DİLENCİLİKLE MÜCADELEDE BAŞARILI OLMAK İÇİN DİNİ
REFERANSLARI KULLANMANIN / DİNİN MOTİVASYONUNDAN YARARLANMANIN ÖNEMİ*
Doç. Dr. Saffet SANCAKLI**
Özet
Dilencilik günümüz İslam toplumlarında çok yaygın olarak
kendini göstermektedir. O derece yaygın hale gelmiştir ki, ibadet maksadıyle
gidilen Kâbe’de tavaf esnasında bile dilenen insanlara rastlanmaktadır. Bu
durumun İslam toplumları için hiç de iç açıcı olmadığı, olumlu ve güzel bir
tablo oluşturmadığı bir gerçektir.
Hiç kuşkusuz dilencilikle mücadelede başarılı olmanın
yolu, çok yönlü ve çok kapsamlı tedbirler ve projeler ortaya koymakla
mümkündür. Sadece zabıta ve polisiye tedbirleriyle bu sorunun üstesinden
gelmek mümkün değildir. Dolayısıyla dilencilikle mücadelede veya
dilenciliğin kökünün kazınmasında dini referanslardan, dinin motivasyonundan
azami derecede istifade etmek ve yararlanmak gerekir. Çünkü dini değerler
Müslüman bir toplumda oldukça büyük önem arz etmekte ve insanlar üzerinde
olumlu etki yapmaktadır. Din, insan ve toplum hayatında yapıcılık bağlamında
fevkalade etkili ve yaptırım gücü kuvvetli olan bir kurumdur. Özellikle de
bu konuda dinimizin uygulayıcısı ve tebliğcisi konumunda olan Hz.
Peygamber’in hadislerinden istifade etmek elzemdir.
Bu çalışmamızda İslam’da çalışmanın önemi, onurlu ve
şahsiyetli duruş sergilenmesi, Kur’ân ve hadislerin dilenciliğe bakışı,
dilenciliğin oluşmasında uydurma hadislerin etkileri, din kurumlarının bu
konudaki misyonu gibi konular üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Dilencilik, din, Hz. Peygamber, mücadele, dini
referanslar
THE IMPORTANCE OF THE USING RELIGIOUS REFERENCES /
RELIGIOUS MOTIVATION TO ACHIEVE THE FIGHT WITH THE BEGGARY
Abstract
The beggary appear very common in today’s Muslims’
society. So common which when you in the Kabe for praying during the hajj,
you fall in meet the people who is beggar. It is clear that this sitution is
not a pleasant, affirmative and nice table for the Muslims society.
Undoubtedly to achieve the fight with the beggary it is
necessary to take multi-directional and comprehensive precautions and
projects. It is not possible to solve this problem only by detective and
police force precautions. So, in the fight with the beggary or to cleanup
this problem, we have to use the religious references in the maximal degree.
This is so, because, in a Muslim society the religous measures are very
important and has a positive effect on the people. The religion is a
powerful foundation which has an effective power in the life of man and
society. Especially, it is necessary to profit from the traditions of the
Prophet Muhammed who is the operator of our religion.
In this study, we will deal with the following subjects: The
value of the working in Muslim, the value of the exhibition a honored and
personality stand, the view of the Qur’an and traditions for the beggary,
the effect of the made-up traditions on the forming of the beggary, the
mission of the religious foundations on this topic.
Keywords: Beggary, religious, the Prophet Muhammed, the
struggle, the religious references.
Giriş
Bugün diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de
dilenciliği meslek haline getiren ve sayıları küçümsenmeyecek oranda olan
bir kesim, toplumu rahatsız edecek düzeyde hareket etmektedir. Caddelerde,
sokaklarda, cami önlerinde dilenmekle kalmayıp, evlerin kapısına kadar
gelerek, işyerlerine giderek dilenciliği yaygın hale getirmişlerdir. Halbuki
bu kişilerin üzerleri arandığında üzerlerinden çok yüklü miktarda paralar
çıkmakta ve bu kişilerin servet sahibi, gayri menkul sahibi oldukları ortaya
çıkmaktadır. Dilencilerin en çok istismar ettikleri şey, insanların dinî
duygularıdır. Bunlar, karşı tarafı yumuşatmak için dini mesajları kullanır,
dini bu işe alet ederek insanları sömürürler. Bazı saf insanlarımız da
bunlara para verilmediği takdirde dinen sorumlu olunacağını düşünür. Halbuki
tam aksine bunlara hoşgörü göstererek onları bir nevi desteklemiş ve onların
yaptıklarını onaylamış oluruz ki, bunun neticesinde de dilenciliğin
artmasını engellememiz veya önüne geçmemiz imkansız hale gelmektedir. Çünkü
bunlar, bu işi hastalık, meslek ve sanat haline getirmişler ve insanları
kandırarak kolay yoldan kazanç elde etme yolunu tercih etmişlerdir.
Toplumumuzda yaygın hale gelen dilenciliğin yok edilmesi
veya en azından asgariye indirilmesi herkesin talep ettiği, arzu ettiği bir
husustur. Çünkü bu durumdan herkes huzursuz olmakta ve rahatsızlık
duymaktadır. Gerçekten bir toplumda muhtaç olan insanlar var ise ve bu
insanlar çalışamayacak durumdaysalar toplum, o insanları bulup dilenmeye
muhtaç etmeden ihtiyaçlarını gidermelidir. İslâm dini, dilenciliği men
etmesi yanında kişilerin bu duruma düşmemesi için çok yönlü/kapsamlı ve
köklü tedbirler almıştır. İslâm’ın sunmuş olduğu tedbirler dikkatle
incelendiğinde bu tedbirlerin sadece dilencilere yönelik olmadığı, o
toplumda yaşayan herkesi ilgilendirdiği bir gerçektir.
Bugün insanlığın karşı karşıya olduğu terör, açlık, çevre
kirliliği, yoksulluk, uyuşturucu, alkol, ahlaksızlık gibi küresel bazdaki
problemlerin üstesinden gelinmesinde dinden azami derecede faydalanılması
bir zorunluluktur. Dini referanslardan bir netice alınmak isteniyorsa dini
ilkelerin bir bütünlük içerisinde ele alınması ve uygulanması da şarttır.
Örneğin yoksulluk ortadan kaldırılmadığı, işsizlik yüksek düzeylerde devam
ettiği, âdil bölüşüm gerçekleşmediği, infak ve tasadduk tam olarak
uygulanmadığı ve cehalet hüküm sürdüğü müddetçe ne hırsızlık, ne arsızlık,
ne gasb, ne intihar, ne ahlaksızlık ve ne de dilencilik önlenebilir. Bu
olumsuzluklar girdabında çaresiz kalan gerçek manada muhtaç insanlar,
yoksullar, ameliyat parası bekleyen hastalar, yaşamaktan soğumakta,
psikolojik dengeleri bozulmakta, depresyon geçirmekte, intiharı dahi
düşünenler olabilmektedir.
I-İslam Dininde Çalışmanın Önemi, Değeri ve Gerekliliği
Yeryüzünde her canlı, hayatını/varlığını sürdürebilmesi
için kendi çapında çalışmaya muhtaçtır. Eşref-i mahlukat olan insan da
hayatını sürdürmek ve ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak
mecburiyetindedir. İslam dininin temelinde hem dünya, hem âhiret için
çalışmak vardır. İnsan bu dünyaya dinlenmeye, tembellik yapmaya değil,
çalışmaya gelmiştir. Çalışmadan ne dünya nimetlerine, ne de âhiret
nimetlerine nâil olunamayacağı gibi, neticede dünya-âhiret saadeti de elde
edilemez. Her yaptığının ve yapmadığının hesabını verecek olan insanın, var
oluş amacı, dünya ve âhiret hayatı için çalışmak ve dâreyn saadetini elde
etmektir. İnanan kişi, manevi görevi gereği başkasının sırtından geçinen
asalak değil, çalışan, üreten ve başkalarına faydalı olandır. Bu, insanca
yaşamanın bir yoludur. Tembellik sonucunda başkalarına muhtaç duruma düşmek
kadar bir zillet düşünülemez.
İslâm’da çalışan ve kazanan, yani üreten insan, Allah’ın
sevgili kuludur.
En kötü şartlar altında dahi çalışmak başkalarına yük olmaktan daha iyi
görülmüştür.
Şunun iyi bilinmesi gerekir ki, dünya ve âhiret için çalışmak dini bir
vecibedir. İslam dini, hangi meslekten olursa olsun meşrû olduğu takdirde
rızık temin etmenin bir ibâdet olacağını ilan etmiştir. Kişinin çalışması ve
kazancını araması, ilim öğrenmesi gibi her müslümanın üzerine farz olarak
görülmüştür. İslam fıkhına göre, bir
kimsenin kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeğe yetecek kadar kazanç
sağlaması farzdır. Fakirlere ve akrabaya yardım etmek için farz olan
miktardan daha fazla kazanç sağlamak müstahaptır. Güzel bir hayat yaşamak
için daha da çok kazanmak mübahtır.
Çalışma sadece ferdi ihtiyaçları değil, aynı zamanda sosyal ihtiyaçları da
gidermeye yöneliktir. İnsanlara fayda sağlayan bir işte çalışan kimse,
yerine getirilmesi gerekli kifaye bir farzı işlemektedir. Bu görev ihmal
edilirse bütün cemiyet sorumlu olmuş olur.
Böyle bir dine sahip olan bazı insanlar nasıl oluyor da sefil ve zelil bir
hayatı tercih edebiliyorlar?
