|
1-Batı Dünyası ile Türkiye’de özürlülere gerek
yasal gerekse sosyal olarak nasıl bir yaklaşım farklılığı var?
SEYYAR:
Avrupa ülkeleri 1970’li yıllardan itibaren özürlülük alanında önemli
kanunî düzenlemeler gerçekleştirebilmiş ve bu çerçevede özürlülerin
sosyal haklarını belirleyebilmiştir. Bundan önceki dönemlerde özürlülük
konusunda medikal yaklaşımın bir yansıması olan özel eğitim, tıbbî
tedavi ve rehabilitasyon hâkim idi. İnsana yönelik tıbbî müdahalelerin
bir sonucu olarak Batı Dünyasındaki özürlü nüfusun büyük bir oranı
bakıma muhtaç yaşlılardan oluşmaktadır. Medikal model, gerek bakıma
muhtaç özürlülerin, gerekse işgücü niteliği taşıyan özürlülerin temel
ihtiyaçlarına cevap veremediği için, sosyal model yaklaşımlarıyla
zenginleştirilmiştir. Özürlülerde görülen işsizlik ve yoksulluk gibi
sorunlar, sosyal dışlanmanın bir sonucu olarak görüldüğü için, örgütlü
özürlü hareketlerin ortaya çıkmasına da yardımcı olmuştur. Liberal
toplumların rekabetçi ve çatışmacı özelliklerinden dolayı özürlülük
hakları hareketleri de, sosyal baskılara karşı bir tepki olarak ortaya
çıkmıştır. Özürlülerin örgütlenmesi, sosyal ve çevresel engelleri ortaya
çıkardığı gibi, özürlüler lehine yapılan kanunî düzenlemelerin de sosyal
model ekseninde geliştiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’de bu
süreçler 20-30 sene gecikmeli olarak yaşanmıştır. Gerçi 1976 çıkartılan
2022 sayılı kanun, işsiz özürlüleri ve 65 yaş üzerindeki yaşlıları
belirli bir gelire kavuşturmaktaydı. Ancak buradan elde edilen gelir,
sosyal ihtiyaçlara cevap vermekten çok uzak idi. Batı Dünyası sosyal
model ekseninde oluşturulan kurumsal yapılarıyla özürlü sorunlarına
çoktan çözüm bulmuşken Türkiye, millî özürlüler politikalarını
belirlemek üzere Başbakanlığa bağlı Özürlüler İdaresi Başkanlığı’na
ancak 1997 yılında kavuşabilmiştir. Millî politikaların temel
esaslarının somut olarak belirlenmesine yardımcı olacak Özürlüler Yüksek
Kurulu da bir nevi devletin inisiyatifi ile oluşturulmuştur. Özürlülük
bilinci ve örgütlü hareket de bu süreçten sonra hız kazanmıştır. 1999
yılında Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilen “I. Özürlüler Şurası”nın
temel kararları arasında özürlüler kanununun çıkarılması yer almıştır.
İlk kanun taslağına bakıldığında içeriğinin medikal modele daha yakın
olduğu anlaşılacaktır. Özürlülere dönük kanunî hakların belirlenmesi ile
ilgili taleplerin gün ışığına çıkması ile özürlülüğe yönelik sosyal
politikaların şekillenmesi de mümkün olmuştur.
2- 2005 yılında özürlülere yönelik çıkan yasayı
nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce yasadaki eksiklikler ve getirilen
yenilikler nelerdir?
SEYYAR:
2005 tarihli Özürlüler Kanunu, özürlülerle ilgili yılların birikmiş
sorunların doğru bir şekilde çözümlenmesine önemli derecede katkı
sağlayan bir vasıtadır. O halde doğru, yani etkin ve isabetli çözüm
stratejileri nelerdir? Bu, özürlüler konusuna nasıl baktığımıza
bağlıdır. Özürlüler Kanunu, özürlüler konusunu ilk kez, sosyal politika
kapsamında değerlendirmiş ve böylece önemli bir paradigma değişimine yol
açmıştır. Özürlülüğü engellilik ile eş tutup yetersizliğe indirgeyerek,
bireysel biyolojik bozukluklar olarak ele alan “medikal model” yerine
hukukî, fizikî, meslekî ve sosyo-kültürel engelleri ortadan kaldıran bir
“sosyal model” ortaya çıkmıştır. Ayrımcılık yapmama, fırsat eşitliği ve
sosyal hayatın bütün kademelerine tam katılım gibi ilkeler, kanunun
temel açılımlarıdır. Sosyal model anlayışına göre, özürlülük bir
hastalık değil sosyal bir realite ve bir insanlık durumudur. Sosyal
modelde, hayata tam olarak katılımda güçlük çeken bir özürlü, engelli
durumundadır. Sosyal politika kapsamında özürlülerin hayatlarını
kolaylaştırıcı ve çevresel engelleri ortadan kaldırıcı uygulamalar
esastır. Sosyal bakım modelinde, engellilik özürlüler için sosyal bir
sonuçtur. Dolayısıyla engellilik, işlevsel yönden yetersiz olan özürlü
bireyin çevre ortamının olumsuz şartlarıyla karşı karşıya gelmesi ile
ortaya çıkmaktadır. Özürlü, çevre şartlarından dolayı engelli hâle
getirilmektedir. İşlevsel bozukluk veya yetersizlik kendi başına bir
engellilik teşkil etmemektedir.
