden teskeremi
ben yaktım.
NEDEN DİYE SORMA /Yolcu
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip
Kılma derman kim helakim zehri
dermanındadır”
sensizlik böyle işte yankısı yok bir
ünlem
susuz şadırvanlarda cami
güvercinleri
kavganın ilk yumruğunda tükürdüğüm
kanlı diş
ayrılık dörtte dört üstüme kalmış
yolculuğa çıkarken kimi alsam yanıma
kırıyor parmaklarını aşkımın
giyotini
elleri karanfilli şarkılar şimdi
yarım
bir monolog düşkünü şu karanlık
suratım
üstüne adım yazılı defterlerimden
geçtim
geçilecek ne varsa geçtim künyem
münzevi
bir ukde kaldı sade gül yanığı
meramım:
uğramak diyarına kırıkken
parmaklarım.
ÇOLAK HATTAT /Dergâh
kentin son ağacını sarmaladığım
günden
bir sızı kaldı kollarımda
ağaçlar fasl-ı baharın
devrilişini anlatıyordu
ben ağaçları kuşların lişanıyla
seviyordun
ben böyle yalınyürek sevdikçe
ağaçları
kalbimin saçaklarına güvercinler
konuyordu
ellerim bir harf yakalıyordu
dağlanmış öykülerinde caddelerin
içimde seni arıyordu dışımdaki
harf
ellerim acıyordu
kalem kurumuş meğer kaderden yana
koştum omuzbaşlarım kan içinde
kesik damarlarımda terledi dünya
künyem ne imiş bildim, bildim
ateşin ihtarını
kollarım ağaçlar gibi budanınca.
HÜKÜMSÜZ SEVGİLİ /Dergâh
eski güz fotoğraflarımda çözüktür
düğmelerim
kunduralarımın bağı o handan
rüzgar hatrına öyle savruktur
bir uçurtma niyetlense uzak
güneşlere doğru
mutlaka maziyi kürüyen kalbime
havalanır
hiç kimseye kin gütmeyen bir
baharın tanığıyım çünkü
hala rüyalarıma uzanır Endülüs ve
Gazze
uzun yürüyüşlerde bir göze
serinliğine rastlamak umuduyla
hala bir tezene gezinir alnımda
gördüm efsaneler berkiten
manastırları
kufi bir yangınla sokuldum çile
odalarına
minarelerden seyrettim minareleri
küstüren şehri
benim gölgem değilse nedir
güle suret veren isyanın gizemi
nedir her gizemin içine
yerleştiği anlam
ayaklanan bir şair tabiatı yok
edebilir mi şölenleri
azledilebilir mi her çileden
yenik çıkan
sevgili
ben ona kınsız kelimeler
bağışlamıyorsam.
ATLARIN ÇAĞIRDIĞI-
Fezlekede Kan
Astımlı Çocuklar İçin Dağ Havası
Bağbozumu Saati
Buğulu Pencereye Lalezar Haritası
Tünelin Ucu
Mahmur Hayat
Kanamalı Fotoğraf
Kırık Kalp Nakli
Şifa Niyetine Bir Kupa Baldıran
Ben Burada Değilim
Aynı Patikada
Mızıka Dersleri
Hezeyan
Sığ Uçurum
Kan Uyuşmazlığı
İnternetten
Online Sipariş Vermek İçin Tıklayın |
|