Kur'ân ve hadisler, insana çalışmayı emretmiş,
miskinliği, ataleti ve tembelliği yasaklamıştır.
“Nefsimi azdırmayayım”
diyerek bir lokma-bir hırkaya razı olmak, çalışmamak, tembellikten doğan
fakirliği meziyet kabul etmek gibi İslâm’ın izzetine ters düşen düşünce ve
davranışlara rağbet etmek gibi bir anlayış hiçbir yönüyle İslâm’a mal
edilemez.
Kur'ân-ı Kerim’de çalışmayla ilgili pek çok
âyetin var olduğunu görmekteyiz: “İnsan için
çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur. İnsanın yaptığı amelinin
karşılığı mutlaka görülür, sonra yaptıklarının karşılığı ona tamamen
verilecektir.”
“Herkese kazandığının karşılığı verilir ve onlara haksızlık edilmez.”
“Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun içinizden çalışanın amelini zâyi
etmem”
“(Cuma) namazı kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan
(fadlından nasibinizi) arayın”
Başka bir âyette de şöyle buyruluyor: “Allah’ın
sana verdiği nimetlerle ahiret yurdunu da gözet. Dünyadaki nasibini de
unutma.”
İslâm’da dünyadan el-etek çekme anlayışına asla yer yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber ruhbanlığın dinde yerinin olmadığını belirtmiştir.
Hz. Peygamber hadislerinde en
güzel, en temiz ve en onurlu kazancın el emeği, alın teri ile elde
edilenin
ve bu yolun peygamberler yolu olduğunu belirtmiştir.
“Hiçbir kimse elinin emeğinden daha hayırlı
lokma yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvûd aleyhisselâm da kendi elinin
emeğini yerdi.”
“Yediğiniz en temiz lokma, kendi kazancınızdan
olan lokmadır.”
“İnsanın yiyip içtiklerinin en helal (ve bereketli) olanı, çalışıp kazanarak
elde ettiğidir.”
İslâm’daki mali ibâdetleri,
hayır-hasenât işlerini yerine getirmek, onların sevabına nail olmak, ancak
çalışma sayesinde ve bunun neticesinde mal-mülk sahibi olmakla mümkündür.
Kur'ân-ı Kerim ve hadisler, bu tür mâlî ibadetleri yapmaya teşvik
etmektedir. Hz. Peygamber, kişinin fakire ve yoksula yardım için çalışmasını
Allah yolunda cihad, gündüzleri oruç ve geceleri namazla geçirme ile âdeta
bir tutmuştur.
“Dul kadınların ve fakirlerin
nafakalarını kazanmaya koşan müslüman kimse, Allah yolunda savaş eden
mücâhid gibidir, yahud gece namazlı, gündüz oruçlu âbid gibidir.”
Dolayısıyla Hz.
Peygamber, ashabına dilenmemeyi ve onurlu bir hareket olan çalışmayı
öğretmiş ve tavsiye etmiştir.
Çalışan ve kazanç sağlayan kişi, aynı zamanda başkalarının maslahatlarını da
gerçekleştirme imkanına sahiptir.
“Her müslümanın sadaka vermesi (hayır yapması) gerekir.”
Etrafındakiler sordu: “Ey Allah’ın Nebisi ya hayır yapacak malı yoksa.”
Hz. Peygamber“O zaman çalışsın. Böylece hem kendine faydalı olmuş
olur, hem de başkasına tasadduk eder.”
buyurdu. “Sen ev halkına bir harcamada
bulunduğun zaman şüphesiz ki, ondan sevap alırsın, hatta hanımının ağzına
verdiğin lokmadan bile.”
Aksi takdirde çoluk-çocuğunun geçimini ihmal etmesi, onları mağdur ederek
başkalarına muhtaç etmesi de kişiye vebal getirmektedir.
Nitekim “Geçindirdiği kimseleri ihmal etmesi kişiye günah olarak yeter.”
buyrulması da bu gerçeği ifade etmektedir.
“Vârisleri zengin bırakman, onları muhtaç ve insanlara el
açar bırakmandan iyidir.”
Hz. Peygamber, aynı zamanda
tembellikten, âcizlikten ve fakirlikten Allah’a sığınmıştır. Bu
olumsuzlukların kendisine sirayet etmemesi için duada bulunmuştur.
“Allahım! âcizlikten, tembellikten,
korkaklıktan ve ihtiyarlıktan Sana sığınırım”
“Fakirlik fitnesinin şerrinden Allah’a sığınırım.”
“Fakirlikten, kıtlıktan, zilletten ve
zulüm (kötülük) etmekten, zulme (kötülüğe) uğramaktan Allah’a sığının.”
Aynı zamanda Hz. Peygamber, fakirliği âdeta itikâdî bazda tehlikeli ve
riskli görmüştür. “Fakirlik neredeyse küfür
olacaktı.”
“Allahım fakirlik ve küfürden/inançsızlıktan Sana sığınırım.”
Cahiliye döneminde fakirlik korkusuyla çocukların canına kıyıldığını haber
veren iki âyet-i kerime, yoksulluğun insanı cinayetlere kadar
sürükleyebildiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Dolayısıyla fakirliğin, bireyler ve toplumlar için sosyal, siyasal,
ekonomik, kültürel, inanç ve ahlak açısından büyük bir tehdit oluşturduğu
bir gerçektir.
Çalışıp kazanmak suretiyle
ileri ve güçlü bir cemiyet olmanın, Allah ve Rasulünün kesin emri olduğunu
gönülden kabullenen ilk Müslümanlar, bir ibadet şevki ile çalışmaya
koyulmuşlar ve başlangıçta ciddi geçim sıkıntısı çekmelerine rağmen kısa bir
süre sonunda en büyük orduları dize getirecek kadar gelişip güçlenmişlerdir.
O kadar ki, daha İslam’ın 50. yıllarında sadaka ve zekat verilecek
fakirlerin bulunmadığı zamanlar olmuştur.
Örneğin, Ömer b. Abdülaziz (ö.101/719) döneminde zekât verecek kimse
bulunamayacak kadar toplum, maddi refah seviyesine yükselmişti.
Çünkü onlar Hz. Peygamber’in
“Kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha
sevimlidir”
“Üstteki el (veren el), alttaki elden (alan el) daha hayırlıdır.”
hadislerini
hayatlarında fiili olarak uygulamışlar ve bunun semeresini de almışlardır.
Vermek varlık sahibi olmayı gerektirdiği gibi varlıklı ve güçlü olmanın yolu
da çalışmaktan geçmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki kişi,
dünya ve ahiret saadetini kazanmak istiyorsa ve her iki dünyada sefalet
içinde rezil ve zelil olmak istemiyorsa soylu ve onurlu bir davranış olan
çalışmayı kutsal bir eylem olarak kabul etmelidir. Hadislerde kendi yaşamını
kimseye muhtaç olmadan, başkasına el-avuç açmadan, şeref ve haysiyetiyle,
alın teri ve emeğiyle kazanan, üretime katkıda bulunan kişi övülmüş ve örnek
gösterilmiştir. Çünkü çalışmak, insana izzet ve şeref, tembellik ise, insan
fıtratına aykırı olduğundan zillet ve felâket getirir.
II-Hayatı Onur, İffet ve İzzet Sahibi Olarak Yaşamanın Önemi
Dinimiz, bize bu dünya hayatını onurlu, şahsiyetli,
iffetli, namuslu, şeref ve haysiyetli bir şekilde yaşamamızı öngörmüştür.
Aksine ezilen, sömürülen, aşağılanan, itilip-kakılan, horlanan bir durumda
olunmamasını istemiştir. Dilencilik, bizatihi kötü bir şey olduğu gibi,
aynı zamanda kişinin onurunu, şeref ve haysiyetini küçük düşürücü bir
olgudur. Kur'ân-ı Kerim, insana üstünlük ve izzet payesini vererek inanan
kişinin zillet içerisinde değil, onurlu ve izzet sahibi olması gerektiğini
şöyle vurgular:“İzzet (şeref, kuvvet ve kudret), Allah içindir, Allah’ın
peygamberi ve mü’minler içindir.”
Kur'ân’da haya sahibi, iffetli, şeref ve haysiyetli fakir övülerek ve takdir
edilerek şöyle anlatılır: “(Yapacağınız
hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için
dolaşamayan fakirler için olsun. Durumlarını bilmeyen kimseler,
iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından
tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük ederek bir şeyler istemez.”
Benzer ifadeler şu hadis-i şerifte de yer almaktadır:
“Miskin bir iki lokma veya bir iki hurma için
kapı kapı dolaşan kimse değildir. Asıl miskin, ihtiyacını karşılayacak bir
şeyi bulunmadığı halde, durumu bilinmediği için kendisine sadaka verilemeyen
ve kendisi de kalkıp insanlardan bir şey istemeyen kimsedir.”
Bu tür iffetli haya sahibi ihtiyaç içerisinde olanlar, kendi hallerine
bırakılmayıp mutlaka araştırılıp bulunmalı ve ihtiyaçları karşılanmalıdır.
Haya sahibi, tok gözlü ve üstün nitelikli insanlar her zaman ve her yerde
onurlu ve şahsiyetli tavırlar içerisinde olurlar. Dolayısıyla Hz.
Peygamber, insanları kendi emekleriyle geçimlerini kazanmaya teşvik
etmiştir. Peygamberimiz bir hadisinde buna işaret ederek “Allah, mü’min,
fakir ve iffetli olan kulunu sever.” buyurmuştur.
