DÜNDEN
BUGÜNE ÖZÜRLÜLERİN YAŞAMA HAKKI
Özürlülerin hayat mücadelesi
diğer sosyal gruplara nazaran her
asırda güç olmuştur.
Bazı
dönemlerde ve bilhassa L,azı katı ve
ırkçı ideolojilerin pençesi altında
idare edilen ülkelerde özellikle zihinsel özürlülere yaşama hakkı bile
çok görülmüştür.
Tarihte bunun ilk örneklerini Ortaçağın karanlıklarına gömülen skolastik
ve geri kalmış batı
toplumlarının
uygulamalarında
görmek mümkündür.
Özürlülerin Yaşama Hakkı
bugün tabu olmaktan çıkmış, değişik felsefik ve tıbbi gerekçelerle
tartışma konusu
haline getirilmektedir.
İktisadi alanda yaşayan ve
gittikçe kronikleşen ekonomik durgunluk sosyal hayata olumsuz
tesir yaptığı gibi sosyal
hizmetlerde artan kamusal
harcamaları frenlemek
gayesiyle toplum
içinde en mağdur durumda
olan özürlülerin üzerinde
de akıl almaz oyunlar tertiplenmektedir.
21. asrın eşiğine gelmiş batı toplumları sosyal maliyetleri makul
bir derecede tutabilmek
için özürlülerin
hayat hakkını
kısıtlamak için fikri ön hazırlık yaptığını bu makalede göreceğiz.
1. Tarihte Özürlülere
Yaşama Hakkı
Bütün problemlerin kendine ait
bir tarihi olduğu gibi
özürlülerin ve
onların yaşama hakkı ile ilgili tarihi geçmişi de vardır. Batı
toplumlarının tarihinde, özürlülerin
çoğu zaman ezildiklerini,
hakir görüldüklerine ve zulme
uğradıklarına şahit
olmaktayız. Bunun sebebi de, çoğu kez,
toplumların insan sevgisinden uzak sapık düşünce
yapısından
kaynaklanmaktadır. Haddizatında,
bu cehalet ortamını
hazırlayanlar da
bizzat devleti elinde tutan
Ortaçağın hıristiyan ruhban
kesimiydi.
Ortaçağın batı insanı hıristiyan din-adamlarının telkinatlarının etkisi
altında kalarak, kendisini
çevreleyen tabiatın
insanüstü ve
bedensiz güçlerle (cin, şeytan)
dolu olduğuna ve gözle
görülmeyen bu
varlıkların insanları istila edip onları tedavisi mümkün
olmayan hastalıklara
sürükleyebileceklerine
inanmaktaydılar. (Dreschner;
s. 398)
Dolayısıyla, bu çağlarda hekimlerce maliyeti bilinmeyen
akıl ve ruh hastalıkları
cinlere atfedilirdi
(Sebold; s. 15)
Bununla da kalınmayıp, özürlü
doğan veya daha sonra bu gibi
hastalıklara yakalanıp özürlü
duruma gelen insanlar da,
majik (sihirli) ve
doğaüstü güçlerin etkisi
altında oldukları
varsayımı ile, "cadı" muamelesi görüyorlardı.
Bunun sonucu olarak, bunların
topluma çeşitli
tehlikeler ve zararlar verebilecek bir konuma gelmeleri sebebiyle başta
kilise olmak üzere
devrin siyasi rejimleri
tarafından takip altına
alınmaktaydılar.
Engizisyon mahkemelerinin
kurulmasıyla, "cadı"ların
yargılanmasına müsaade edilmiş
ve özürlülerin birçoğuna
en ağır cezalar
verilmiştir. (König; s. 43)
Bilhassa, fiziki yönden
yıpranmış ve çirkin görünen,
bedenen deforme olmuş veya
deliliğin alametlerini üzerinde
taşıdığı gerekçesiyle "cadı" diye vasıflandırılan insanlar
Kilise ve Pazar meydanlarında diri diri yakılarak öldürülmüştür.
Bu
açıdan bakıldığında,
Rönesans devrinden
başlayarak
aydınlama ve hatta sanayileşme
dönemlerinin başlarına
kadar milyonlarca masum insanın "cadılık"tan dolayı yargılanıp
öldürüldüklerini
söyleyebiliriz. (Sebold;
s. 46–48)
Avrupa'da cadılık davalarından
yargılanan insanların
yalnız özürlülerden
müteşekkil olduğunu
iddia edemeyiz. Ancak,
resmi kayıtlara göre Avrupa'da Ortaçağ’dan başlayarak 18. asrın
sonlarına kadar tahmini olarak 9
milyon insan Cadılık’tan ötürü
ölüme çarptırıldığını
belirtebiliriz. (Sebold,
ss. 49–48)
Bunların kaçının özürlü
olduğunu hesap etmek bir
noktada önem arz etmez kanaatindeyiz, çünkü mahkemece haksız yere ölüme
mahkum edilenlerin hepsi
neticede insandı.