Diğer taraftan özürlülük veya
engellilik kavramları, dinamik ve aktif sosyal politika uygulamaları ile
statik ve homojen bir olgu olmaktan çıkarılmaktadır. Özürlülük, dar
anlamda ve sosyal politika uygulamaları dışında ele alındığında çoğu kez
engellilik ile eş anlamlı tutulmaktadır. Halbuki, özürlülük, özellikle
tıbbî tedavi ve rehabilitasyon hizmetlerinin yetersiz veya uygulanmasına
rağmen etkisiz kalması sonucunda, fizikî, zihnî ve ruhî anlamda işlevsel
sınırlıkların ve beceri bozukluğunun kalıcı olmaktadır. Bu bağlamda
özürlülük, kalıcı ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan sürekli bir
durum arz etmektedir.
Özürlülüğüne
rağmen toplum hayatında, başkalarıyla eşit düzeyde yer alma
fırsatlarından yararlanabilme şansına sahip olması halinde ise kişi,
engelli olmaktan çıkmaktadır. Engelliliğin ortadan kaldırılması, bir
başka ifadeyle özürlülerin sosyal hayata eşit katılımının sağlanması,
aktif sosyal politikalar ve sosyal duyarlı kesimlerin gönüllü katkıları
ile mümkündür. İşte bu yönüyle Özürlüler Kanunu, özürlü dostu sosyal
politika enstrümanlarıyla bütün özürlü grupların temel ihtiyaçlarına
uygun çözüm sunmaktadır. Mesela özürlü işgücüne yönelik emek piyasasına
dönük aktif istihdam politikaları, emek piyasasında çalıştırılmaları zor
olanlar için korumalı işyerleri, bakıma muhtaç özürlülere dönük kurumda
veya evde sosyal bakım güvence sistemi, sosyal güvencesi olmayanlara
dönük özürlülük maaşı gibi uygulamalar.
Bütün bu
yeniliklere rağmen kanunda, gerek SHÇEK kurumlarında, gerekse ev
ortamında yaşayan bakıma muhtaç özürlülere dönük tıbbî ve sosyal bakım
uygulamalarına yönelik temel uygulamalara yer verilirken, özürlülerin
manevî ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik bakım, danışmanlık ve
rehberlik hizmetleri göz ardı edilmiştir. Hâlbuki bütüncül ve etkin bir
bakım konseptinin oluşturulabilmesi açısından tamamlayıcı bir unsur
olarak manevî bakım hizmetlerine her halükarda ihtiyaç vardır. Manevî
bakım, geniş anlamda sosyal hizmetler, dar anlamda sosyal bakım
hizmetleri alanında bakıma muhtaç özürlülere yönelik maneviyat odaklı
destek, teskin ve teselli hizmetleridir. Sosyal boyutuyla manevî bakım,
bakıma muhtaç kişinin maneviyatını, yani kişisel gelişimini ve moralini
güçlendirmeyi, hayata bağlılığını artırmayı, iç dünyasıyla barışık
olmasını, manevî sapmalarını ve korkularını gidermeyi amaçlayan insan
odaklı bütüncül hizmetlerdir. Sosyal modelden sonra manevî model
konseptinin de geliştirilmesi gerekmektedir.
3-Türkiye’de özürlü istihdamına yönelik ne tür
eksiklikler gözlemliyorsunuz? Bu eksikliklerin giderilmesi için çözüm
önerileriniz nelerdir?
SEYYAR:
Özürlü işgücünün istihdam oranı Batı Dünyasına göre halen düşük
seviyelerdedir. Özel sektörün özürlü istihdamı konusunda daha istekli
olabilmesi için, emek piyasasına yönelik olarak uygulanan kota ve “para
cezası“ sistemi, işverenlere de makul gelebilecek ve-fakat son tahlilde
özürlülerin lehine olabilecek bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
İlk önce kota kapsamına giren işletmelerin sayısının artırılması
gerekmektedir, bir başka ifadeyle 50 işçi çalıştırma limiti, zamanla
veya etaplar hâlinde aşağıya doğru çekilmelidir. Diğer taraftan kota
oranları, işletmelerin büyüklüğüne göre esnek bir şekilde artırılabilir.