Bu hadisin mefhumu muhalifinden iffetsiz olanı sevmez manasını rahatlıkla
çıkarabiliriz. Hadislerde iffetsizlik, hayâsızlık, aç gözlülük, tamahkarlık,
yüzsüzlük kınanmıştır. Bir gün Ensardan bazıları Hz. Peygamber’e gelerek
kendisinden bir şeyler istediler. O da onlara verdi. Sonra yine istediler, O
yine onlara verdi. Nihayet yanındaki şeyler tükenince şöyle buyurdu:
“Yanımda olan bir malı sizden saklayacak değilim. (Ancak) kim iffetli olmak
isterse, Allah ona iffet ihsan eder. Kim halktan istiğna ederse, Allah onu
zengin kılar. Kim sabırlı olmaya çalışırsa Allah ona sabır bahşeder. Hiçbir
kimseye sabırdan daha hayırlı ve sabırdan daha geniş bir nimet
verilmemiştir.”
İslâm dini, herkesin iş-güç sahibi olmasını, insanca
yaşamasını, asgari bir geçim standardına sahip olmasını savunmuş ve temel
ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde olmasını istemiştir. Bu onurlu ve
haysiyetli yaşamanın bir gereğidir. Bunu hadislerinde beyan eden Hz.
Peygamber, “Bizim işimizde çalışan bir
kimsenin; hanımı yoksa evlensin, kimin de evi yoksa kendisine bir ev
edinsin, kimin de hizmetçisi yoksa bir hizmetçi tutsun.”
buyurarak insanca yaşamak için belli bir standart belirlemiştir. Hadis
şârihi Hattâbî (ö.388/988), bu hadisin açıklamasında devletin, bu
imkanları çalışanına bir şekilde sağlaması gerektiğini ifade eder.
İslâm’da ferdin her şeyden önce kendi kendine yeterli olması istenir.
Başkalarına yük olan insan kınanır. Peygamberler dahi kendi el emekleriyle
geçinmişlerdir. Çalışmak ibadet sayılmış ve ona maddi sonucunun ötesinde
sonsuza uzanan bir boyut daha verilmiştir. Çoluk-çocuğu için çalışanın Allah
yolunda olduğu ifade edilmiştir.
İslâm, elde olmayan sebeplerden dolayı fakir, yoksul ve
ihtiyaç sahibi kişileri yalnız bırakmamış, onların ihtiyaçlarını karşılamak
için gerekli tedbirleri almıştır. Bu tedbirler arasında devlet yardımı,
zekat, fıtır sadakası, fidye, kurban, farz veya vâcip olmayan sadakalar,
kefaretler, vakıflar gibi zorunlu olan ve olmayan ibadet şekilleri vardır.
Kardeşlik anlayışı da burada önemli bir rol oynamaktadır. “Mü’minler
birbirlerini sevmekte ve merhamet etmekte bir vücut gibidir. Onun herhangi
bir uzvu rahatsızlandığı vakit, diğer uzuvları da rahatsız olur ve onun için
ızdırap çekerler.”
Ünlü âlim Serahsi, eserinde çalışma gücünden yoksun olan ve gerçekten
ihtiyaç sahibi olanların karınlarını doyurmanın insanlar üzerine farz
olduğunu beyan eder. Eğer bir muhitte bu durumda (âciz) olan bir kişi
ilgisizlik sebebiyle açlıktan ölürse durumunu bilenler buna lakayt
kaldıkları için hepsi bu günaha ortak olurlar. Ancak bazı insanlar ilgilenir
ve yardım ederlerse o farz diğerlerinin üzerinden düşer. Yine âciz olan
böyle bir kişinin açlıktan ölmemek için istemesi farzdır. Eğer bunu yapmayıp
açlıktan ölürse günahkar olur.
İslâm tarihinde Hz. Peygamber döneminden itibaren
toplumda fakirlerin gözetilip korunması ve fakirlikle mücadele edilip
toplumda muhtaç kimsenin bırakılmaması yönünde ciddi tedbirlerin alındığı
bilinmektedir. Bir hadiste “Kim geride bakıma muhtaç kimseler bırakırsa,
onların bakımı bize, geride mal bırakanın malı da mirasçılarına düşer.”
buyrulmuştur.
İslâm dini, yoksullukla mücadeleyi hem ferdî hem de toplumsal bir vazife
olarak ortaya koymuş; bununla da kalmayıp yoksula yardım etmeyi, fakiri
doyurmayı ve barındırmayı ibâdetin bir parçası haline getirmiştir.
Muhacirlerle Ensar arasında kardeşlik kurulması, kölelerin azat edilmesi,
kamu yararına vakıf ve yatırımların teşvik edilmesi, infâk tasadduk gibi
fakirleri korumaya ve gözetmeye yönelik mükellefiyetler, gerektiğinde borçlu
ve fakirlere devlet bütçesinden destek sağlanması da bu tedbirler arasında
sayılabilir.
Kur'ân ve hadislerde infak eden, başkalarıyla malını paylaşan ve sahip
oldukları bu özelliklerinden dolayı hem övülür hem de örnek olarak takdim
edilir: “Ancak iki kişi gıpta edilmeye değer:
Birisi, Allah’ın kendisine Kur’ân ihsan ettiği ve gece-gündüz onunla meşgul
olan (onu okuyan, onunla amel eden) kimsedir. Diğeri de Allah’ın verdiği
malı gece-gündüz (fakirlere) infak eden kimsedir.”
“Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden
fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun”
III-
Dilencilikle Mücadelede Dinin Etkinliği
Toplumumuzda çaresiz kaldıklarından dilenenler olduğu
gibi, dilenciliği meslek edinenler de mevcuttur. Yollarda, kavşaklarda, cami
kapılarında avuç açıp dilenenler arasında, bu yoldan kazandıkları paralarla
büyük servet sahibi olanlar bulunduğu gibi sakat insanları ve özellikle
çocukları dilenmeye zorlayanlar, hatta sırf dilencilik yaptırmak için
çocukları sakat hale getirenler de vardır.
Dilenciliği meslek haline getirenlerin tek gayeleri mal toplamaktır.
Bunların dilenmeleri haram olduğu gibi, halkın onlara vermesini de haram
kabul edenler olmuştur.
Hz. Ömer bir gün kapısına gelen bir dilencinin doyurulması için hizmetçisine
emir verir. Doyurulduktan sonra adamın tekrar dilendiğini işitince
hizmetçisine, “Sana şu adamı doyur demedim mi?” diye çıkışır.
Hizmetçi, adamı doyurduğunu söyleyince Hz. Ömer dilenciye bakmış ve elinin
altında ekmekle dolu bir çuval görmüştü. Bunun üzerine öfkelenerek, “Sen
ihtiyacından dolayı dilenen biri değil tüccarsın!” dedi ve adamın çuvalını
çekip içindekileri sadaka develerinin önüne boşalttı. Ardından da eline
sopayı alarak adamı dövdü. Bir yandan da, “sen dilenci değil tüccarsın!”
diyordu.
Cahiliye Arap toplumunda
insanlardan bazıları, çalışmayı ayıp sayar, çalışmanın kötü ve hakir bir şey
olduğunu sanırlardı. Âdeta dilenmeyi başkalarına avuç açıp yüzsuyu dökmeyi
çalışıp kazanmaya tercih ederlerdi. İslâm, gelir gelmez onların yanlış ve
zararlı bir anlayış içerisinde olduklarını açıkça beyan etmiştir. Çalışmanın
çok faziletli bir davranış olduğunu, tembel tembel dolaşıp başkalarına el
açmanın daha ayıp olduğunu onlara gayet güzel ve ikna edici bir şekilde
anlatmıştır. Hangi meslekten olursa olsun meşrû olduğu takdirde rızık temin
etmenin bir ibâdet olacağını onlara öğretmiştir.
Şu bir gerçektir ki, din, iki cihân saâdeti demek olduğu
cihetle İslâmiyetle zillet ve sefâletin uzlaşma kabul edemeyeceği
muhakkaktır. Hakikî din ile izzet ve servet ikizdir. Hakikî din ile sefâlet
ve zillet bir arada olamaz. Din, müslümanları dünya saâdetini de temin
edecek yollara sevk ettiğinden bittabi zillet ve meskenete çıkan yollar
İslâm dini kapsamına dahil olamaz. Din yükseldikçe ilerleme ve gelişme
olmuş, din gerilemeye başlayınca, dini anlayan ulemâ kalmayınca din ile
beraber müslümanlar da gerilemeye ve sefalete doğru sürüklenmişlerdir.
İslam dini, toplumda var olan tüm mazlumlarla, ezilen
kesimlerle, acizlerle, kölelerle, fakirlerle, yetimlerle, engellilerle
ilgilenmiş ve onların dertlerine/sıkıntılarına çözümler getirmiş bir dindir.
Bu dinin tebliğcisi olan Hz. Peygamber, derdi, sıkıntısı ve sorunu olan
insanların hep yanında olmuştur. Şayet çözüm kendisinde mevcut değilse,
elinden bir şey gelmiyorsa o kişiyi sorunuyla baş başa bırakmayıp, o sorunu
giderecek başka bir kişiye havale eder, ama mutlaka o kişinin sıkıntısını
hallederdi. Sosyal dayanışma ve yardımlaşmaya son derece önem veren İslam
dini, yoksulla, yetimle, dulla yakından ilgilenmiş, ihtiyaç sahibi olan
kişilerin hallerine çözümler sunmuş ve bu alanlarda çok önemli ilkeler
getirmiştir. Ancak bunlara uyulmadığı ya da bunların yanlış anlaşıldığı
zamanlar da sıkıntı ve problemler yaşanmıştır. Örneğin, bugün İslâm’ın
yetimlerle ilgili getirmiş olduğu ilkeleri göz ardı ettiğimiz için
tarihimizde hiç yaşamadığımız, daha önce ismini dahi bilmediğimiz sokak
çocukları sorunuyla karşı karşıya gelmişizdir. Bir gazetede çıkan habere
göre, ülkemizde yılda 500 bebeğin sokağa atılması herkesi düşündürmelidir.