Ancak,
geçmişte "cadı"
gözüyle bakılan insanları bugünün
tıp bilimi ışığı altında
incelediğimizde, bunların birçoğunun zihnen, aklen veya ruhen
özürlü ve dolayısıyla
yardıma ve bakıma
muhtaç insanlardan ibaret
olduğunu burada ifade
edebiliriz.
Bunun böyle olduğunu, tarihte en
son "cadı" yakma
hadisesinden de rahatlıkla anlayabiliriz.
1793
yılında Almanya'nın
Prusya Eyaletinde vuku
bulan bir hadiseye göre, iki yaşlı kadın,
gözlerinde belirlenen
kızarıklığın
komşularının hayvanlarını hasta ettiği iddiası ile yakılmışlardır.
(Döbler; s. 296)
Cadı
mahkemeleri 18. asrın sonlarında dönemin hükümdarları tarafından
kaldırılırken, Bavyera
Kraliyetine bağlı cadı
mahkemeleri 1806
yılına kadar resmen faaliyet
göstermiştir. (Döbler; s. 291)
Özürlülerin diri diri yakılmaları
sadece karanlık Ortaçağın
bir hususiyeti
değildi.
Aynı gelenek bu sefer başka
gerekçelerle ve daha
farklı metotlarla Alman Nasyonal-Sosyalizmin faşist
uygulamalarında görülmüştür.
Hitler Almanya’sında sadece
Yahudiler ölüm
kamplarında topluca zehirlendikten sonra
yakılmışlardır.
Aynı zamanda, Almanya ırkına
mensup olduğu halde sağlıklı ve güçlü bir bedene sahip olmayan özürlüler
de bu dikte rejiminin
kurbanı olmuşlardır.
Hitler'in sağlıklı nesil oluşturma hayaline ters düşen (Hitler; s. 462)
özürlü insanlar
temerküz
kamplarında hekimler tarafından
kobay olarak
kullanıldıktan sonra
bu sefer tek tek açık
meydanlarda değil topluca fırınlarda
yakılmışlardır. (Textor;
s. 179)
2. Özürlülerin Yaşama Hakkının
Bugünkü Boyutu
Şunu itiraf etmek gerekir ki, sosyal devlet yapısına kavuşan
batı ülkeleri bugün adeta
geçmişin günahını
çıkartmak istercesine özürlülere gerek ekonomi, gerek
sosyal, gerekse meslek hayatında önemli imkanlar tanımaktadır.
Buna rağmen, kötü ekonomik gidişatın devam etmesi ile
bilhassa ağır derecede özürlü ve
genelde bakıma muhtaç
insanları rahatsız
eden üzücü gelişmeler de
yaşanmaktadır. Bunlardan
en önemlisi, şüphesiz ki ferdin temel haklarından sayılan yaşama
hakkının üzerindeki
tartışmalardır. Özürlü insanların yaşama hakkını
çok gören görüşler de, yazık ki kendilerini Bio-Etikçi (Biyoloji-Etikçisi)
olarak takdim eden "bilim
adamları" tarafından öne
atılmaktadır. Bu görüşlerin
öncülüğünü Avustralyalı tıp
etikçisi Peter Singer yapmaktadır.
Singer, ahlak ve toplum
değerleri
bakımından çok endişe verici bir
yaklaşımla, insan ve
şahıs kavramlarını birbirinden
ayırmaktadır.
Ona göre, ağır derecede özürlü insanlar genelde
şahsiyetten ve haysiyetten uzak
bir hayat yaşamaktadır,
dolaysıyla yaşama
hakkından da mahrum
edilmelidir.
Bir
yazısında şöyle demektedir tıp etikçisi:
"Sakat olarak dünyaya gelen
bebeklerin ötenazisi
(öldürülmesi)
burada yeterince müzakere
edilmeyecek kadar
girifttir.
Ancak, meselenin özü tabii ki
bellidir: Özürlü bir
bebeğin öldürülmesi moral açısından şahsın öldürülmesi ile
kıyaslanamaz.