Ayrıca, kapsama alınan işletmelerin özürlü işgücü çalıştırmamaları
durumunda alınan para cezaları da âdilane bir şekilde yani işletmelerin
büyüklüğüne göre yeniden ayarlanmalı ve asgari ücrete göre tespit
edilmelidir. İşverenlerin, bu yeni sisteme olumlu bakmalarını sağlayacak
bazı yeni uygulamalara gidilmelidir. Mesela kapsam alanının
genişletilmesine karşılık para cezaları da aşağıya doğru çekilmelidir.
Özürlü işgücünün verimliliğini artırabilmek adına da İŞ-Kur, özürlülere
dönük sistemli meslekî rehabilitasyon programları uygulamalıdır.
4-Korumalı işyerleri hakkında düşüncelerinizi
öğrenebilir miyiz?
SEYYAR:
Normal işgücü piyasasına kazandırılmaları güç olan zihinsel özürlüler,
ağır derecede özürlüler ve birden fazla özrü olanların da istihdam
edilmeleri son derece önemlidir. Bu kesim için kota sisteminin işlerliği
bir anlam taşımaz. Çünkü işverenler, genelde hafif derecede sakat
olanları tercih etmekte. O halde korumalı işyerlerinin oluşturulması ve
işletilmesi, devlet tarafından teşvik edilmelidir. Gerçi 2006 yılında
“Korumalı İşyerleri Hakkında Yönetmelik” çıktı. Ancak yönetmelik,
korumalı işyerinin ve çalışacak personelin özelliklerini ve kuruluş
şartları ile ilgili detaylı bilgiler vermesine karşılık devlet
desteğinin biçimi üzerinde fazla durmamaktadır. Devlet desteği nasıl
olabilir? Devlet, korumalı işyeri açacak gerçek veya tüzel kişilere
yatırım maliyetlerinin belirli bir oranını karşılamak üzere faizsiz
kredi açmalıdır. Diğer taraftan korumalı işyerlerinde çalışacak
özürlülere ödenecek ücretlerin belirli bir kısmı devlet tarafından
karşılanmalıdır. Kişi başına ödenecek meblağ, kişinin özürlülük
derecesine göre belirlenmelidir. İşverenlerin ödemesi gereken işveren
sigorta prim hisseleri de hazine tarafından karşılanabilir. Korumalı
işyerlerini, kurumlar vergisinden de muaf tutulmalıdır. Korumalı
işyerlerinde verilecek iş eğitimleri, halk eğitim merkezleri aracılığı
ile ve meslek tecrübesine sahip emeklilerin (usta öğreticiler, iş
adamları, meslek öğretmenleri) gönüllü katılımı sağlanarak
gerçekleştirilmelidir. Toplumsal kaynaşma ve tanıtım açısından farklı
sosyal kesimler için korumalı işyerlerinde çok maksatlı sosyo-kültürel
faaliyetler tertiplenmeli ve çalışan özürlü personelin performansları
özellikle işverenlere tanıtılmalıdır. Bu çerçevede hâlihazırda istihdam
edilen özürlüler ve onların çalışma hayatındaki başarıları üzerinde
gözlemlerle olumlu örnekler belirlenmelidir. Korumalı işyerlerinde
üretilen mamuller, piyasaya dönük olmalıdır. Pazara dönük üretimde iş
dünyasından destek alınmalıdır. İşletmecilerle mümkün olabildiğince
ortak üretim sistemleri geliştirilmelidir. Mamullerin teşhiri ve
satılması konusunda iş dünyasının temsilcilerinden yardım istenmelidir.
5-Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?
SEYYAR:
Son yıllarda özürlülük konusunda halkımız, medyanın sorumlu yaklaşımı
ile daha bilinçli bir seviyeye gelmiştir. Özürlülerin toplum hayatına
kazandırılmaları tek taraflı bir süreç olmadığına göre, üniversiteler,
okullar ve özellikle iş dünyası bu sürece aktif olarak katkı
sağlamalıdır. Toplumsal kaynaşmanın sağlanması, başta birbirimize nasıl
baktığımıza bağlıdır. Özürlü bireylerin geleceğe ümitle bakabilmeleri,
onlara sağlayacağımız fırsatlarla yakından ilgilidir. Kanunlar, yol
gösterici yönleriyle özürlülere bir hak olarak tanınan bu fırsatların
asgarî boyutunu gösterir. Özürlülükle ilgili sosyal sonuçların
hedeflenenin üzerinde gerçekleşmesini istiyorsak, herkes ahlâkî ve
vicdanî sorumluluk alanını geniş tutmalıdır.
|