Halbuki bizim medeniyet tarihimizde yetimhanelere, çocuk esirgeme
kurumlarına, huzur evlerine rastlanmamaktadır. Bu kurumlar Osmanlı döneminin
son 30 yılında ortaya çıkmıştır. Çünkü herkes yakınına sahip çıkmış ve bu
görevi ibadet aşkıyla yerine getirmiştir. Toplumun belli bir kesimi
fakirlikle ve açlıkla pençeleşirken öte taraftan diğer bir kesimi de israf
içerisinde boğulmaktadır. Örneğin bir günde 12 milyon ekmeğin çöpe
atılması hem üzücü, hem de düşündürücüdür. Halbuki yukarıda geçtiği
üzere İslâm’ı bir bütünlük içerisinde hakkıyla uyguladığımız ilk dönemlerde
beşinci halife olarak bilinen Ömer b. Abdülaziz zamanında öyle müreffeh bir
hayat yaşanmış ki, zekat ve fitre verecek insan bulunamamıştır. Hatta Ömer
b. Abdülaziz’in, tüccarlar dışında hemen herkese maaş bağladığı ifade
edilmektedir.
Peygamber (s.a.v.), hadislerinde çok sık olarak İslâm’ın
bir hayat dini ve hayatın da mücadele olduğunu vurgulamıştır. O’nun
nazarında tembel, miskin, uyuşuk ve pısırık bir kişi yaşayan ölüdür. İslâm
meskenet ve mezellet dini değildir.
Bu evrensel mesajların/ilkelerin uygulandığı dönemlerde maddi ve manevi
refah seviyesi yaşanmış, dilencilik en aza inmiştir. Osmanlı ülkesini gezen
Avrupalı seyyahlar, Türkler içerisinde dilenci olmadığı, olanlarında başka
milletlere mensup olduğunu söylemişlerdir. Bunun sebebinin de onların
tespitine göre, Türklerin hayır hasenât işine çok düşkün olmalarıdır.
Örneğin ecdadımız muhtaç kişilerin ihtiyaçlarının karşılanması için belli
yerlerde sadaka taşları tesis etmişler, ihtiyaç sahipleri buraya (daha çok
gece) giderek ihtiyacı kadar alır, fazlasını almazmış. Dolayısıyla burada
hiçbir zaman para eksik olmazmış. Aynı zamanla bu usul sayesinde parayı alan
ve veren de bir birlerini görmezlermiş.
Zor durumda kalan kimseler sıkıntılarını bertaraf etmek için başkalarından
yardım isteyebilirler. Yardım istemek ile dilencilik aynı şey değildir.
Dilenciliği bir meslek haline getirmek, bir kazanç kapısı haline getirmek
işte en kötü olan da budur.
Gücü yerinde işsizlere zekât malından sermaye, sanat ve
meslek âletleri gibi imkânlar sağlamak ve iş temin etmek mümkündür. Zekât
mallarıyla işsizlere çalışıp kazanacakları bir iş ve meslek eğitimi
verilebilir. İşsizlerin çalışabileceği fabrika, atölye, ticarethane, çiftlik
gibi yerler açılabilir ve bunlar zamanla kısmen veya tamamen onlara mülk
olarak devredilebilir. Böylece işsizlik, dilencilik ve yoksulluk zekât
mallarıyla ameli olarak önlenmiş ve herkese şerefli bir kazanç imkânı
sağlanmış olur.
İslâm hukukçuları, çalışmayarak dilencilik yoluyla
geçimini sağlamaya çalışanların devlet tarafından çalışmaya zorlanmaları
gerektiğini söylemişlerdir. Eğer, çalışacak iş bulamamaları sebebiyle
dileniyorlarsa, bunlara iş temin etmenin tüm cemiyete, özellikle zenginlere
düşen bir yükümlülük olduğu belirtilmektedir.
Dinimizde çalışabilecek durumda olan bir kişinin dilenmesi kesinlikle
yasaklanmıştır.
Başkalarının el emeğine dayalı olarak yaşamak, hiçbir zaruret olmadan ve çok
geçerli bir mazeret bulunmadan yapılan dilencilik, İslam’a göre en çirkin
geçim yollarından biridir. Çünkü bu, iş ve emek olmadan elde edilen bir
rızıktır. Halbuki Allah Rasûlü, başkasına iyilikte bulunup veren kimseyi,
alan kimseden daha üstün saymıştır.
IV-Kur'ân-ı Kerim’in Konuya Bakışı
Kur'ân-ı Kerim’de, hadislerde olduğu gibi dilencilikle
ilgili geniş ve detaylı açıklamalar söz konusu değildir. Diğer manaları
dışında dilencilikle (sâil kelimesiyle) ilgili beş âyet söz konudur. Dört
âyette isteyen, dilenen anlamında, bir âyette ise fiil (yani istemezler,
dilenmezler) anlamında kullanılmıştır. “Mallarında,
muhtaç(sâil) ve yoksullar için bir hak vardır.”
“Mallarında isteyene ve (istemediği için)
mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar.”
“Öyleyse yetimi sakın ezme. İsteyeni de sakın azarlama.”
Bu üç âyet-i kerimde her zaman zor durumda
kalan yoksulun olacağı ve bunların yardım talep edeceği söz konusu
edilmektedir. Yoksa dilenciliği meslek haline getiren insanlar
kastedilmemektedir. “(Yapacağınız hayırlar)
kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için
dolaşamayan fakirler için olsun. Durumlarını bilmeyen kimseler,
iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından
tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük ederek bir şeyler istemez.”
Son âyet-i kerimede verilmek istenilen mesajın, dilenciliğin onur kırıcı bir
şey olduğu ve kınandığı dile getirilmekle beraber ihtiyaç sahibi olduğu
halde insanlardan hiçbir şey istemeyen ve bu durumunu da insanlara belli
etmeyen iffetli, haya sahibi yoksuldan da övgüyle ve takdirle
bahsedilmektedir.
Kur'ân-ı Kerim’de ayrıca ihtiyaç sahibi manasında fakir
ve miskin kelimeleri de geçmektedir.
Kur'ân-ı Kerim’in en çok üzerinde durduğu husus, vermek istediği mesaj,
ihtiyaç sahiplerinin korunup kollanması, onlara sahip çıkılması, onları aç
ve açıkta bırakılmamasıdır. Özellikle infak ve tasadduk üzerinde yoğun
olarak durulmaktadır. İslâm, ihtiyaç sahibine insan gözüyle baktığı ve
toplumda onun da insanca yaşama hakkına sahip olduğu olgusunu benimsediği
için onlara maddi ve manevi yardım yapılmasını her zaman teşvik etmiştir.
Yoksul, yetim ve miskinin korunması ve sahiplenilmesi istenmektedir.“Yoksulu
doyurmaya teşvik etmezdi.”
“İşte o, yetimi itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez;”
“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp
savurma.”
“O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın
rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
Öyle anlaşılıyor ki, bu âyetlerde zenginin
malında yoksulun hakkı olduğu vurgulanır. Kur'ân-ı Kerim’de cömert,
paylaşan, isâr sahibi insanlar çokça zikredilmekte ve övülmekte olup,
müslüman zengin müslümanca tavrından dolayı bir nevi örnek olarak
gösterilmektedir. Başkasına el-avuç açan, başkalarının sırtından geçinen
insanlar ise övülmemektedir. Övülenler ve örnek gösterilenler hakkında pek
çok âyet ve hadis söz konusudur. Hz. Peygamber, bir hadisinde “Yemeğin en
kötüsü zenginlerin dâvet edilip fakirlerin terkedildiği velime yemeğidir.”
buyurarak yoksulların her zaman gözetilmesinin ve onların
dışlanmamalarının gerekliliğini vurgulamıştır.
Kur'ân, servetine mağrur olup şımaran Kârun’u ya da Kârun
gibileri, sahip oldukları aşırı servetlerden dolayı kınamaz; bilakis onlar
fakir ve fukaranın alın teriyle zenginleştikleri halde, bu mağdur kesimleri
korumadıkları, gözetmedikleri, yaşadıkları yoksulluk sıkıntılarının
giderilmesi için üzerlerine farz kılınanı yerine getirmedikleri ve bu
sûretle Allah’a isyan ettikleri için “kötü zenginler” olarak takdim
eder. Yine Kur'ân, bu tür niteliklere sahip zenginleri, Allah’a
inandıklarını söyleseler, ibâdet de yapsalar dinde yalancı ve riyakâr olarak
vasıflandırır ve onları kınar.
Hz. Peygamber, eğitim
öğretim faaliyetine Mekke’de başladığı zaman, iki önemli husus getirmişti.