Haddizatında, bu
öldürme işlemi çoğu kez bir
haksızlık bile teşkil
etmez" (Singer; s.
188)
Bu görüşlerin perde arkasında
aslında maddeci ve faydacı bir dünyanın işaretlerini görmek
mümkündür. Nitekim,
Singer bunu açıkça
beyan etmektedir:
"Eğer, sakat
bir çocuğun öldürülmesi sağlıklı olarak doğacak başka bir çocuğun
mutluluğuna daha çok katkı sağlıyorsa, mutluluğun toplam değeri sakat
çocuğun öldürülmesinden ötürü daha da artacaktır" (Singer; s. 183).
Bütün hizmetlerin, öncelikli olarak sağlıklı nesillere
götürülmesi gerektiğini savunan
bu görüşler ne yazık ki
bireyselleşen
koplumlarda da
revaç görmektedir.
Hatta o
kadar ki, sosyal
değişime ayak uyduran devletler de bu istikamette politik karar
almaktadır.Bunlardan bir
tanesi Çin'dir. 01.07.1995'den beri yürürlükte olan "Irk Temizliği ve
Koruyucu Sağlık
Kanunu) özürlü
doğabilecek bebeklerin kürtaj yoluyla alınmasını mecburi kılarken
bilhassa zihinsel özürlülerin evlenmelerini de
yasaklamaktadır (Textor; s. 178).
Almanya'da ise, bir özürlünün ölümüne, isteği doğrultusunda
dahi olsa, fiili yardımda bulunmak
suç sayılırken, kişinin isteğine
dayanan ölümüne dolaylı
olarak yani pasif yardımda bulunmak
(mesela zehir temin etmek
gibi) suç teşkil
etmekten çıkmıştır.
Buna göre, özürlü, başkasının fiili yardımına ihtiyaç duymadan
misal verdiğimiz üzere
zehiri kendi
arzusuyla içerek ölümüne bizzat
kendisi sebebiyet verdiği
için öldürücü
maddeyi sağlayan hekim
veya bakıcı bu
yardımlarından
ötürü mesul tutulmayacaktır
(Reinisch; s. 48).
2.1 Avrupa Birliği’ndeki Gelişmeler
Ceza muafiyetinin ötenaziye teşvik ve
ikna için de geçerli olması için
Avrupa çapında "insancıl
ölüm" maskesi altında
çalışmalar yapılmaktadır.
Bununla ilgili olarak, Avrupa Cemaatler Komisyonu 1988 yılında "Koruyucu
Tıp" adı altında
bir proje geliştirmiştir.
Koruyucu Tıbbın gayesinin, insanları, genetik yapının
özelliklerinden kaynaklanan ve değişik hastalıklara sebebiyet
verebilecek risklerden korumak
olduğu ifade edilmektedir.
Dolayısıyla, genetik yapıdan ötürü
yeni nesne değişik
musibetlerin sirayet etmemesi için her türlü
tıbbi tedbirin alınması
da mubah sayılmaktadır (Komission der
Europaischen
Gemeinschaften, 1988).
Böyle bir projeye irsi istidatın korunmasına yönelik tıbbi
müdahaleler programı
şeklinde bakmak
mümkün gibi görünse de
"temiz ve sağlıklı" bir
toplumun oluşması
hedeflendiğinden,
projenin asıl hedefinin sosyal maliyetleri gittikçe artan ve
özürlülerin de içinde yer aldığı aciz
insanların sayısını toplum
içinde azaltmak olduğu da gözden
kaçmamaktadır. (Bleidick 1990, s.
516)
Özürlülerin sayısını azaltmak teşebbüsü sadece düşünce boyutuyla
kalmamaktadır. Avrupa Parlamentosu'na 1988 yılında
"Atipik Çocukların
Sayısının
Azaltılması" adı altında bir kanun
tasarısı sunulmuştur. Bu
tasarının 1.
maddesinde şu ifadeler yer
almaktadır:
"Tedavi edilemeyen bir
özürlülükten
dolayı ömür boyu şahsiyetli bir hayat sürdürememesi önceden belirlenen
ve 3 gününü doldurmamış bir çocuğun hayatının idamesi için gerekli olan
bakımını reddeden bir hakim ne
suç işlemiş ne de kanuna
aykırı bir
harekette bulunmuş olur" (Bleidick, 1994, s. 421). Bir başka
ifadeyle, bu tasarı ile özürlü olarak
doğan çocukların yaşama hakkı daha doğar doğmaz elinden
alınmak istenmektedir. Avrupa Konseyi'nin 1994 tarihli Bio-Etik
tasarısını da bu arada zikretmekte
fayda vardır.