Biri, imân yani tek Allah’a imân etmek, diğeri de içtimai hayatta bu imânın
gereği neyse onu yapmaktır. İkisi birbirine bağlıdır. Onun için sık sık
okuduğumuz “Eraeytellezi yükezzibübiddin” (dini yalanlayanı gördün mü?)
ifadelerinde
hem imân etmek hem de yoksula aldırmamak, bu mümkün değildir. Kişi bu
durumda imândan çıkmaz, ama böyle bir imânın içtimai boyutu yoktur. Musa
Carullah, imânı, aynı zamanda içtimai imân diye tarif eder, sosyal boyutu
olan bir imân. O halde “Elhamdülillah” ben müminim, yoksula aldırmam,
engelliye aldırmam, zekata aldırmam, yardıma aldırmam demek doğru olmaz.
İmân aksiyon olmayı, faal olmayı gerektirir.
Varlıklı kimseler yani zenginler, yoksulları düşünüp
onlara gereken yardımı yapmazlarsa o toplumda sosyal dengenin bozulması
kaçınılmaz olur, karşılıklı sevgi, saygı ve kardeşlik duyguları yok olur.
Dolayısıyla böyle bir toplumda yani sosyal adâletin sağlanamadığı bir
toplumda husûmet, kin ve nefret duyguları hâkim olur.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, devlet ve gerekse
toplumun sivil kesimini temsil eden vakıf ve derneklerin, aç ve yoksul
insanları kendi başlarına bırakmamaları, onlara onurlarını koruyacak şekilde
yardımcı olmaları, yaralarını sarmaları ve yoksulluğun giderilmesi için
araştırmalar yapıp projeler üretmeleri, toplumumuzun selameti ve geleceğe
güvenle bakması açısından önemli bir toplumsal görevdir. Toplumda aç olanı
doyurmak, çıplak olanı giydirmek, hasta olanı tedavi ettirmek, bekâr olanı
evlendirmek, evsiz kalanı ev sahibi yapmak ve okumak isteyeni de okutmak,
devletin ve sivil toplumun en temel görevlerindendir.
Ancak bu imkânlar sağlandıktan sonra ısrarla kapı kapı dolaşıp dilenenler bu
davranışlarından vazgeçmeleri için cezalandırılmalıdırlar.
V-Hadislerin Konuya Bakışı ve Hadislerin Dilenciliği Yasaklaması
Hadis kaynaklarını tetkik ettiğimizde dilencilikle ilgili
pek çok hadisle karşılaşmaktayız. Bu hadislerin bir kısmı bu duruma gelmiş
insanlara bu durumdan kurtulmak için alternatifler, çareler sunmakta, bir
kısmı kişinin onur ve izzetini koruması gerektiği üzerinde durmakta, bir
kısmı da çok açık olarak dilenciliği men etmektedir. Bazı muhaddisler,
kitaplarında “dilenciliğin men edilmesi, kerih/çirkin görülmesi,
yasaklanması” şeklinde bâblar açarak hadislerden anladıklarını bâb
başlıklarına yansıtarak konuya dikkat çekmişlerdir.
Hatta muhaddislerden Dârimi, “Varlıklı olduğu halde dilenen kimseye sert
davranmak.” şeklinde bir bâb başlığı da dikkat çekicidir.
Hz. Peygamber, yaşadığı dönemde devlet başkanı olduğu
için ihtiyaç sahiplerini her zaman gözetmiş, gerçekten ihtiyaç sahibi
olanlara vermiş, kimseye hayır dememiştir. Çalışabilecek durumda olanları da
çalışmaya yönlendirmiştir. Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in, dilenciliği
men eden, tasvip etmediğini gösteren pek çok hadisi vardır. Bir hadiste
“Sizden herhangi birinizin sırtına bir bağ odun
yüklenip satması, herhangi bir kişiden dilenmesinden daha hayırlıdır.”
buyrulmuştur. İnsanın, şeref ve haysiyetini, zillet ve hakaretten korumak
hususunda hiçbir din, İslâm kadar büyük titizlik göstermemiştir. Hz.
Peygamber, insanları dilenerek değil de şeref ve haysiyetli bir yol olan
kendi emekleriyle geçimlerini kazanmaya çağırmış ve bunun daha hayırlı
olduğunu ifade etmiştir. Çünkü dilencilik, insanın şeref ve haysiyetini
yıkan ve onu minnet veya zillet altına iten bir geçim vasıtasıdır.
Hz. Peygamber, hadiste ihtiyaç sahibi kişilere çalışma konusunda bir
eğitimci olarak alternatifler göstermekte ve hiçbir mesleğin hakir
görülmemesini bir nevi imâ etmektedir. Hangi meslek olursa olsun küçümsenmez
ve o mesleği yapan ayıplanmaz.
Aşağıda vereceğimiz hadisler dilenciliğin hem bu dünyada,
hem de öte dünyada ne kadar çirkin bir şey olduğunu ve ahirette bu kişilerin
karşılaşacakları azabın ne kadar kötü olduğunu ifade etmede yeterlidir.
“Her kim malını çoğaltmak için insanlardan
mallarını isterse o, ancak ateş parçası istemiş olur. Artık ister azını,
ister çoğunu istesin.”
Eli ayağı tutarken, çalışıp kazanmaya gücü yeterken, yapabileceği iş de
varken tembellik edip dilencilikle hayatını sürdürmek, başkalarının
verdikleriyle yetinip çalışmamak, insan haysiyet ve izzetine yakışmayan
büyük bir zillet ve aşağılıktır. İnsan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen
bir hastalıktır.
Kadı Iyaz’a göre bu hadisin manası; dilencinin ateşle azap olunmasıdır.
Mamafih zâhiri manası da kastedilmiş olabilir. Bu takdirde dilencinin
topladığı mallar ateş parçası olarak vücudu onlarla dağlanacaktır.
“Dilenmekten sakınmak isteyenleri Allah iffetli kılar,
halka karşı tok gözlü davranmak isteyenleri de Allah, insanlara muhtaç
olmaktan kurtarır.”
“Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah’a yemin ederim ki, sizden biri benden bir
şey ister, hoşuma gitmemesine rağmen (istediğini) benden koparırsa verdiğim
malın bereketini görmez.”
Günümüzde de bu tür insanlarla karşılaşırız, sizden bir şey koparmadan
peşinizi bırakmaz, adeta sizi vermeye mecbur eder, vermeden kurtulamazsınız.
İşte bu insanların haya perdeleri yırtılmış, onur ve izzetleri kalmamıştır.
Bu tür insanlara yaptıklarının çok yanlış olduğunu anlatmak gerekir.
Peygamberimiz de kendisinden bu şekilde ısrarla istenmesinden hiç
hoşlanmazdı. O, böyle yapanlara tepki göstermiş ve bunu yasaklamıştır.
“İçinizden birilerinin, yüzünde bir parça et bile
kalmamış olduğu halde Allah’ın huzuruna çıkacağı güne kadar dilencilik
aranızda sürüp gidecektir.”
İhtiyacı olmadığı sırf mal toplamak maksadıyla dilenmeyi adeta meslek
edinmiş olan yüzsüz kimselerin toplumlarda daima bulunacağı ve böylesi
kimselerin kıyamette huzur-i ilahiye yüzlerinde bir parça et bulunmaksızın
çıkacağı açıkça ortaya konmaktadır. İskelet haline gelmiş bir yüz, korkunç
derecede çirkin ve ürkütücüdür. Böyle bir durumdan kurtulmanın çaresi ise,
hiç şüphesiz dilenciliği terk etmektir.
“Kim bana halktan hiç bir şey dilenmeyeceğine dâir söz
verirse, ben de ona cenneti garanti ederim.”
Bu hadis de ilginç mesajlar vermekte ve
dilenmemenin, insana getireceği kazanımı ifade etmektedir. Çünkü dilenmemek
kuvvetli bir iradeyi ve olgunluğu gerektirmektedir. Hz. Peygamber, sahabeyi
bir yerde eğitmektedir. Bu işlerden kendini alıkoyamayan insanları
anlatarak, ikna ederek, kötülüklerini izah ederek kısaca ahlak eğitimiyle o
huylardan koparmaya çalışmaktadır.
“İhtiyacı olmadığı halde her kim başkalarından yardım
isterse, kıyamet gününde yüzü yırtık ve tırmalanmış olarak Allah’ın huzuruna
gelecektir.”
Dilenciliği meslek/alışkanlık haline getiren
ve insanların merhamet duygularını kullanarak bu yolu ısrarla devam
ettirenlerin ağır cezaya çarptırılacakları hadiste açıkça beyan
edilmektedir. Böylesine bir cezanın verileceği haberinden kaç dilencinin
haberi var acaba?
“Müslüman
olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat
etmesini bilen kurtulmuştur.”
Yani Allah’ın kendisi için takdir ettiğine
razı olan, bununla geçinmeye çalışan ve kanaat sahibi olan kurtulmuştur. Bu
duygulara sahip olmayan bir kişi sürekli hata yapar ve neticede huzurlu
olamaz. Hz. Peygamber, ashâbdan inanç, ibâdet ve itaat konularında zaman
zaman biat aldığı gibi bir seferinde “Kimseden bir şey istememeyi de”
ilave etmiş ve bu hususun önemine dikkat çekmiştir.
“Dilenmek yüz karasıdır, kişi dilenmek suretiyle kendi
yüzünü lekeler, sadece devlet başkanından hakkını istemesi, ya da zaruret
sebebiyle dilenmesi böyle değildir.”
Burada da kişi, dilenmek suretiyle tırmalanmanın yüzünde izler bıraktığı
gibi, kimlik ve kişiliğinde, izzet ve şerefinde kara lekelerin meydana
gelmesine sebep olur. Toplum içinde itibarını kaybeder. Bu sebeple kişinin,
saygınlığını ve şerefini koruyabilmesi için kimseye yüzsuyu dökmemesi yani
dilenmemesi gerekir.
Görülüyor ki, bu hadislerin vermiş olduğu ortak mesaj;
dilenciliğin hoş görülmemesi ve insanların çalışmaya teşvik edilmesi
istikametindedir. İş yapabilecek ve çalışabilecek durumda olan bir insanın
dilenmesi, adeta başkasının emeğine ortak olması ve ondan bir hak iddiasında
bulunması demektir. Oysa onun buna hakkı yoktur. Böyle bir durumda dilenmek
haramdır. Hadis de “Kimin yanında yetecek malı olduğu halde dilenirse,
kendisini ateşe götürecek şeyi çoğaltmış olur.” beyanıyla buna açıklık
getirmektedir.
Kur'ân’da olduğu gibi hadislerde de şerefini koruyan
yoksullarla fakirliği istismar eden ve dilenmeyi bir kazanç yolu sayanlar
arasındaki ahlaki farka dikkat çekilmiştir.
Enes b. Mâlik, şâhit olduğu bir olayı şöyle anlatır: Allah Rasûlü’nün
(s.a.v.) yanına ensârdan dilenci bir adam geldi. Allah Rasûlü, ona evinde
bir şeyi olup olmadığını sordu. Adam, evde bir bez parçası bulunduğunu,
bunun bir kısmını üstlerine alıp bir kısmını da altlarına serdiklerini; bir
de su içtikleri bir kâselerinin bulunduğunu söyledi. Allah Rasûlü,
“Onları bana getir” dedi. Adam getirdi. Peygamber, bunları açık
artırmayla iki dirheme sattı ve aldığı iki dirhemi, bu adama vererek şöyle
dedi: “Bunun bir dirhemiyle yiyecek al, âilene götür; diğeriyle de bir
keser al, bana getir.” Adam öyle yaptı. Allah Rasûlü (s.a.v.) kendi
eliyle kesere bir sap taktı ve o kişiye, bununla gidip odun toplamasını, 15
güne kadar bir daha gelmemesini söyledi. Adam gitti, odun toplayıp sattı.
Bir süre sonra geldi. On dirhem kazanmıştı. Hz. Peygamber, bu paranın bir
kısmıyla yiyecek, bir kısmıyla da giyecek almasını emretti ve buyurdu ki:
“Bu şekilde hareket etmen, kıyamet gününde alnında dilencilik lekesi olarak
gelmenden hayırlıdır. Dilencilik ancak mecbur bırakan şiddetli fakirlik,
ağır bir borç, ya da insanı acı durumlara sokan kan (bedelini ödeme)
durumlarında olabilir. (Bunların dışında dilenmek câiz değildir)”
Bu ve yukarıdaki hadisten anlıyoruz ki, devletin görevi birinci derecede
vatandaşına iş bulması ve onu işsiz olarak bırakmamasıdır. Bunu devlet
sağlayamıyorsa özel sektörün/işverenlerin, fabrikatörlerin sağlaması
gerekir. Hatta işsizlik sigortasının Avrupa’daki gibi yaygın hale
getirilmesi gerekir ki, insanlar mağdur edilmesin, zor durumda kalmasın.
Böylece sosyal güvenliğin sağlanması gerçekleşmelidir.
Adamın biri Hz. Peygamberden bir şeyler istedi, Hz.
Peygamber de verdi. Adam ayağını eşikten dışarıya atınca Peygamberimiz şöyle
buyurdu: “Eğer dilenmenin günahını bilseydiniz,
hiç biriniz bir şeyler istemek için bir adım bile atamazdınız.”
Bu gibi mesajlarda başkasından yardım istemenin hem onur kırıcı hem de
uhrevi cezalar gerektiren bir tutum olarak gösterilmesi sahâbîleri derinden
etkilemiştir. Nitekim, “Onlardan birinin kamçısı yere düşse herhangi bir
kimseden kamçısını kendisine vermesini bile istemezdi.” anlamındaki rivayet,
sahâbîlerin dilencilik karşısındaki duyarlılıklarını ifade etmek üzere
çeşitli kaynaklarda ve değişik ifadelerle nakledilmiştir.
Hatta Sevbân isimli bir sahâbî, “Halktan bir şey istemeyeceğine kim bana
söz verirse, ona cenneti garanti edeyim.” hadisini duyduktan sonra
hiçbir kimseden bir daha bir şey istemedi.
Hz. Peygamber bir gün Hz. Ömer’e bir hediye gönderdi. Hz. Ömer onu iade
edince ona niçin hediyeyi iade ettin diye sordu. Hz. Ömer ya Rasûllah,
bizden biri için en hayırlı olanın, hiçbir kimseden bir şey almaması
olduğunu sen bize haber vermedin mi? dedi. Hz. Peygamber, bu dilenmek
suretiyledir, ama dilenmeksizin olursa o, Allah’ın sana verdiği bir rızıktır
buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allah’a
yemin ederim ki, hiçbir kimseden bir şey istemeyeceğim. İstemeksizin bana
gelen bir şeyi de alırım.” dedi.
İnsanın ancak yukarıdaki hadiste geçtiği üzere başka bir
çıkış yolu bulamaması, çok zorunlu olduğu hallerde temel gıda ve
ihtiyaçlarını temin edememesi veya borcunu ödemekte çaresiz kalması
durumunda başkalarından yardım isteme hakkı olabilir.
Dolayısıyla dilencilik bir kazanç/gelir kapısı değil, zaruret haliyle
sınırlı bir ruhsattır. İslâm âlimleri bu ruhsatın verilmesinde şu şartlara
dikkat edilmesinin gereği üzerinde durmuşlardır: 1- Dilenen kişinin
gerçekten zaruret içinde olması gerekir. Bu durumdaki bir kimse, bir süre
beklemekle ihtiyacını karşılama imkanına sahipse ve bundan dolayı ağır bir
zarar görmeyecekse beklemeyi tercih etmesi gerekir. Zaruret hali ortadan
kalkınca dilenmek de ortadan kalkar. 2-Dilenen kişi şahsiyetini korumalıdır.
Uygun gördüğü varlıklı kişiye ihtiyacını anlatmakla yetinmeli, ondan açıkça
bir şey istememelidir. Eğer istemek mecburiyetinde kalırsa ısrar etmemeli ve
kendisini küçük düşürücü davranışlardan kaçınmalıdır. 3-Kendisinden yardım
istenen kişinin seçiminde isabetli hareket edilmelidir. Bu kişinin fakirin
halini anlayan, başa kakmayan, azarlamayan birisi olmalıdır. Âlimler gönül
rızasıyla vermeyen kişiden sadaka almayı caiz görmemişlerdir.
Hanefilere göre cesedini örtecek elbise ile o günün azığına malik olanın
dilenmesi helal değildir.
Maverdî (ö.450/1058), dilencilikle ilgili şu görüşlere yer verir: Güç,
kuvvet sahibi biri çalışmayıp dilenirse, dilenmekten men edilir. San’atla,
işle meşgul olması emredilir. Hâlâ dilenmeye devâm ederse huyunu terk edene
kadar cezâlandırılır. Dilenmesi yasak edilen birine mal ve iş bakımından
yardım etmek gerektiğinde mal sahiplerinin dilenir durumda olanlara zorla
infâk etmeleri, çalıştırıldığında ücretini vermeleri emredilir.
Çalışma gücüne sahip olmayan veya kazancı geçimine
yetmeyen muhtaç ve fakirlerin yardımına devletin ilgi göstermesi ve onları
dilenmekten kurtarması gerekir.
İslâm, yoksullara bakmak için zenginlere manevi bir sorumluluk yüklemekle
yoksulların menfaatlerini güven altına almıştır.
Dilencilikle ilişkisi olan samimi olarak inanan bir kişi,
Hz. Peygamber’in bu mesajlarından haberdar olduğu takdirde durumunu ciddi
olarak gözden geçirme ihtiyacını duyacak ve kerih görülen bu durumdan imtina
edecektir. Bu konuda zabıtanın zaman zaman topladığı dilencilere işin ehli
tarafından bu konuların anlatılması, kavratılmasının faydalı ve gerekli
olacağı kanaatindeyiz. Nasıl ki ceza evlerinde tutuklulara dini konuşmalar
yapılıyor, bir nevi din eğitimi veriyor ve bunun olumlu sonuçları
görülüyorsa, aynı şekilde dilencilere de dinin bu mesajları anlatılmalıdır.
Mesele sadece polis, zabıta tedbirleriyle halledilmiş olsaydı, bugün
dilenciliğin artmamış aksine azalmış olması gerekirdi. Dolayısıyla toplumda
yaşadığımız olumsuzlukların ortadan kaldırılması konusunda veya bu
olumsuzluklarla mücadelede dinin motivasyonundan azami derecede yararlanmak
gerekir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber kendisine
dilenmek için gelenleri sürekli çalışmaya teşvik etmiş, onlara onurlu,
şerefli yaşamanın ve çalışmanın yollarını göstermiştir. Çünkü O, biliyordu
ki dilencilik çalışmanın ve ilerlemenin önünde bir engeldir. Dilenmenin
kişinin onur, şeref ve haysiyetini kırdığını bildiği için çalışma konusunda
gevşek davranan kişilere kızarak her defasında onlara çalışma yollarını,
usullerini göstermiş ve öğretmiştir. Hadislerinde el emeği, alın teri ile
helâl yoldan kazanmanın en hayırlı kazanç olduğu ve bunun peygamberler yolu
olduğu mesajını vermiştir.