Bu tasarıya göre, tüpte
meydana getiren
embriyonun
üzerinde, 14. gününü aşmadığı müddetçe deneylerin
yapılabilmesine müsaade
edilmektedir.
Ayrıca, özürlü ve aciz insanların da tıbbi araştırmalar kapsamına
alınmaları ön
görülmektedir. Tasarı, tıp dalındaki
bilimsel araştırma
zaruretinin önemini vurgulayarak, özürlülerin üzerinde tıbbi deneylerin
yapılmasını,
muhatapları ve
yakınları tasvip etmeseler dahi,
öngörmektedir.
Bu gibi teşebbüsler yoğun
protestolar neticesinde,
şimdilik kısmen de olsa, akamete uğradığını görüyoruz. Avrupa
Konseyi, Bio-Etik
tasarısını kabul
etmezken Avrupa Parlamentosu'na sunulan "Atipik
Çocukların Sayısının
Azaltılması ile
ilgili kanun tasarısı da bazı
değişikliklere tabi tutulmuştur.
SONUÇ
Temel ahlaki ve insani değerlerin maddeleşen düşüncelerin karşısında
gittikçe erozyona uğraması neticesinde
toplumun en zayıf kesimleri
bundan en fazla zarar
görmektedir. Hele hele,
post-endüstriyel
(sanayi sonrası) ve modern toplumların vazgeçilmez
bir ikilisi haline
getirilen yüksek performans beklentisinin
karşısında özürlüler
adeta "lüzumsuz" ve "fayda getirmeyen"
varlıklar olarak görülmeye
başlanmıştır.
Özürlülerin yaşama
hakkının tartışılabilir olması Batı
toplumları için yeni bir
fenomen değildir.
Ortaçağda cehaletin ve
batı inançlarının gölgesi
altında aciz
insanlar diri diri yakılıyordu.
Yüz yıl evvel aynı
teşebbüsler Sosyal
Darvinizim maskesi altında
yeniden hayatiyet
bulurken bugün bu niyetler daha masum görünen
Bio-Etik tartışmalar çerçevesinde
açıklanmaktadır.
Bilindiği gibi, Sosyal Darvinizm.
tabiatta olduğu gibi
toplumlarda da
kıyasıya bir
varolma mücadelesinin yapıldığını ileri
sürer. Bu itibarla, sosyal mücadele
bir tekâmül şeklinde cereyan
ederken bu vetirede tabii ayıklanma yoluyla
güçlüler hayatta kalır, zayıflar,
acizler ve sisteme ayak
uyduramayanlar yok olup giderler. Bio-Etik
ise, toplumun sağlıklı insanlardan oluşması için, gerektiğinde bu
şartlara haiz olamayanların
modern tıp teknolojisi sayesinde "insancıl"
yöntemlerle öldürülmesini
savunmaktadır. Bizim kültürümüz ve toplum değerlerimiz açısından bu
meseleye baktığımızda, insan
hayatının her fert için çok önemli bir yer teşkil ettiğini görürüz.
Yaratılmış olması hesabiyle, insan,
hangi felaket veya hastalık ile karşı karşıya gelmiş olursa olsun
ölümü asla hak edemez. Bir
özürlünün hayattaki mücadelesi kendisi
ve yakınları için zor bile
olsa, varlığı, topluma ve devlete sosyal yükler bile getirse kimse,
kendisinin isteği bile olsa, hayatına son veremez. Buna, başta dinimiz
cevaz vermemektedir (M.Nuri
Yılmaz; Aksiyon; s. 24).
Maddeci dünya görüşüne sahip tıp etikçileri "insancıl ölüm"
gibi kulağa hoş gelen ifadeler
kullanarak yaşatma
kültürü yerine "öldüren kültürü" benimsemelerini
sağlıklı bir gidişat
olarak görmek
mümkün değildir. Çünkü, öldürme
hakkını istemek tıbbın
"hayat verici" istikametinden vazgeçmek
anlamına da gelmektedir.
Özürlülerin değil hayatına son
vermek onların toplumla
içice olmalarını ve huzur içinde
yaşamalarını temin etmek
hepimizin görevi
olmalıdır.
KAYNAKÇA
Seyyar Ali; Dünden Bugüne Özürlülerin
Yaşama Hakkı; Yaşama Sevinci Dergisi; Yıl: 9; Sayı:103; Ekim-Kasım
98 |