VI-Dilenciliğin Oluşmasında Uydurma Hadislerin Rolü
Genel olarak tarihi süreç içerisinde bazı hadislerin
yanlış anlaşılması ve uydurma hadislerin olumsuz etkileri neticesinde dinî
bazı konuların yanlış anlaşıldığı bir gerçektir. Örneğin bunlar arasında
zühd, fakirlik, tevekkül, dilencilik gibi konuları burada zikredebiliriz.
İşte bu bağlamda dilencilikle ilgili bazı hadislerin yanlış anlaşılması ve
konuyla ilgili uydurma hadisler, dilenciliği belli ölçüde
özendirmiş/artırmış olabilmektedir.
Bu uydurma hadisler arasında dilencilikle yakın ilişkisi
olan fakirlikle ve fakirliği/fakirleri övücü mahiyette uydurmaların sayısı
küçümsenmeyecek bir orandadır. Özellikle bazı sûfiler fakirliğin faziletiyle
ilgili uydurma hadislere itibar etmişler ve bunun neticesinde çalışmayarak
fakir kalıp geçim sıkıntısı çektiklerinde dilenmeyi sakıncalı
görmemişlerdir. Örneğin fakirlikle ilgili şu uydurmalar çok revaçta
olmuştur:
“Fakirlik benim övünç vesilemdir, ben onunla övünürüm.”
“Bu ümmetin en hayırlıları fakir olanlarıdır. En süratli bir şekilde cennete
yerleşecek olanları da zayıf (fakir) olanlarıdır.”
“Müminin dünyadaki hediyesi fakirliktir.”
“Fakirlik bir mümine atın yanağındaki dizgin ve alnındaki beyazlıktan daha
süslüdür.”“Her
bir ümmet için anahtar vardır. Cennetin anahtarları, miskin ve
fakirlerdedir. Onlar kıyâmet gününde Allah ile beraberdir.”
“Fakirlerle birlikte oturup kalkmak tevâzudandır ve üstün bir cihaddır.”
“Fakirlerle birlikte bir toplum olun, çünkü kıyâmette onların devleti
vardır.”
Fakirliğin faziletinden bahseden bu tür uydurmaların hem fakirliğin, hem de
dilenciliğin oluşumunda/yaygınlaşmasında etkili ve özendirici olduğu
kanaatindeyiz.
Hatta bazı büyük sûfiler de, müridlerine nefsin kibrini
kırmak için dilenmeyi bir usul olarak tavsiye ederlerdi. Tasavvuf
kaynaklarında bunun çokça örneklerini görmek mümkündür.
Bu düşüncede olan sûfilerin, dilenciliğin kökleşmesinde ve yerleşmesinde bu
tavır ve düşüncelerinin etkili olmadığını söylemek mümkün değildir.
Aynı şekilde dilenciliği haklı gösteren, âdeta
dilenciliği teşvik mahiyetinde uydurma hadisler de vardır. Özellikle meslek
haline, bir gelir kapısı haline getirmiş insanların kapı kapı dilenmelerinde
bir sakınca görülmediğini ifade eden uydurmalar hayli yaygındır.
“Dilenci, Aziz ve Celil olan Allah’ın, kuluna hediyesidir.”
“Gece dilencilerini geri çevirmeyiniz. Çünkü onlar, ne ins ne de cin
tâifesindendirler. Allah’ın size verdiği nimetler hususunda, sizin ne
yapacağınızı görmek için gelirler.”
“Dilenciler doğru söylemişlerse (gerçekten ihtiyaçları varsa) onları
reddeden felah bulmaz.”
“Dilenciye at üzerinde bile gelse veriniz.”
“Dilenci, altın eğerli bir at üzerinde de gelse, bir hakkı vardır.”
“Kim bir miskine buyur derse, cennet ona vacip olur.”
Bu tür uydurmaların, dilenciliğin oluşmasında,
yaygınlaşmasında etkili olmadığını söylemek mümkün değildir. Bu tür
uydurmalar, dilenciliğe rağbeti artırmış, onların bir yerde haklılığını
onaylamıştır. Bu uydurmaların doğru ve gerçek olmadığını insanlara ve
topluma anlatmak gerekir. Kısaca diyebiliriz ki, dini referansların yanlış
anlaşılması veya dinden olmadığı halde dine sokulan bazı rivayetler ve
uydurmalar insanların zihinlerini karıştırmakta ve düşüncelerini olumsuz
yönde etkilemektedir.
VII-Dilencilikle Mücadelede Dini Kurumlara Düşen Görevler
Dini kurumların en önemli ve en başta gelen görevleri
halkı din konusunda sağlam ve doğru bilgilerle aydınlatmak, varsa onlarda
oluşan yanlış anlayış ve görüşleri bertaraf etmek, doğru bilgileri
aktarmaktır. Devlete ait dini kurumlar denildiğinde aklımıza DİB., İlahiyat
Fakülteleri, ilk ve orta öğretimde din derslerini/İHL’lerin mesleki müfredat
programlarını yürüten ve Milli Eğitim bakanlığına bağlı Din Öğretimi Genel
Müdürlüğü gelmektedir. Dilencilikle mücadelede bu kurumların yapabilecekleri
hizmetleri/çalışmaları küçümsememek gerekir. Öncelikle bu kurumlar, örgün ve
yaygın eğitim/öğretim yoluyla ve yapacakları araştırma ve yayınlarla bu
konuda önemli ölçüde katkı sağlayacakları ve yararlı faaliyetler yapacakları
muhakkaktır. Dilenciliğin en fazla cami kapılarında icra-ı faaliyet
gösterildiğini hesaba katacak olursak bu noktada DİB’lığına önemli görevler
düşmektedir. En başta halkı, dilenciliği meslek haline getirenlere karşı
uyanık olmalarını, onlara rağbet etmemelerini ve dini duygularının istismar
edilmesine fırsat vermemeleri konusunda bilgilendirmeli ve
bilinçlendirmelidir. Din görevlileri yapacakları konuşmalarla sürekli halkı
bu noktada aydınlatmalıdır. Aynı zamanda konuyla ilgili halka broşürler,
kitapçıklar dağıtarak katkıda bulunmalıdırlar. Bu konuda bazı araştırmaların
yapılmasına, ilmi toplantıların tertiplenmesine ön ayak olabilirler.
İlahiyat fakülteleriyle birlikte koordineli çalışmalar da planlayabilirler.
Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, örgün eğitimde ders
kitaplarında bu konulara da yer vererek öğrencilerin dikkatini çekici
mahiyette bir takım çalışmalar yapabilir. Din derslerinde, İHL’lerinin
meslek derslerinde bu konulara belli oranda yer vermesi, en azından okuma
parçalarıyla hedeflenen mesajların öğrencilere ulaştırılmaya/verilmeye
çalışılmalıdır. En azından kendilerinin de bu konuda sorumlu olduklarını ve
üzerlerine düşen bazı görevlerin var olduğunu bilmeliler.
Dini ilimlerin en üst seviyede incelendiği ve
araştırıldığı yerler olan İlahiyat fakülteleri de dilenciliğin ülkemizde bir
sorun/problem olduğunu bilmeli ve bu konunun kendilerini de yakından
ilgilendirdiğini ve konuda kendilerinin de bazı çalışmalar yapmaları
gerektiğini bilmelidirler. Hem öğrencilerini yetiştirirken bu konularda
birikimli, bilinçli olacak şekilde yetiştirmeli, hem de bu konularla ilgili
ilmi çalışmalara önem vermelidir. Fakülteler bünyesinde konuyla ilgili
dilenciliğe dinimizin bakışı, dilencilikle mücadele, konunun sosyal ve
psikolojik yönü gibi konularda ilmi araştırmalar, tez çalışmaları yapmalı,
bu konuda halkı aydınlatan yayınlar çıkarmalıdır. Aynı zamanda halkı irşat
etmeli ve halka yön vermek için konuşmalar, konferanslar ve paneller
düzenlemelidir. Dini kurumların bu konularda görevlerini hakkıyla
yaptıkları takdirde toplumda çok etkili bir misyon ifa edeceklerini
umuyorum.
Sonuç ve
Öneriler
Dilencilikle mücadelede başarılı olmak için çok yönlü ve
çok kapsamlı çalışmaların yapılması kaçınılmazdır. Sadece ekonomik, sosyal,
psikolojik veya polisiye/zabıta tedbirlerle bu işin üstesinden gelmenin
mümkün olamayacağı ortadadır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da dinin
yaptırım gücünden yararlanmak gerekmektedir. Sadece dilenci merkezli veya
dilenciye yönelik hareket edilmesi isabetli değildir. Hem dilenci, hem de
onun dışında kalan kesimlerin bu konuda bilinçlendirilmesi ve eğitilmesi
gerekir. Konuyla ilgili İslam dininin mesajlarını, ilkelerini insanımıza
gerek örgün ve gerekse yaygın öğretim yoluyla ulaştırmak en başta yapılması
gereken işlerdendir. Bu mücadele kapsamında devlete, varlıklı kişilere ve
diğer insanlara düşen bazı görevler söz konusudur. Dilencilikle mücadelede
başarılı olmak için bizim önerdiğimiz kısa ve uzun vadede ele alınması
gerekli hususları maddeler halinde vermek istiyoruz:
-Öncelikle insanımıza dinimizin çalışmaya vermiş olduğu
önemi ve değeri anlatılmalı, bunun yanında tembelliğin -beraberinde
getireceği fakirliğin- zararları, tehlike ve riskleri bildirilmelidir.
Tembelliğin birey ve toplumlar için bir felaket olduğu bilinci
yerleştirilmelidir.
-Ülkemizde her geçen gün artan işsizlik sorunu
çözülmelidir. Bu konuyla hem devlet, hem de özel sektör yakından ilgilenmeli
ve gerekli adımları atmalıdır. Çünkü kişi, çalışmaya gücü yettiği halde bir
iş bulamıyorsa toplum olarak hepimiz bu durumdan sorumluyuz demektir. Hele
hele dilenen bir kişi, bana iş bulun bu işi bırakayım diyorsa toplum olarak
bunun üzerinde düşünülmesi gerekir.
-Ülkemizde yoksullukla mücadele edilmesi ve yoksulluğun
ortadan kaldırılması için köklü ve esaslı bir takım tedbirlerin alınması
gerekir. Bir ülkede yoksulluk kaldırılmadığı sürece dilencilikle mücadelede
başarılı olmak oldukça zordur. Çünkü yoksulluk öyle bir şeydir ki, insanı
intiharlara, boşanmalara, cinayetlere kadar götürebilmektedir.
-Ülkemizde zekat, fitre, kurban, tasadduk, infak gibi
ibadetlerin daha yaygın hale gelmesi için harekete geçilmesi ve halkımızın
aydınlatılması gerekir. Örneğin zekatın ne kadarının verilip verilmediği
tesbit edilmelidir. Herkes zekat verdiği takdirde büyük ölçüde fakirlerin
ihtiyaçları karşılanmış olacaktır. Muhtaç durumda olan insanlarla
ilgilenmenin ne kadar sevap olduğu ve ne kadar erdemli bir amel olduğu
anlatılmalıdır.
-Yardıma muhtaç olan insanlar devlet, belediye, STK ve
halk tarafından tesbit edilip sahiplenilmeli ve kendilerine gerekli maddi ve
manevi yardımlar yapılmalıdır. Aç ve açıkta kimse bırakılmamalıdır. İnsanlar
buna teşvik edilmeli ve bu işi yapanlar takdir edilerek topluma örnek olarak
gösterilmelidir.
-Dilenciliğin dinimizde hiç de hoş karşılanmadığı, hatta
bazı zaruretler dışında yasaklandığı ve bunun âhirette cezasının olduğu
anlatılmalıdır. Bu konudaki mesajlar bu işi yapanlara ulaştırıldığı takdirde
bundan vaz geçenlerin olacağı muhakkaktır.
-Örgün ve yaygın eğitim yoluyla onurlu ve şahsiyetli bir
hayatın önemi ve ehemmiyeti kavratılmalıdır. Dilenciliğin ise insan onurunu
ve şerefini ayaklar altına aldığı, insanı zillete sürüklediği
hatırlatılmalıdır.
-Ülkemizdeki yaşanan çarpıklıklardan birisi de milli
gelirlin tüm yurttaşlar arasında âdil olarak bölüştürülmemesidir. Verilen
oranlara bakıldığında hiç de âdil ve ahlâki olmayan bir dağılımın olduğu
müşahede edilmektedir. Bölgeler arasında farklılıklar da kendini çok bâriz
bir şekilde göstermektedir. Bu adaletsizliğin ve çarpıklığın mutlaka
giderilmesi gerekir. Bunun âdil olarak sağlanması için gerekli tedbirlerin
alınması gerekir.
-Ülkemizde bir taraftan çöplüklerden beslenen açlık
sınırının altında yaşayan insanların kabarık olmasına karşın, aşırı bir
tüketim ve israf içerisinde olan kesimler vardır. Sadece günlük olarak çöpe
atılan ekmek, ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmış olsa kaç milyon ihtiyaç
sahibi insanın doyurulması demektir. Çok yüksek boyutlarda her sahada
kendini gösteren israfın önlenmesi için istenilen düzenlemelerin ve alınması
gereken tedbirlerin acilen devreye sokulması gerekir. Aksi takdirde büyük
bir servetin çöpe atılması, heder edilmesi demektir.
-Dilencilerle kapsamlı bir şekilde görüşülmeli, onlarla
anketler yapılmalı, onları dilenciliğe sevk eden nedenler tesbit edilmeye
çalışılmalı ve bu çerçevede görüşleri öğrenilerek daha isabetli kararlar
alınmalıdır.
-STK’ların çok daha yaygın ve güçlü bir hale getirilerek
varlıklı kesim ile muhtaç kesim arasında daha aktif görevler yapabilecek
seviyelere getirilmelidir. STK’larda yani sosyal ve yardımlaşma kurumlarında
çalışmanın/katkı sağlamanın bir nevi ibâdet olduğu ve kişiye sevap
kazandırdığı bilinci verilmelidir. İnsanımıza bu duyarlılığı
kazandırmalıyız. Aynı zamanda belediyelerin de bu konuda aktif olmaları,
fakir ve yoksulların kimler olduğunu tesbit edip yaptıkları yardımları çok
daha fazla yaygınlaştırmaları gerekir. Ağır hasta olup da ameliyat
masraflarını karşılayamanların masraflarını karşılamak üzere kurulmuş güçlü
yardım kurumları, evlenme çağına gelip de maddi açıdan evlenemeyen gençlere
yardım eden güçlü yardım kuruluşları vb. tesis edilmelidir.
-Dini kurumlar olarak telakki edilen DİB’lığı, İlahiyat
fakülteleri, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, halkın bu konuda aydınlatılması
için birlikte hareket ederek daha yoğun faaliyet göstermeleri ve yeni bir
takım projeler hazırlamaları gerekir. Özellikle ilahiyat fakültelerinin bu
konularda bilimsel bazda araştırmalar yaparak katkıda bulunması ve yapacağı
yayınlarla halkı bilgilendirmesi fevkalade önemlidir.
Dilenciliğin ferdî planda negatif etkileri olduğu gibi,
toplumsal planda da negatif yönleri ve etkileri de vardır. Bir toplumda
dilenciliğin yaygın hale gelmesi, o toplumun prestijini sarsan bir olgudur.
Dolayısıyla bundan kurtulmak için toplum olarak herkes üzerine düşen görevi
yapmalıdır.
Şâtıbî, İbrahim b. Musa,
el-Muvâfakât, terc. M. Erdoğan, İz Yay., İst, 1990, II, 186.
Bk.Yusuf el-Kardâvî, Fakirlik
Problemi Karşısında İslâm, terc. Abdülvahhâb Öztürk, Nur Yay.
Ank. 1975, sh., 196.
Hattâbî,
Ebû Süleyman Hamd b. Muhammed, Meâlimü’s-Sünen,
el-Mektebetü’l-İlmiyye, 2. bsk., Beyrut, 1981, III, 7.
Mehmet Özdemir, “Cumhuriyet Döneminde Yoksullukla Mücadele
Yolunda Yapılan Çalışmalar” (seminer açış konuşması), Derleyen:
İbrahim Ateş, Yoksullara Yardım ve Eğitim Vakfı Kültür Yay., Ank.,
1999, sh., 32.
Naim Erdoğan , İslâm’da Ekonomik Düzen ve Fakirlik Sorunu,
Emel Matbaacılık, Ank., trs., sh., 78-79.
M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten
Nura, Furkan Basın Yayın, Yayına haz., Musa Alak, İst., 1996,
sh., 71,
Erhan Yetik , “Hz. Muhammed’in Zühd ve Takvası” (tebliğ),
İslâm da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği
(Kutlu Doğum Haftası:1993), TDVY., Ank., 1995, sh., 56.
Yusuf el-Kardâvî, İslâm Hukukunda
Zekat, İslâm Hukukunda Zekât (Fıkhu’z-Zekât), terc.,
İbrahim Sarmış, Kayıhan Yay., İst., 1984, II, 405.
Tevbe, 9/60. İslâm âlimleri tarafından fakir ve miskin kelimelerinin
semantik manaları üzerinde durulmuş ve değişik bazı yorumlar ortaya
çıkmıştır. Hatta fıkhi mezhepler arasında da değişik görüşler söz
konusudur. Biz bu tartışmalara girmeksizin, her iki kesim de muhtaç
olmakla beraber miskin fakirden çok daha fazla muhtaç olan kişidir
görüşünün yaygın olduğunu belirterek yetinmek istiyoruz. Geniş bilgi
için bk. Ebû Yusuf, Ya’kub b. İbrahim, Kitâbu’l-Haraç, terc.,
Ali Özek, İ.Ü.Yay., 2. bsk., İst., 1973, sh., 72; Ebû Ubeyd, Kâsım
b. Sellâm, Kitâbu’l-Emvâl, terc., Cemaleddin Saylık, Düşünce
Yay., İst., 1981; sh., 562; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur'ân
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1995, IV, 96-99; Tahanevî, Mevsûatü Keşşâfi
İstılahâti’l- Fünûn ve’l-Ulûm, Mektebetü Lübnan, Beyrut, 1996,
II, 1284.
Talat Koçyiğit , Hadislerin
Işığında İmân İbâdet Ahlâk, Elif Matbaacılık, Ank., 1974, sh.,
123, 125.
Maverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye
(İslâm’da Hilâfet ve Devlet Hukuku), terc., Ali Şafak, Bedir
Yay., İst., 1976, sh., 281.
M. A. Mannan, İslâm Ekonomisi, terc., Bahri Zengin-Tevfik
Ömeroğlu, 2.bsk., Fikir Yay., İst., trs., sh., 197.
|